NEREDEEN, NEREYE!

 

            Coşkun Demirçelik’in İŞTE BİZİM HİKAYEMİZ başlıklı yazısı geçti elime. Beş sayfalık yazıda 1950-2000 yılları arası, özlü ve dikkatli bir şekilde, hiçbir ayrıntı unutulmadan bir kaç fırça darbesiyle resmedilmiş gibi. Yazı beni on yıl kadar geriye 1940-1950 aralığına, yani çocukluğuma götürdü. O nedenle çocukluk günlerimle ilgili birkaç not yazmak istedim.

 

            Yazar, kentli çocuğun bakış açısına göre yazmış, yazısını. Oysa o yıllarda köylerde de çocuklar yaşıyordu. Gençlik ve yaşlılık yıllarıyla ilgili anlatılanların çoğunu ben de yaşadım. Yazının çocukluk bölümüne bir köylü çocuğun gözüyle karşılaştırmalı olarak bakmak istedim:  

 

* Örneğin; onların “evleri kadar güvenli” sokakları varsa bizim de evlerimiz kadar güvenli harman yerlerimiz, mal güttüğümüz, kuzu emiştirdiğimiz kırlarımız, meralarımız vardı.

 

* “Tahta sıralı, teneke sobalı sınıflarda” biz de okuduk ama sobanın günlük yakıtını her sabah biz öğrenciler taşırdık. Bir elimizde çanta, diğerinde odun ya da tezek. Üstelik sobayı da nöbetçi olduğumuz günler biz yakar, sınıfı biz temizlerdik. Okulumuzda müstahdem yoktu, çünkü.

 

            * “Uzun kış gecelerinde ne semaveri?” Çayı bile bilmezdik. Onun yerine hedik, kavurga, haşlanmış pancar dilimiyle avunurduk. Çatıda saklanan asma dallarından buruşuk üzümler indirilirdi. Sabah kahvaltısında yumurta mı yenirmiş? Biriktirilen yumurtalar, ilçeye gönderilir, parasıyla gaz, tuz, şeker alınırdı. Sabahları bir kazan çorba, öğle yemeğinde bir pekmez ya da çökelek dürümü neyimize yetmiyordu. Akşamın değişmez mönüsü, yanında turşu veya ekşi pekmez çalkamasıyla bir kazan bulgur pilavıydı.

 

            *Kış günleri yalnız bir odada soba yandığından, gürültü etmesinler diye çocuklar ahıra yollanırdı. Orası sıcaktı ve de sakinleri gürültüden rahatsız olmazlardı. Ahırda saklambaç oynanır, masallar anlatılır, bilmeceler sorulurdu.

 

            *Köyümüzün kızları da “utangaç ve al yanaklıydılar” ama fistanları yamalı, ayakları çıplaktı. Zaten tüm çocuklar, beş altı yaşımıza kadar bir dal fistan ve yalın ayakla gezerdik.

 

            Bir dönem Aşık Veysel belgeselini çekmişler. İdare, belgeselin gösterimini yasaklamış. Kadınlar yalınayak görünüyor diye.  O yıllarda annelerimiz, ablalarımız da yalınayaktı. Yine Aşık Veysel’i kıyafetin uygun değil diye Ulus Meydanı’na sokmamışlar. O  günlerde baba ve ağabeylerimizin kıyafetleri farklı mıydı, sanki?

 

            “Buharı kokusuna karışmış pidelerden, somunlardan elimiz yana yana lokmalar” yemedik  ama uzun aralıklarla yufka ekmek yapılan günlerdeki yumurtalı pideye bayram ederdik.

 

            Yani diyeceğim o ki; Üç kıtayı atının nalıyla damgalamış muhteşem imparatorluk, genç cumhuriyete böyle bir köy, böyle bir köylü devretmişti. Çanakkale savaşlarında askerlerini üzüm hoşafı ve yavan tayınla doyurmaya çalıştığı gibi… Üstelik iki yüz elli bin şehit vererek Çanakkale’den geçirtmediğimiz düşman gemilerinin üç sene sonra namlularını padişahın sarayına doğrultmalarını da engelleyememişiz. Bu manzara karşısında bir yiğit çıkmış ta “Geldikleri gibi giderler.”  diyerek yüreklere su serpmişti.    

 

            Bazen, anılar insanı ötelere, çok ötelere taşıyor. Güzel yazısıyla beni çocukluğuma taşıya sayın Coşkun Demirçelik’e teşekkürüm ve   nice güzel günlere dileklerimle…

( Neredeen Nereye başlıklı yazı RasimCANBOLAT tarafından 31.03.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.