12 Eylül 1980 darbesinin 33. Yılındayız. Bu ihtilal yapıldığında on bir yaşında bir çocuktum ve bu yılların bende derin izler bıraktığını söyleyemem. İlerleyen yıllarda dinlediklerim ve okuduklarımdan sonra  inandım ki 12 Eylül döneminin unutulmaması ve unutturulmaması  gerektir.

 

Her gün bombaların patladığı, kardeşin kardeşi vurduğu, binlerce vatan evladının öldüğü ve yine binlerce gencin cezaevlerine tıkıldığı, hayatlarının karardığı, kısacası bir neslin heba edildiği bir devirdir 12 Eylül dönemi.

 

Öyle bir dönemdir ki bu, darbe mimarının itirafıyla “Bir yıl önce planlanan ama şartların olgunlaşması için bir yıl beklenilmiş” (1) darbe zeminini hazırlayacak şartlar da bir yıl içinde gerektiği gibi oluşturulmuş, bunun için hiçbir fedakarlıktan(!) kaçınmamıştır.

 

12 Eylül 1980 tarihine kadar süren sıkıyönetim döneminde ülkede akan kardeş kanı azalmak yerine gitgide arttı. Sıkıyönetimin ilanından 1979 Kasım’ına kadar ülkede 995 kişi hayatını kaybetti. Kasım 1979’dan 12 Eylül 1980 (Süleyman Demirel hükümeti döneminde) tarihine kadar toplam 3729 kişi hayatını kaybetti.(2) Ülke, sağcı-solcu diye ikiye ayırıp vatan çocuklarının birbirini katletmesine sebep olundu ve seyirci kalındı.

 

İhtilal sonrasında bir anda tüm olayların kesildiği ve silahların sustuğu ortamda ihtilalciler kendilerini kahraman ilan ederken birbirlerine düşürdükleri gençleri de hain ve suçlu ilan edip hapislerde idamlarla yargıladılar, kendilerini haklı çıkarmak için günahsız gençleri de darağaçlarında sallandırdılar.

 

O günleri yaşayanlar, anılarını yazdılar, o günlerin romanlarını kaleme aldılar. Bunların okunması son derece önemlidir.

 

Neler yaşanmadı ki o hapishanelerde, hele Mamak’ta…

 

Asılsız bir ihbarla tutuklanıp karakolda nezaret altında olduğu sırada dışarıda işlenen bir cinayetten yargılanıp hapse giren, hapiste olduğu sırada da yine dışarıdaki bir öldürme yaralama olayında mahkemenin verdiği “Cezaevinden gündüz çıkıp cinayeti işlemiştir” hükmüyle yüzlerce yıl hapis istemiyle yargılanan Seyfi Atmalıoğlu’ni mu (3)  anlatalım?

 

Adli tıp uzmanlarının kendisine idam öncesi sorduğu sorulara “Sabahın bu saatinde test sorusu için çağrılmadığımı biliyorum, beni idam edeceksiniz. Durumumun müsait olup olmadığını kontrol ediyorsunuz, şu anda bu odada bulunan herkesten sağlamım. Güzünüzü kırpmadan asabilirsiniz.” Sözlerinden sonra idam sehpasına yürüyen ve celladı itip kemendi boynuna kendi geçirip sehpasını kendi tekmeleyen Ali Bülent Orkan’ı mı anlatalım? (4)

 

“Buraya kadar C-5’te, kafeste işkence görerek gelmiştim. Fakat bu banyo denilen yerde gördüğüm işkenceyi, nefreti hiçbir yerde görmedim. İç çamaşırlarıyla çıplar insanlar… Arkalarına inen coplar.. Banyonun içerisi cop sesleriyle, komut sesleriyle, bağırmalarla, ağlamalarla, haykırmalarla, hakaretlerle, küfürlerle dolmuştu. Bu zalimliği dayanabilirsen dayan!.. Bu –askerlerin bunları yaparken söylediğine göre- sadece bir kese atmaydı. Sonra kendimi kaybetmişim. Kış gününde üstümüzden buz gibi su akıyordu. Bir süre buz gibi suyun altında tuttular. Arkasından cop faslı başlamıştı. Ya Rabbi, burası ne iğrenç yer!.. İnsan haysiyeti, insan onuru, insan ar ve namusu kalmamış. Haya damarı çatlayan, zembereği boşalan, insan suretine bürünmüş zalimler burada… Hemcinslerine yaptığı zulme kahkahalarla gülüyorlar… Bunca eziyetten sonra bayılmışım, gözlerimi açtığımda kendimi koğuşta buldum, getirip atmışlar.” (5) diyen Mehmet Öztepe’yi mi anlatalım.

 

Gördüğü işkenceler sonrasında “Şu anda Sibirya’da olmayı yeğlerim.” (6) diyen Lütfü Şehsuvaroğlu’nu mu, “Sorgu işkenceleri elbette ki çok daha ağırdı. Ama ilerleyen yıllarda Mamak Cezaevi’nde yaşanan daha organize işkenceler vardı ki sanırım bu zulüm ne Hitler döneminde faşist Almanya’da ne de Stalin döneminde komünist Rusya’da bu kadar ağır yaşanmıştır.” (7) diyen ve araştırmacı yazar Aydın Ayhan’ın ifadesiyle görüş gününde ziyaretine gelen babasını işkencelerin etkisiyle  uzun süre tanıyamayan Sıtkı Şeremetli’yi mi anlatalım?

 

“Yedi ayak uzunluğunda ve o genişlikte bir hücre, çift kişilik tahta bir ranza konulunca üç ayak genişliğinde bir yer kalmış. Hücreler soğuk, rutubetli ve karanlık… Yataklar korkunç denecek derecede ıslak ve mübalağasız söylüyorum taştan daha sertti. İçine ne konulmuşsa, zaman içinde taşlaşmış ve kaskatı kesilmişti.”  (8) diyen ve bu ortamda kalp rahatsızlığıyla mücadele eden S. Ahmet Arvasi’yi mi anlatalım?

 

“Sağlı sollu gelen tokatlardan nefretin şiddeti seziliyordu. Ağzıma dolan kanın sıcaklığını hissettim. Yaptığı işten gururlanmasın diye ağzımı sıkı sıkı kapatmıştım. Gelen bir darbe ağzımdakilerin boşalmasına sebep olmuştu. Bir müddet sonra koluma giren askerlerle tabutluğa yönelmiştik. Anadan doğma çırılçıplak soyunduktan sonra önce eşyalarım arandı, sonra getirilen su ile kıyafetlerim ıslatıldı. Üzerime de su atıldıktan sonra itilerek içeriye sokuldum. Tabutluğun içinde, sızma dahil olmak üzere hiçbir ışık yoktu. İtildiğim yerin boyutlarını birkaç kere oramı buramı vurarak öğrenebildim. Bulunduğum yerde ne bir kuru yatak ne de kuru bir şey vardı. Elbiselerimi giymek istediğimde bunun verdiği acı hiçbir şeye benzemiyordu. Hayatta kalmak ve gücümü toplamak için, kapının altından hayvanlara atılır gibi atılan yiyecekleri sonuna kadar yemeye çalışıyordum. Tuvalet ihtiyacımı da hemen orada görüyordum. Zifiri karanlıkta, içeriye atılan yiyecekleri ararken elim dışkı tenekesi ile buluşuyordu.”  (9) diyen Ahmet Ulu’yu mu anlatalım?

 

Ya da cezaevlerini teftişe gelen Avrupa heyetine “Size anlatacağım hiçbir şey yok!.. hem siz kim oluyorsunuz? Siz Almanyalı, Belçikalı, Fransalılar buraya geliyor, benim ülkemde, benim başkentimde bizden ülkemizi, askerimizi size şikayet etmemizi istiyorsunuz. Siz, insanlık dersini bize vermeye mi geldiniz? Belçika’daki, Hollanda’daki zencileri benim dedem getirmedi, sizin dedeleriniz onları köle yaptılar. Size söyleyecek hiçbir şeyim yok, bu arada size ülkemizi şikayet edenlerin söyledikleri de külliyen yalandır.” (10) diyen Hacı Bayrak’ı mı anlatalım?

 

12 Eylül bir yandan büyük bir destandır, diğer yandan büyük bir vahşettir. Hem vahşet hem destan asla unutulmamalı, unutturulmamalı.

 

 

 ___________________________________________________________

 

1. Ahmet Ünal, Darbe Zemini Nasıl OIgunlaştırılır, Yeniçağ, 11 Eylül 2009

2. www.dunyabulteni.net, 12 Eylül 2012

3. Yavuz Selim Demirağ, Darbe ve İnfaz,  s.66, Bilgeoğuz Yayınları, İst. 2009

4. Yavuz Selim Demirağ, age, s. 260

5. Mehmet Öztepe, Mamak Zindanlarında İnsan Olmak, s. 44, Hoşgörü Yayınları, İst. 2012

6. Lütfü Şehsuvaroğlu, Kafes, s. 50, Elips Yayınları, Ankara 2011

7. Sıtkı Şeremetli, Balıkesir’den 1980 İhtilali ve 12 Eylül Anıları, s. 37, Liva Yay. Balıkesir 2007

8. S. Ahmet Arvasi, Mamak Günleri, s. 32, Bilgeoğuz Yay. İst. 2009

9. Ahmet Ulu, Mamak’ta 30 Gün, s. 94, Balıkesir, 2010

10.Yavuz Selim Demirağ, age, s. 97

( 12 Eylül Unutulmamalı başlıklı yazı M. Kuvancı tarafından 12.09.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.