Erken gidersem işimi erkenden halledeceğimi düşünüyordum. Yanılmışım. Herkes benim gibi düşünmüş olacak ki Ösym Büronun önü hınca hınç doluydu. Bir de nasıl erken gelebilirsin ki anam babam? Benim ikamet ettiğim ilçe ile vilayet arası tam yüz otuz dört kilometre. En erken minibüse bile binsen saat dokuz buçukta vilayettesin. Elbette minibüs esnafının minibüs tıka basa dolmadan hareket etmesini beklemek çok iyimser bir düşünce olur. Etti mi sana saat on?
             Üç gün öncesinden sabah yedi minibüsüne yerimi ayırtt ettirdim.. Yediye çeyrek kala minibüsün başındaydım, saat yedi oldu, yedi on beş oldu, yedi buçuk oldu minibüs kalkmıyor. Aslına bakarsanız biz yolcular olarak minibüs koltuk sayısını tamamlıyoruz ama şoförün niyeti koltuk aralarına tabure atıp daha fazla para kazanmak. Bekle babam bekle, bekle babam bekle. Neredeyse sekiz minibüsüyle beraber gideceğiz. Elbette yolcular arasında da şikâyetin bini bir para;
-          Böyle de olmaz ki canım…
-          Herkesin işi var gücü var.
-          Şikâyet edeceksin bunları.
-          O da bir şey mi sallandıracaksın bir kaçını, bak bir daha yapan oluyor mu?
-          Kimi kime şikâyet ediyorsun bu memlekette?
-          Bu kadarı da olmaz.
             Tüm yolcular şikâyetçi ama her ne oluyorsa şoförü gören dut yemiş bülbüle dönüyor. Bende bu bülbüllerin arasındayım. Herkes birbirini şikâyet etmesi konusunda destekliyor ama hiç kimse şikâyetini dile getiremiyor.
             Ha kalktı ha kalkacak derken sanırım sekizde kalkacak olan minibüsün şoförünün telkinleriyle bizim şoför, şoför koltuğuna oturdu. Biz yolcular süt dökmüş kedi gibiyiz, hepimiz gülümsüyoruz şoföre. Şoförde de tık yok. Sanki minibüs bomboş gibi davranıyor. Minibüsün hareketinden kısa bir süre sonra şoför ağam cebinden bir sigara çıkarıp yaktı, ardından minibüsün teybini açtı. Bilmem kaç sayılı kanuna göre araçta sigara içmek yasak. Hatta bununla ilgili minibüsün camında koca bir işaret bile var. Ama şoförlere serbest sanırım. Çünkü şoför ağanın ne bizi taktığı var ne de kanunları. Teypte çalan şarkılardan ise hiç bahsetmeyeceğim. Demek müziğin bu türü de varmış. Biraz ilerledikten sonra biraz önce şoförü geç kaldığı için asmaya kalkan değerli yolcular, şoförle muhabbet etmeye başlamazlar mı?
-          Hayırlı yolculuklar şoför evladım,
-          Yahu benzinde ne kadar pahalandı, şoförlükte zor bu devirde.
-          Sizin işinizde zor
-          Zor da ne kelime zorun en zoru.
-          Bunun trafiği var, vergisi var, mazotu var, var oğlu var
-          Senin babanda şofördü değil mi? Ama ne şofördü be, Şoförlerin şahı.
-          Selahattin emmiyi diyorsun, şahıydı şahı.
            Tabi şoför ağamızda yine kıpırdanmalar yok. Bir ara torpidodan güneş gözlüğünü çıkardı taktı o kadar, bir de sigarasını hiç söndürmedi.
            Yol uzun, işimiz gücümüzde var. Yani hiç kimse keyfiyetten üç yüz kilometre yol yapacak değil. Şoför ağanın kaba tavrına da eyvallah ama her el kaldırana da durulmaz ki be kardeşim. Hava daha sabahın o saatlerinde sıcak. Minibüsün içi pişiyor, terden sırılsıklam oldum. Minibüsün kliması var ama şoför bizle muhatap olmadığından açtıramıyoruz. Sanki herifçioğlunun minibüsüne zorla binmişiz. Bir cam açalım desek arkada yaşlı bir amcayla teyze var;
-          Aman evladım kapayın şu camları, benim romatizmam var, ne gelirse ceryandan gelir. Ceryanda kalmayacaksın.  Bir adımlık yol canım, pişmediniz ya.
-          Tabi evladım tabi kapayın şu camları, bizim yaşımıza gelince siz de anlarsınız ama iş işten geçmiş olur.
             Bizim şoför ağanın camı ise sonuna kadar açık püfür püfür gidiyor beyefendi, sigarasını tüttüre tüttüre. Sıcaktan piştiğime mi yanayım, geç kaldığıma mı yanayım, sigara dumanının o pis konusuna mı yanayım, yoksa teypte çalan o ne idüğü belirsiz pavyon şarkılarını dinlediğime mi yanayım? Saat dokuz kırk beş, on gibi vilayete girdik. Bu kez de vilayetin trafiği. Bu kadar araba mı olur ahretliğim, bir o yandan bir bu yandan. Elbette bu sefer de minibüs içinde trafik radarı muhabbeti başladı;
-          Dikkat et şoför evladım burada radar var diyorlar.
-          Burada değil az ilerde, şu yol ayrımından başlıyor, bizim Fuat ağabey geçen gün düşmüş.
-          Bu trafikçilerinde hiç acıması yok canım.
-          Hayır yalnızca para cezası olsa anlarım, bir de ehliyet puanından düşürüyor.
-          Yazık canım şoföre.
-          Yazık tabi adamcağıza.
            Biz şoför için üzüleduralım, adamın umurunda değil, dinlemiyor bile bizi. Bir ara cep telefonu çalıyor cep telefonuyla uğraşıyor. Resmen sığıntı gibiyiz minibüste.
            Öyle ya da böyle sıkıntı ile de olsa sonunda ineceğim durağa vardım. Havasızlıktan bayılmak üzereydim, terden sırılsıklam olmuştum. Minibüsten iner inmez derin bir nefes aldım. Sanırsın hamamdan çıkmışım. Yaklaşık beş yüz metre ileride üniversite kampüsü var. Onun içinde minibüs var, vilayetin belediye minibüsleri ama binmeye cesaret edemedim. Yürürüm daha iyi diye düşündüm. Hava da hafif rüzgârlıydı, estire estire yürüdüm üniversiteye doğru.
            Aslında bu kadar sıkıntıya katlanmamın nedeni ikamet ettiğim ilçedeki Ösym Bürosunun devlet memurluğu sınavı için kayıt yapmıyor olmaları. Ösym bürosu dediysem bu sizi aldatmasın. İlçedeki lisenin bir odasına bir bilgisayar koymuşlar, sorumlu olarak da bir öğretmen görevlendirmişler alın size Ösym Bürosu. İşte bu ilçedeki büroya gittiğimde sorumlu öğretmen;
-          Üniversite sınavı olsa kaydını yaparız ama devlet memurluğu sınavının kaydını yapamıyoruz. Aslında geçen sene yapmıştık ama bu sene her nedense bize yetki vermediler. Zaten yetki verseler de ne ara kayıt yapacağız? Sen iyisi mi ile git. Dedi.
            Tamam da kardeşim il nerden baksan iki, iki buçuk saatlik mesafe. Ama halden anlayan maalesef bizim memlekette bulunmaz ve herkes kendinin haklı olduğunu düşünür, benim gibi.
            Üniversiteye ulaştığımda hem ferahladım, hem de güneş tepemi yaktı kavurdu. Ama en azından minibüsteki o müzik yoktu artık.
            Girişte beni tüm ihtişamıyla Tıp Fakültesi karşıladı. Gerçekten muazzam bir bina yapmışlar. Kapısında beyaz önlüklü öğrenciler, hastalar, hasta yakınları. Uzun zamandır ilçede olduğumdan kalabalığın, şehrinde yabancısı olmuşum, kendimi bir köylü gibi hissediyorum. Hâlbuki bende böyle bir üniversitede okudum. Ama askerlik işsizlik derken neredeyse okuduğum üniversiteyi unutup yaşadığım küçük ilçenin bir parçası haline geldim. Sağa sola batkından sonra, sanırım hizmetli olacak gözüme birini kestirdim ve sordum;
-          Pardon, Ösym Bürosu nerde?
-          Sınav başvuru yerini mi soruyorsun?
-          Evet.
-          Bak şuradan sağa döneceksin, sonra dümdüz git. Zaten kalabalığı görürsün.
-          Sağ olun.
            Tam da tarif eden adamın dediği gibi oldu her şey. Kalabalığı görünce baya canım sıkıldı. Güya erken gelecek erkenden işimi halledecektim. Zaten ne yolunda gider ki benim hayatımda?
            Sıra tam bir insan güruhu, yaşlısı, genci, öğrencisi, hamilesi, çocuklusu, emeklisi ne ararsan burada toplanmış. Abartmak gibi sanırsın sanki mahşer yeri kurulmuş. Sıranın sonunu bulmakta biraz zorlandım. Bu tip durumlarda da son sırada olmak hep canımı sıkmıştır. Sıra tek sıra halinde değildi. Dörtlü beşli gruplar halindeydi. Herkes birileriyle konuşuyordu. Sanki yalnızca ben yalnız gelmişim gibi hissettim.
            Elimde müracaat evraklarım vardı. Nüfus cüzdanı fotokopisi, aday bilgi formu, diploma aslı ve fotokopisi ve bir sürü ıvır zıvır. Kayıt sistemine fotoğrafımı çekecekler diye saç sakal tıraşı da oldum. Pek âdetim değilse de beyaz çizgili gömleğimi de geldim. Ama gömleğimiz yakası ensemi ve boğazımı tahriş etti. Zaten ne zaman tıraş olsam böyle olur. Hassas bir cildim var. Bir keresinde sırf fala kaşıdım diye sağ bacağım baştan aşağı yara olmuştu. Minibüs yolculuğundaki sıcak ve nemli havanın ve bol bol terlemenin de bu duruma oldukça etkisi olduğu aşikâr elbette. Sonra başladım beklemeye. Bu bekleme olayı ruhumda derin yaralar açmıştır zaten.
             İlk büyük beklememi lise yıllarında astsubaylık sınavına girerken yaşamıştım. Sınav Ankara’nın Mamak ilçesindeki personel okulundaydı. Ben beş yüz bininci sırada filandım. Askeriyenin içine girdik ve bizi bir daha dışarı göndermediler. Sabah saat altıdan akşam saat sekize kadar beklemiştim. Ertesi günde aynı şekilde bekledim. Su kısıtlıydı, yiyecek sade bir asker kantininden sağlanıyordu. Astsubay öğrenciler durmadan bağırıyorlardı. Baktım olacak gibi değil üçüncü gün ben gitmedim. Boş boş dolaştım Ankara sokaklarında. Sonra babama sınava girdiğimi ve sonuç göndereceklerini söyledim. Hala gönderecekler.
            İkinci büyük beklemem üniversite kayıt aşamasındaydı. Gayet heyecanlıydım. Aynı zamanda da sevinçliydim. Ama o kadar bekledikten sonra ne sevinç kaldı ne heyecan. Okul harcını koskoca vilayette yalnızca üniversite kampüsünün (yerleşkesi) içindeki küçük şube alıyordu. Ben o kadar kalabalığı hiçbir arada görmemiştim; öğrenciler ve öğrenci aileleri. Elbette ben yine bir başımaydı. Tüm gün beklediğimi hatırlıyorum. İki vezne görevlisi çalışıyordu, bir bayan ve bir erkek. Bilmiyorum hayal mi gördüm ama bayan memurun sakallarının olduğunu hatırlıyorum. Elbette bu bekleme çilesi banka ile sınırlı kalmadı. Ardından devlet yurduna kayıt için ertesi gün tüm gün beklemiştim. Saatlerce bekliyordum sıra bana geliyordu ve evraklarımda bir eksik buluyorlardı; yok efendim şunun fotokopisi eksik, yok efendim şunun onayı yok. Eksikleri tamamlıyor ve tekrar tekrar sıraya giriyordum. Akşam mesai bitimine yakın bir zamanda sıra bana geldiğinde görevli memur;
-          Sen hala vazgeçmedin mi bu işten demişti bana.
             O zaman anladım ki bunu bilinçli yapıyorlarmış. Ben asildim beni yıldıracaklardı ki yedeklerden birisini benim yerime yurda yerleştirebilsinler. Tabi ben astsubaylık sınavındaki gibi yılmadım. Çünkü başka çarem yoktu.
            Üçüncü büyük beklememi askere giderken yaşadım. Dört yıllık bir okul bitirdiğimden Askerliği kısa ya da uzun dönem yapma seçeneklerim vardı. Elbette bu seçenekler bana bağımlı değildi. Ankara’nın Polatlı ilçesindeki askeriyede sınava girmem gerekiyordu. Bir gün öncesinden Polatlı’ya vardım. O gece otelde kaldım. Sabah saat beşte kalktığımda askeriyenin önündeki sıra yaklaşık bir kilometre uzunluğunda filandı. Hem de tek sıra halinde değil üçlü beşli sıralar halinde. Tüm gün beklemiştim orada da. Sonra on dakika kadar sınav yaptılar ve kısa dönem asker olarak yaptım askerliğimi. Demek ki iyi bekleyememişim.
            Elbette bunların dışında da çok beklemelerim, sıralarım oldu. Ama en iz bırakan beklemeler bunlardı. Bekleme durumu can sıkıcılığından başka anlamlarda taşır bende. Beklerken daha yalnız, daha korumasız, daha muhtaç, daha çaresiz hissederim kendimi. Üniversite yurt kaydından ruhuma zerk edilen bir psikolojik sıkıntı da; ya eksik evrakım varsa o zaman neden boşu boşuna sıra bekliyorum korkusudur. Yine bu korku içerisinde bu kez Ösym Bürosunun önünde devlet memurluğu sınavı memurluğu için bekliyordum. Hem bekliyordum hem de etrafıma kulak kabartıyordum acaba eksik evrakım var mıdır diye. Aslında bu konuda bir korkumda vardı. Başvuru formunda diplomanın aslı ve onaylı örneği diyordu. Diplomamın aslı vardı evet ya fotokopisinin onayını nerden yapacaktım? Okuduğum üniversite ikamet ettiğim yerden altı yüz kilometre uzakta. Notere yaptırsak dünya kadar para, zaten işsizim. Başladı bende bir endişe dalgası. Bir yandan bekliyorum, bir yandan korkuyorum. İçimden bildiğim ne kadar dua varsa ettim, diplomanın onaylı örneğini istememeleri için. Ama sıra bana bir türlü gelmedi.
            Müracaat kuyruğu bir yılan gibi kıvrılıyordu. Benim bulunduğum yerden Ösym Bürosunun kapısı bile görünmüyordu. Hava oldukça sıcaktı. Sıra hafifçe ilerlediğinde bazı gölgelere denk gelme şansınız oluyordu. Saatlerce bekledim, bekledim, bekledim, bekledim. Sanki sıra hiç ilerlemiyor gibiydi. Durmadan birilerinin cep telefonu çalıyordu. Benim telefonum hiç çalmadı, zaten kim arayacaktı ki beni? O kadar çok bekledik ki gurup halinde gelenlerin bile konuşacak konuları kalmadı.
            Öğle vakti müracaat kuyruğunda bekleyen herkesi bir telaş aldı;
-          Acaba kayıt yapan memurlar öğlenleyin yemek molası verirler mi?
-          Verirler verirler.
-          Tüh, sıradanda ayrılamayız ki şimdi
-          Nereye ayrılıyorsun sıran gider
-          O kadar saat bekledik işte.
-          Bence mola vermezler bu kadar adam bekliyorken
-          Verirler verirler vermez olurlar mı hiç? Onlarda insan sonuçta.
-          Tamam da abi bizde insanız. O kadar ilçeyi merkeze yığacak ne vardı sanki?
-          Nöbetleşe bekleriz olmazsa.
            Tüm kalabalığın işi gücü kalmamış da kayıt yapan memurların izni var mı yok mu onu tartışıyor gibiydi. Derken saat on ikiye geldi çattı. Bizler nefeslerimizi tutmuş beklerken içerden haber geldi; kayıt yapan memurlar öğle molası vermeyeceklermiş. Bu haber kısa süreli bir sevinç yaşatsa da  bu sevinç beklemenin esaretinde kaybolup gitti. Öğleden sonra Ösym Bürosunun kapısını görür gibi oldum. Ne kadar sıkıldığımı anlatmamın imkânı yok. Sıra bana doğru gelince kapıdaki özel güvenlik görevlisiyle muhatap olmak zorunda kaldım. Bu güvenlik görevlisi sıradan on kişiyi içeri alıyor ve diğerlerini bekletiyordu. Ama bunu o kadar laubali ve lakayt bir şekilde yapıyordu ki bu rahatsız edici bir durumdu.
-          Sen, sen, sen, sen, sen ve sen, hoooooooop gerisi beklesin. Sırayla ağam sırayla, herkes girecek, birbirinizi ezmenize gerek yok.
            Şivesinin gereksiz yapışkanlığı, saygısızlığı tam bir baş belasıydı adam. Ama hiç kimse ağzını açıp da bir kelime etmiyordu. Sıra bana geldiğinde artık yorgunluktan ve endişeden bitmiş bir vaziyetteydim. Laubali görevli yine konuşmaya başladı;
-          Sen, sen, sen sen, ve sen, hoooooop! Diğerleri bekliyor.
             Bu kez bu sen’lerin içinde bende vardım. Bu arada belirtmek isterim bu sırada bekleyenleri hepsi lisans dolayında eğitim görmüş kişiler. Kimisi mühendis, kimisi öğretmen, kimisi ekonomist, kimisi fizikçi. Bu güvenlik görevlisi ise muhtemelen ortaokul mezunu ve muhtemelen bir tanıdığının vasıtasıyla işe alınmış birisi.
            Tam sıra bana geldi diye sevinirken içeride yaklaşık otuz kişilik bir sıra ile daha karşılaşmaz mıyım? Beynimden vurulmuşa döndüm. Tam bu sırada güvenlik görevlisi;
-          Diplomalarının onaylı örneği olmayanlar boşuna beklemesin! demesin mi?
            Neredeyse ağlayacaktım. Bir ara gözlerim karardı bayılacak gibi oldum. Benim durumumda birkaç kişi daha vardı. İçimizden birisi;
-          Ya bunu en başta niye söylemediniz, bu kadar beklemezdik diye bağırdı. Adamı alnından öpesim geldi. Aynı güvenlik görevlisi;
-          Ben ne bileyim arkadaşım, müdürüm öyle söyledi. Dedi.
-          Peki, biz şimdi nerede onaylattıracağız şimdi bunu diye tekrar bağırdı biraz önce bağıran arkadaş.
-          Bana ne bağırıyorsunuz kardeşim? Ben ne bileyim diye karşılık verdi güvenlik görevlisi.
            Bağrışmalardan rahatsız olacak ki kapalı bir odadan mavi kravatlı beyaz gömlekli şişman bir adam çıktı. Konuşması daha çok homurdanmaya benziyordu.
-          Arkadaşlar adama ne bağırıyorsunuz, başvuru kılavuzunda yazıyordu bu okumadınız mı?
-          Ne yapabiliriz memur bey?
-          Edebiyat fakültesinin dekanına gidin, diplomanızın aslıyla birlikte fotokopisini gösterin onaylasın.
-          Peki, sıramız ne olacak?
-          Siz onaylatın gelin ben sizi buradan sıraya koyarım.
            Biz üç beş mağdur arkadaş edebiyat fakültesine doğru yollanmaya başladık. Benim fakültenin nerede olduğuna dair bir fikrim yok. Allah’tan arkadaşlardan birisi yerini biliyormuş. Yaklaşık bir bir buçuk kilometre mesafede, ben yürüyorum ama hiç halim yok. Edebiyat fakültesine ulaştık, ikinci kata çıktık. Tam dekanın odasında vardık ki bir hizmetli bizi durdurdu.
-          Nereye kardeşim?
-          Biz Ösym bürosundan geliyoruz, diploma onaylatacağız.
-          Dekan bey yok.
-          Nerede?
-          Ben ne bileyim kardeşim?
-          Bilen birisi var mıdır?
-          Muharrem bey bilir.
-          O nerede?
-          O bugün izinli.
-          Başka kim bilir?
-          Nermin Hanım bilir.
-          O nerede?
-          Kafeteryadadır.
-          Tamam kardeş sağol.
-          Tuvaleti kullanmayın bozuk.
-          Tamam.
            Biz arkadaşlarla kafeteryaya gittik Nermin Hanımı bulduk. Birkaç bayanla birlikte çay içiyordu. Dekan beyin Ösym Bürosuna gittiğini söyledi. Biz hayal kırıklığı içinde bir buçuk kilometre daha yürüyerek Ösym Bürosuna ulaştık. Bitmiş bir vaziyetteydim.
            Ösym Bürosunun kapısında yine aynı güvenlik görevlisi karşıladı bizi;
-          Hoop hemşerim nereye?
-          Bizi tanımadın mı biraz önce edebiyat fakültesine gitmiştik.
-          O beni ilgilendirmez, sırayla alıyoruz.
-          Yahu etme, eyleme, o görevli memur bizi alacağını söylemişti.
-          Ben bilmem hemşerim sırayla.
-          O memurla bir görüşebilsek
-          Kiminle?
-          Yani hani yanımıza geldi.
-          Serdar bey?
-          Evet her kimse işte.
-          Bekleyin bakalım.
-          Serdar beeeeeey! Bak bunlar seni istiyor.
            Birkaç dakika sonra aynı memur içeriden çıktı. Gözünün ucuyla bize baktı.
-          Bir sorun mu var? Yine homurdanır gibi konuşuyordu.
-          Ya biz biraz önce diplomayı onaylatmak için edebiyat fakültesine gitmiştik. Dekan beye onaylatmak için.
-          Evet, dekan bey burada.
-          Siz sıramızın kaybolmayacağını söylemiştiniz.
-          Ben mi?
-          Evet, hatta biz ondan sonra edebiyat fakültesine gittik, dekan bey buraya gelmiş.
-          Dekan beyin tanıdıkları mısınız?
-          Hayır.
-          E o zaman?
-          Diplomayı onaylatmak için.
-          Tamam, girin içeri.
            Bir an bu aptal konuşma hiç bitmeyecekmiş gibi hissettim. Biz içeriye girdik. İçeriye girmemizle birlikte sıra bekleyen kalabalıktan fısıltılar yükselmeye başladı.
-          Ya bu kadar da olmaz ki!
-          Bizde sıra bekliyoruz burada.
-          Dekanın tanıdığıymış
-          Ne yapalım canım dekanın tanıdığıysa?
-          Şikâyet etmek lazım bunları
-          İyi vallahi bizimde tanıdığımız olsa demek ki.
            Güvenlik görevlisinin dışarıya çıkmasıyla birlikte tüm fısıltılar birden kesildi. Yalnızca uzun boyla inve yapılı ve hafif sakallı bir genç;
-          Memur bey, bu arkadaşlar neden sıra beklemeden girdiler diye sordu ama çok kibar bir tavırla. Memursa;
-          Onlar Dekan Beyin misafirleriymiş dedi.
            Ufak bir fısıldaşmadan sonda müracaat kuyruğu eski sıkıcığına geri döndü.
            Biz diploma onaylı örneği olmayan arkadaşlar bizimle homurdanarak konuşan memuru takip ettik. Dikkatimi çeken memurun çok yavaş hareket ettiğiydi. Uzunca bir koridordan sonra bir odanın önünde durduk:
-          Siz burada bekleyin dedi memur. Sonra içeriye girdi. Kısa bir süre sonra dışarı çıktı ve sırayla içeri girin bakalım dedi.
            İçeride beyaz saçlı, kısa boylu ve takım elbiseli bir adam ihtişamlı bir masada oturuyordu. Yüzüme hiç bakmadı. İşin garibi diplomama da hiç bakmadı. Yalnızca diploma fotokopisine imza attı.  Dışarı çıktığımda memur bizi bekliyordu.
-          Gelin bakalım dedi. Memuru takip ettik.
            Memurun ilk başta çıktığı odaya girdik. Tüm diploma fotokopilerini dikkatle inceledikten sonra gayet yavaş hareketlerle önce kaşe sonra mühür bastı.
            Yorgunluktan bayılmak üzereydim. Saçım başım dağılmıştı. İçerideki sıraya girdim. Önümde tahminen on beş ya da yirmi kişi vardı. İşini bitiren dışarı çıkıyordu. Nice bekledikten sonra sıra bana geldi. İşin aslı çalışan memurların haline acıdım. Havasız küçük bir odada iki memur, sıkış tepiş çalışıyorlar, önlerindeki bilgisayarlara kayıt yapmaya çalışıyorlardı. Memurlardan birisi bayandı. Aklıma üniversite yıllarımda banka veznesindeki sakallı memur geldi. Yalnız ortada dikkat çekici bir detay vardı ki memurlar çok ama çok yavaş çalışıyorlardı. Yaptıkları işten usanmış olacaklardı ki usulca evrakları alıyorlar, bilgisayarın tuşlarına yavaş yavaş basıyorlardı.
            Sıra bana geldiğinde tam manasıyla insanlıktan çıkmıştım. Yorgundum, ayaklarım sızlıyordu. Acıkmış ve çok fazla susamıştım. Tüm bilgilerimi girdikten sonra sıra fotoğraf çekmeye geldi. Yazıcının üzerine küçük bir web kamerası konmuştu. Görevli memur kameraya bakmamı söyledi. Kameraya baktım, fotoğraf çekildi 3 lira para ödedim ve kaydım tamamlanmıştı. Bana bir kayıt belgesi verdiler. O belge için tüm gün sıra beklemiştim. Tam da Ösym Bürosundan çıkarken kapıdaki yazıya gözüm ilişti, yazıda; ‘’EMEĞİNİZ EMANETİMİZDİR.’’ Yazıyordu. Hafifçe gülümsedim. Ama aslında ağmak istiyordum. Kalabalıkların arasından sıyrılırken aklıma diplomanın onaylı örneğini istedikleri geldi. Dışarıdaki kalabalığa doğru;
-          Arkadaşlar diplomanın onaylı örneği olmazsa kabul etmiyorlar! İçeride dekan var, ona onaylatabilirsiniz! Diye bağırdım.
            Birkaç kişi bana teşekkür ettiler ve bazı fısıldaşmalar oldu. Artık ne olduğu umurumda bile değildi. Susamıştım ve acıkmıştım. Ama minibüse yetişmemde gerekiyordu. Hızlı adımlarla minibüs durağına yürüdüm. Ayaklarım sızlıyordu. Minibüs durağında beklerken o yazı aklımda dönüp duruyordu; EMEĞİNİZ EMANETİMİZDİR, EMEĞİNİZ EMANETİMİZDİR. Ne havalı bir söz ve bir o kadar da boş. Bir kaç dakika sonra minibüs geldi. Kendi kendime olamaz dedim. Çünkü bu geldiğim minibüstü. Ağlamak istiyordum. Minibüsün şoförü güneş gözlüğünü takmış sigarasını tüttürmeye devam ediyordu.

            Minibüse bindim tıkış tıkış doluydu. Arada bir tabureye oturdum. Ömrümün en iz bırakan beklemelerinden birini daha yaşamıştım. Daha fazla dayanamayıp uyuyakalmışım. Ama dilime şu meşhur ilan yazısı pelesenk olmuştu; Emeğiniz Emanetimizdir…     

( - Emeğiniz Emanetimizdir - başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 14.08.2014 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.