SATLIK
ORUÇ
ÖYKÜ-ERHAN
PALABIYIK
Hasibe
kadın, karanlıkta el yordamıyla, çalan saatin zilini kapatıp yataktan kalktı.
Odanın içi zifiri karanlıktı. Küçük evin duvarları badana edilmemiş olsa hiçbir
yer görünmeyecekti. Pencerenin kaput perdesini biraz araladı. Ay ışığı içeri
vurunca oda biraz aydınlanmıştı. Pencerenin hemen önüne bıraktığı kibriti alıp
gaz lambasına yöneldi. Lambanın fitilini biraz dışarı uzatıp kibriti çaktı.
Lambanın camını taktıktan sonra fitilin ateşini biraz düşürdü. Perdeyi kapatıp
enteriden bozma geceliğini çıkardı ve fistanını üstüne giydi. Lambayı da alıp
mutfağa gitti. Çanaktaki taze tereyağından, bir kaba biraz koyup dış kapıya
yürüdü. Kapıyı açıp bir adım atmıştı ki hava akımının etkisiyle lamba söndü.
"Hay Allah! Sırasıydı ya sönmenin!.." diye söylenerek geri döndü.
Lambayı tekrar yaktıktan sonra fistanının eteğiyle koruyarak dışarı çıktı ve
doğruca tandıra gitti. Tandırın içine biraz sap saman koyarak ateşledi. Köyde,
birkaç evin daha tandırından dumanlar çıkıyordu. Belli ki onlar da sahur yemeği
hazırlıyorlardı. Akşamdan mayaladığı hamuru almak için tekrar eve geldi.
Uyandırmaya kıyamadığı kızı Sevgi'yi, usulca dürtükleyip uyandırdı. İkisi
birlikte mutfağa gidip gaz ocağını yakmaya çalıştılar. Hasibe kadın, önce ocağı
biraz pompaladı. Fışkıran incecik gazın küçük kanalcığa dolduğunu görünce
kibriti çalıp tutuşturdu. Pompa başı ısınınca ocağı biraz daha pompalayarak
ateşi iyice güçlendirdi. Ocaktan çıkan mavi alevlerin ışığıyla mutfak birden
aydınlandı. Sevgi, büyük alüminyum çaydanlığa su doldururken Hasibe kadın,
hamur leğenini alıp tandıra gitti. Sevgi, çaydanlığı gaz ocağının üstüne
koyduktan sonra kardeşlerini uyandırmamaya çalışarak sessizce dışarı çıktı.
Elini yüzünü yıkadıktan sonra anasına yardım etmek için tandıra gitti. Hasibe
kadın, birkaç beze yapıp ekmek tahtasının üstüne dizmişti. Kalan hamurları da
yine beze yapıp bezin üstüne yığıyordu. Sevgi, tandıra biraz daha sap saman
atıp ateşi besledi.
Dört çocuk anasıydı Hasibe kadın. Kocası Yusuf,
karayollarında, demiryollarında geçici olarak çalışıyordu. Yaz aylarında
çalışır, kışta ise boş kalırdı. Evde kaldığı zamanlar, sudan bahanelerle kavga
çıkarıp Hasibe kadını döverdi. Oysa kadın, her işe koşuyordu. Köyde, ara
işlerine gidip amelelik yapıyor, ağaların ekinlerinin elenmesine gidiyor,
çalışıyor, didiniyor, üç beş kuruş getiriyordu evine. Kavgalardan çocuklar da
nasibini alıyordu çoğu zaman. Bu kavgalar, yoksulluğun bir dışa vuruşu gibiydi.
Sac iyice ısınmıştı. Hasibe kadın, bezelerden
birini unlayıp oklavayla ezerek açmaya başladı. Tahtaya yapışmasın diye ara
sıra üstüne un serpiştiriyor, genişçe açıyordu. Üzerine çöktüğü her beze
yoksulluğun, fakirliğin boynu gibi geliyordu ona. Ezim ezim ezerek açtığı
yufkayı sacın üzerine attı. Sevgi, elindeki çevirgeçle ekmeği çeviriyor,
yakmamaya özen gösteriyordu. Bir tane ekmeği yakacak olursa kısmeti kapanır,
evde kalırdı. Öyle söylemişti anası. Sevgi'nin gözlerinden hâlâ uyku akıyordu.
Bir an önce bazlamaları da pişirip karnını doyurup yatmak istiyordu. Sabah
erkenden kalkıp evi süpürüp silecekti. Anası işe gittiği için kardeşlerine o,
analık yapıyordu. Ana kız konuşarak birkaç tane yufka ekmek pişirdiler. Kalan
küçük bezeleri de açarak bazlama yapmaya başladılar. Küçük kardeşinin
ağlamasıyla birlikte Sevgi, koşarak eve gitti. İçeri girdiğinde babasının
uyanmış olduğunu gördü. Hemen kardeşini kucaklayarak yatağına yatırdı ve tekrar
uyuttu.
Hasibe kadın, tandırın başında hem bezeler açıyor,
hem pişiriyor, bir yandan da yağlayarak üst üste yığıyordu. İşini bitirdikten
sonra sofra bezinin içine koyduğu yufka ve bazlamaları alıp eve getirdi. Gaz
lambasının küçüğünü söndürüp yerine büyüğünü koydular. Ocağa konan çaydanlık
unutulmuş, su kaynayıp duruyordu. Hasibe kadın, mutfağa gidip çaydanlığı
ocaktan indirdi. Küçük çaydanlığa bir tutam çay koyup demledi. Biraz da çalkama
(ayran) yapıp sofrayı hazırladı. Hâlâ uyumakta olan Aydın'ı uyandırmak için
yanına gidip yine usulca: "Oğlum. Kalk, sofra hazır. Bugün oruç tut da
orucunu Kemal Ağaya sat. Kendine bir lastik ayakkabı aldırırsın. Kış geliyor.
Bak, ayak1arın çıplak." dedi. Aydın, duymamış gibi arkasını döndü. Anası:
"Oğlum. Sana diyorum. Kalk hadi. Elini yüzünü yu da sofraya gel. Bak, sana
taze bazlama yaptım. İnek yağıyla da yağladım. Bacın da sana çay yapmış. Ye,
yat." dedi. Aydın, gözlerini biraz aralayıp: "Biraz daha yatsam olmaz
mı ana?" diye sızlandı. Anası: "Olmaz oğlum. Ye, sonra
yatarsın." dedi. Aydın, yorganının altında birkaç kez döndükten sonra
kalkıp dışarı çıktı. Elini yüzünü yıkadı, sofraya geldi.
Aydın, ilkokula bu yıl başlamıştı. Anası, Sevgi'nin
eski önlüğünden bozma bir önlük dikmişti ona. Gübre torbasından da bir çanta
yapmıştı. Okula gitmediği zamanlarda da gene anasının diktiği keten işliği
giyerdi. Onunla yatar, onunla kalkar, onunla giderdi oyuna. Arkadaşları gibi o
da hep yalınayak oynardı. Köylü yoksuldu ama Kemal Ağa varsıldı. Varsıl olduğu
kadar da sert bir adamdı. Anası, "Orucunu Kemal Ağaya sat" dediğinde
ölüme gidecek gibi olmuştu. Ama işin içinde lastik vardı. Ölümüne de olsa
gidecekti Kemal Ağaya.
Hasibe kadın, bazlamaları bıçakla dilim dilim
keserek Aydın'ın önüne kale gibi yığdı. Diğer odada uyuyan çocuklar
uyanmasınlar diye alçak sesle konuşuyorlardı. Babası, Aydın'a: "Ağana
söyle de sana bir kundura alsın." diyerek takıldı. Aydın, kunduranın ne
olduğunu bile bilmeden: “He, söylerim buba ağaya" dedi. Babası da her
zaman lastik ayakkabı giyiyordu. Üzerinde büyük harflerle, CANİKLİ LASTİKLERİ
İSTANBUL yazıyordu.Kim bilir kaç kez okumuştu bu yazıyı. Aydın'ın, iştahı henüz
açılmamıştı. Yediği lokmalar bir serçenin yediği kadardı. Anası: "Oğlum,
karnını iyice doyur. Yoksa karnın acıkır, oruç tutamazsın." dedi. Babası
da söyleyince bazlamanın ucundan biraz koparıp zorla yedi. Ağzının içinde
geveleyip duruyordu lokmalarını. Çayının hepsini içti bitirdi. Sofradan kalktı.
Yatağına gidiyordu, anası: "Oğlum. Ağzını iyice yıka, üç kere çalkala, dua
et, niyet et, sonra yat." dedi. Aydın; "Duada ne deyecem ana?"
diye sordu. Anası: "Niyet ettim Allah rızası için oruç tutmaya ve orucumu
Kemal Ağaya satmaya de.” dedi. Aydın: "Ana, ben orucu tutup Kemal Ağaya mı
satacağım? Oruç benim olmayacak mı?" diye sordu. Anası: "Oğlum.
Akşama kadar orucunu tutacaksın, akşam iftara da Kemal Ağaya verip
kurtu1acaksın. Ağa da sana bir lastik ayakkabı alacak." dedi. Babası:
"Tabii alırsa" dedi ve güldü. Sonra: "Söyle de kundura
alsın." diyerek bir daha tenbih etti. Aydın, bu işten pek birşey
anlamamıştı ama akşama kadar birşey yemeyince, içmeyince oruç tutulduğunu
biliyordu. Nasıl olsa karnı toktu. Akşama kadar orucunu tutabilirdi. Yedi yaşındaydı
ve ilk orucunu tutacaktı.
Aydın, ağzını kuyunun tuzlu suyuyla iyice yıkadı,
üç kere çalkaladı, duasını etti, niyet edip yatağına yattı. Akşama ayağına
giyeceği Canikli Lastiklerini düşündü. Ayakkabılar ayağındaymış gibi ayaklarını
çekip birbirine sürttü. Ayakkabıları bir alsa hiç çıkarmayacaktı. Yatağa da
ayakkabılarıyla girecekti. İsterse anası dövsündü. Hele bir de arkadaşlarına
gösterdiğinde.. Belki de kıskanıp üzerine toprak atacaklardı. Ayağına batan
sarı dikenleri anası, iğneyle delik deşik ederek çıkarıyordu. O zaman ayakları
çok acıyordu... Kundurayı düşündü. Nasıl bir şeydi acaba? Lastikten daha mı
güzeldi?.. Ağaya, kundura aldıracaktı. Almazsa orucunu götürüp başkasına
satacaktı... Hayal aleminden rüyalar alemine dalıp gittiğinde anası, babası ve
bacısı güldüler ona. Çocuk değil miydi? Hemen uyudu gitti.
Aydın, kuşluk vakti uyandı. Kalkıp tuvalete gitti.
Elini yüzünü yıkadıktan sonra: "Ben acıktım” dedi ablasına. Sevgi:
"Sen bugün oruç değil misin de deli?” dedi gülerek. Aydın: "Yemek
yesem orucum bozulur mu ki?" dedi saf saf. Sevgi: "Tabii bozulur
deli! Birşey yeme, günaha girersin. Anama da söylerim haa!" dedi. Aydın:
"Yemem aba. Anama da söyleme." dedi gülerek. Teneke bahçe kapısını
açıp sokağa çıkarken ablasının: "Sakın birşey yeme! Yoksa lastik
gider!" dediğini duymadı bile.
Mahalle arkadaşları Mehmet'le Osman'ı, hemen bulup
oyun oynamaya başladı. Babasının, Delice Irmağının kıyısından getirdiği
günebakan sapını, bacaklarının arasına sokarak at gibi yapıp sürüyordu.
Arkasında öyle bir toz bulutu bırakıyordu ki geriden görenler gerçekten atlılar
geçmiş sanırdı. Köyün diğer çocukları da günebakan saplarını alıp birer birer
geldiler. Hepsi, sapları gerçek bir ata binmiş gibi ustalıkla sürüyorlardı, Hep
birlikte bir o yana, bir bu yana gidip geliyorlar, kim daha çok toz bulutu
çıkarırsa yarışı o kazanıyordu. Attıkları sevinç çığlıkları birbirlerinin
sesini boğuyor, kimse kimsenin sesini duymuyordu, çocuklar aleminde. Kimi zaman
at, kimi zaman eşek oluyordu, günebakan sapları. DEEH DEEEH!... ÇÜÜŞ ÇÜÜÜÜŞ!
diyerek naralar atıyorlardı. Atları ve eşekleri durdurmak için DIRRIISSS! diye
babalarını taklit ederek oyunlarına ciddiyet katıyorlardı. Kişneyen atların,
İNYAAA!... İNYAAAA! sesleri ortalığı birbirine katıyordu. Kimi zaman kan-ter
içinde koşuyor, kimi zaman durup dinleniyorlardı.
Aydın, bütün arkadaşlarına bugün oruçlu olduğunu,
akşama ağaya orucunu satıp lastik aldıracağını söyledi. Müjdeler gibi defalarca
söyledi bunu. Arkadaşları, ona inanmadılar. Yalan söylediğini sandılar. Ama
yedikleri leblebi ve üzümlerden verdiklerinde Aydın'ın hiç yemediğini görünce
biraz inandılar. Aydın, çerezi çok severdi. Ağzından şapır şupur sular aktı ama
eliyle sildi ve yuttu. Sonra öteki çocuklar da: "Anama ben de söylerim,
yarın oruç tutup Kemal Ağaya satar, ben de lastik aldırırım.” demeye
başladılar. Biraz da olsa kıskanıyorlardı birbirlerini.
Öğlen olmuştu. Çocukların kimi su içmeye, kimi
ekmek almaya gitti evlerine. Getirdikleri çalmalı (pekmezli) dürümleri yerken
tekrar oynamaya başladılar. Bir elleriyle çalmalı dürümü yerken diğer elleriyle
günebakan sapını tutup, atlarını sürüyorlardı. Bazen keten donu aşağı sıyırıp,
ince toprağa at gibi işeyip gülüşüyorlardı. Aydın, dürümlerini yiyen çocukları
seyretti durdu. Çok acıkmıştı. Ağzının suları akıyordu ama bunu kimselere
bildirmedi…
Güneş ortalığı kasıp kavuruyordu. İtler bile
damların dibine gidip yatıyor veya kazların, ördeklerin yalaklarına girip
serinlemeye çalışıyorlardı. Kazlar, yalaklarına giren itlere Tissss! sesleri
çıkartarak saldırıyorlardı. İtler, başlarını sağa sola sallıyor, salladıkça
sular etrafa sıçrıyordu. Sıcağa dayanamayan çocuklar da evlerinin yolunu
tuttular.
Aydın, evlerinin önüne geldiğinde sanki araba
gelmiş gibi Düt düüüütt! yaparak, birilerinin kendisine kapıyı açmasını
bekledi.. Ancak kimsenin bu sıcakta dışarı çıkacak hali yoktu. Teneke kapıyı
ayağıyla açıp bahçeye girdi. Günebakan sapını bir kenara dayadıktan sonra eve
geldi. Sevgi, hâlâ ev işleriyle uğraşıyordu. Anası da işten gelmiş, sekinin
üstüne uzanmış dinleniyordu. Aydın, ablasından su istedi. Sevgi, bakır tasa su
doldurup getirdi. Aydın'ın yüzüne bile bakmadan verip işinin başına döndü.
Aydın, suyu başına diktiği gibi içti bitirdi. Ağzının kenarından dökülen sular,
çenesinden süzülüp gıdığına doğru aktı, oradan da keten işliğe ve donuna kadar
süzüldü. Sevgi, birden Aydın'ın oruçlu olduğunu hatırlayıp geri döndü: “Oh
olsun! Qh olsun! Orucun bozuldu ya!” diyerek alay etmeye başladı Aydın, neye
uğradığını şaşırdı. Yüzünün rengi değişti. Nereden içmişti? Zehir zıkkım oldu
bir tas su. Kusacak gibi oldu Aydın. Hasibe kadın, oğlunun su içtiğini görmüş
fakat oruçlu olduğu hiç aklına gelmemişti. Aydın, günde on defa gelir, kimi
zaman ekmek ister, kimi zaman su ister, içer giderdi. Anası, alay edip edip
gülen Sevgi'yi azarladı. “Garışma gız! Oğlan bile bile mi içti de alay ediyon?
Unuttu. Unutmasa içer miydi?” diyerek oğlunu savundu. Aydın da anasından
arkalanıp: “He ana gız. Bilsem valla içmezdim. İki gözüm kör olsun ki içmezdim.
Ekmek, Kuran çarpsın ki bilmeden içtim ana." diyerek kendini savunmaya
çalıştı. Sevgi, orucunun bozulmasını çok istiyormuş gibi sevinmiş, hâlâ Aydın'a
bakıp gülüyordu. Anası Aydın'a dönüp: “Oğlum. Ağzını çalkala, bir daha da
birşey yeyip içme. Yoksa orucun bu sefer essahtan bozulur bak.. Haberin olsun.”
dedi. Aydın'ın gözlerine yaşlar geldi ama ağlayamadı. Sevgi'nin getirdiği suyla
ağzını çalkaladı. Tekrar dua edip niyet etti. Anası bir kere daha: "Ağadan
lastikleri alacaksan, orucunu bir daha bozma." diye tenbih etti. Sanki suç
işlemiş gibi utanmıştı Aydın. Anasına: "Ana. Ben akasyanın altına gidiyom.
Orası serin oluyo!" diyerek evden adeta kaçtı. Anası, arkasından
gülümseyerek baktı. O, henüz bir çocuktu. Acıktığında ekmeğe, susadığında ise
suya koşuyordu. Bütün çocuklar öyle değil miydi?
Akasya ağacının altı, köy çocuklarının buluşup oyun
oynadıkları ortak bir yerdi. Sıcaktan, yağmurdan, güneşten koruyordu çocukları.
Akasya çiçek açtığında çocuklar, çiçeklerini yemek için birbirleriyle yarış
ederlerdi. Bembeyaz çiçekler, içine şeker koyulmuşçasına tatlı olurdu. Bazen
çiçeklerin içinden arılar çıkar, korunmak için tek tek çiçek seçerlerdi
çocuklar. Kimsenin çıkmaya cesaret edemeyeceği dikenli dallarına, tıpkı bir
kedi gibi tırmanırdı, çıplak ayaklı köy çocukları. Hemen yanındaki kör kuyu da
çocukların oyun merkeziydi. Akasya ağacı ile kör kuyu, köyün lunaparkıydı
adeta. Akasya ağacı, alabildiğine büyümüş ve gelişmişti. Söylenene göre, kör
kuyu onu yeraltındaki suyuyla besliyormuş. Bu ağaç ve kuyuda çocuklar ne
oyunlar oynarlardı. Ağacın hemen yanı başındaki hendeğin içine saklanır,
serçelerin, sığırcıkların gelmesini bekler ve ellerindeki sapanlarla avlamaya
çalışırlardı…. Az ileride kendi başına otlayan eşeğe binmek için birkaç çocuk,
o tarafa gittiler. Ne yaptılarsa eşeğe binemediler. Her yaklaşana çifte
atıyordu eşek. Sonunda pes eden çocuklar oldu. Yaz mevsimi olduğu için her
taraf yeşillikler içindeydi. Binbir renkte çiçekler, otlar, çimenler, kuşlar,
arılar, böcekler, kelebekler her yanı sarmıştı. Kertenkeleler, peşine
düştükleri kelebekleri avlamak için yer yer pusuya yatmışlardı. Yazın şu sıcağı
da olmasa ne kadar iyi olacaktı.... Çocuklardan bir tanesi,aniden ortaya bir
fikir attı: “Hadi tren istasyonuna gidelim. Posta treni gelirse gaste alır,
geliriz." dedi. Çocuklar bu teklifi hiç düşünmeden oy birliğiyle kabul
ettiler. Akasya ağacının altında bağıra çağıra oynaşan çocuklar, yer yarılmış
da yedi kat dibine batmışçasına ortalıktan kayboldular.
Sekili köyünü ikiye bölen karayolunun altındaki
köprüye kadar koşarak geldiler. Sanki mayın tarlasından geçen kaçakçılar gibi
sessizce karşı tarafa geçtiler. Köprüyü geçer geçmez. bir koşmaca yarışı
başladı. Yarış, ta istasyona kadar sürdü. Yarışı kıl payı kazanan arkadaşlarına
hep bir ağızdan uzun bir: “Afferiiin!” çektiler. Babalarından öğrenmişlerdi bu
aferin” sözcüğünü. Kimi zaman ödüllendirmek, kimi zaman da alay etmek için
kullanırlardı. İstasyonun yanında Toprak Mahsulleri Ofisi'nin ambarı vardı.
Ambarın duvarının dibine saklanıp trenin gelmesini beklemeye başladılar.
Hava, korkunç derecede sıcaktı. Ortalıkta kimseler
görünmüyordu. Beklemekten sıkılınca az ileride bulunan eski buğday silolarına
doğru koştular. Kurbağalar, silonun içindeki sudan çıkmış, taşların üzerinde
güneşleniyorlardı. Çocuklar, rayların üzerinden topladıkları balast taşlarını,
hızla kurbağaların üzerine atmaya başladılar. Sivri kafalı, iri gözlü yeşil
kurbağalar, aniden yedikleri taşlarla önce yan yatıyor, sonra da cansız
düşüyorlardı. Taşlar öyle keskin ve ağırdı ki değdi mi kurbağaları mutlaka
öldürüyordu. Kaçabilen kurbağalar, hızla suya atlayıp diplere çekiliyor, sonra
da suyun içinden çocukları seyrediyorlardı. Çocuklar, her vurdukları kurbağa
için birbirlerine bir afferin çekip gülüşüyorlardı. Ben vurdum, sen vurdun
kavgası oluyordu. Bir yandan da istasyondakilere görünmemek için sessiz olmaya çalışıyorlardı.
Suyun içinde bulunan yüzlerce kurbağa, bir o yana, bir bu yana kaçışıyorlardı.
Taş yememek için bölmelere saklanıyor, çocuklar oralara da taş atmaya
başlayınca ne yapacaklarını şaşırmış bir durumda diplere dalıp kayboluyorlardı.
Arada bir suyun yüzüne çıkıp alay eder gibi: “Vırraaak!” deyip kaçıyorlardı.
Suyun içinde kara bir leke gibi duran sülükler de her taştan sonra tortop olup
kıyılara çekiliyorlardı.
Kurbağalar, artık çıkmıyorlardı. Suyun yüzünde
toplanan onlarca ölü kurbağaya birkaç atış daha yaptılar. Parça parça olan
kurbağalardan sanki hiç kan akmıyordu. Bembeyaz etleriyle suyun içinde öylece
yatıyorlardı. çocuklar, bu defa suyu taşlamaya başladılar. Her attıkları taş,
suda dalgalar halinde daireler oluşturuyordu. Hepsi durup, oluşturdukları
daireleri zevkle izliyorlardı. Suyun derinlerine düşen taşlar lump! cump! diye
sesler çıkarıyor, en büyük daireleri oluşturuyordu. Çocuklar adeta tahrik
oluyor, sıcaktan ısınan taşların, ayaklarını yakmasına bile aldırmadan,
kucaklarına doldurup doldurup getiriyorlardı. Bazen atılan taşlar tesadüfen
dipteki bir kurbağayı öldürüyordu. İşte o zaman herkes bu ölüme sahip çıkıp:
"Benim attığım taş değdi! Yok seninkisi değdi, benimkisi değdi!"
diyerek tartışıyorlardı. Aydın, makasçı Hayri'nin istasyon binasından çıktığını
gördü ve hemen arkadaşlarına haber verdi. Bütün çocuklar, duvarın dibine
saklanıp sessizce beklemeye başladılar.
Makasçı Hayri, lacivert takımının içinde
terlemişti. Terini, elinin tersiyle silerek ağır ağır yürüdü. Makas başına
gitmek için bir hayli yürümesi gerekiyordu. Tren gelmeden önce orada hazır
beklerdi. Yaz-kış takım elbisesini giyer, devletin verdiği bu elbiseyi bir an
olsun çıkarmayı düşünmezdi. İnce ve parlak rayların üstüne çıkar, tıpkı bir
çocuk gibi düşmeden yürümeye çalışırdı. Herkesin kendisini seyrettiğini bilir,
akrobatik gösteriler yapardı çoğu zaman. Hiç düşmeyeceğini sandığı bir anda da
taşların üstüne düşer, herkesi güldürürdü kendine. Rayların üstünde cambazlık
yaparken ıslık çalar, türkü söylerdi. Hele bir türküsü vardı ki dillere destan.
Köyün kızları, radyodan dinliyormuş gibi dinlerdi bu türküyü.
Hani ya da benim elli dirhem pırasam, pırasam
Bir mum yaksam Konyalımı arasam vay vay
Konyalım yürü. Yürü yürü yürü fistanını sürü…
Makasçı Hayri, marşandizlerin su aldığı pompanın
yanındaki lojmanda kalıyordu.Yıllardır bekardı. Köyün kızlarını gördü mü bıyık
altından güler, tavlamaya çalışırdı. Kızlar, onun deli olduğunu bildiklerinden
hiç aldırış etmezlerdi. Hele güzel bir kız gördüyse hemen, "Ana beni
eversene, everip de gebersene..." türküsünü söylerdi. Ama en çok söylediği
"Konyalım" türküsüydü. Çocuklar: "Deli Hayriii! Deli
Hayriii!"diye bağırarak alay ederlerdi onunla. Hayri, çocukları çok sever
fakat kızmadan da edemezdi. Bazen küfür eder, bazen de eline kocaman bir balast
taşı alıp fırlatırdı. Fakat vurmak için atmazdı. Çoğu zaman da duymazdan gelir,
sesini çıkarmazdı.
Makasçı Hayri geçtikten sonra çocuklar,
saklandıkları yerden teker teker çıktılar. Güneş, dünyayı yakıp kavurma
kararlılığını sürdürüyor, çocukların beyinlerine işliyordu Susuzluktan Aydın'ın
dili damağına yapışmış, halsiz düşmüştü. Çocuklardan birisi: "Hadi,
Delice'ye gidip çimelim" diye bir öneri attı ortaya. “Tamam. Hadi gidip
biraz serinleyelim!” dedi bir diğeri. “Eşşeğe de bineriz!” diye zıpladı başka
bir tanesi. Fakat Aydın, hiç yanaşmadı bu teklife. Çünkü anası ona: "Sakın
Delice'ye çimmeye gitmeyin. Su alır götürür sizi. Bak, öğretmeni atıyla bir,
nasıl alıp götürmüştü? Sizi de alır götürür, yutar." diye tenbih etmişti.
Delice Irmağı, yaz aylarında az akar ancak aniden yağan yağmur sonrasında
seller gelirdi. Önüne ne katarsa alıp götürürdü. Bazen çobanlar, sürülerini
sulamaya getirir, sürüleri de alır götürürdü Delice. Çocuklar, oy birliğini
sağlamaya çalışırlarken posta treninin dumanı gözüktü uzaktan. Gökyüzünde tıpkı
bir hortum gibi görünüyordu, siyah dumanlar.
Posta treni, Çerikli'den yolcu almış, Yeniyapan
istasyonundan pas geçip Alagedik'ten Sekili'ye doğru geliyordu. Çocuklar,
trenin gelişini seyretmek için tarlaların içine doğru açıldılar. Tarlalardaki
tuzlu topraklar geriden bakıldığında su gibi gözüküyordu. Makasçı Hayri, küçük
makas kulübesinin önünde heykel gibi durarak, elindeki kırmızı bayrağı
sallamaya başladı. Çocuklar, kırmızı bayrağı görünce sevinçten, havalara
zıplayıp, alkışladılar. Çünkü, kırmızı dur, yeşil geç demekti. Tren durmazsa
gazete alamayacak, su satamayacaklardı. Koşarak gelen bir adamı andıran posta
treni, makas başına gelince yavaşladı. Sanki Hayri'yi selamlıyordu. Marşandizin
yarısı yolcu, yarısı yük vagonuydu. Ova düz olduğu için arkasındaki onlarca
vagon hiç görünmüyor, sanki tek başına gelmiş gibi görünüyordu.
Süleymanlıözü'nün köprüsünün tam üstünde durdu. Köprünün altındaki kurbağalar,
sıçrayarak gizlendiler. Yorulmuş bir adam gibi iki ellerini yanına koyup istasyondaki
hareket memurunu beklemeye başladı. Bir süre ortalıkta görülmeyen hareket
memuru, birden dışarı çıkıp elinde sarılı bulunan bayrağı açtı. Açılan bayrağın
rengi yine kırmızıydı. Yorgundu ve durduğunda gitmek istemiyordu bu demir adam.
Pistonunu her hareket ettirişinde, "Niye beni rahat bırakmıyorsunuz?” der
gibiydi makiniste. Bir gölgeye çekilip dinlemek istiyordu sanki. Pistonu bir
içeri, bir dışarı gidip geldikten sonra yavaş yavaş yürüdü. Yürürken ön
tekerlekleri ters dönüyormuş gibi görünüyordu. Makinist, koluyla asılınca acı
sesler geldi düdüğünden. Hu hu huuuuu!... cüf cüf cüf!... küf küf küf!...
diyerek istasyona yöneldi. Makinist, başını camdan çıkarıp baktığında is ve
kara bulaşığı yüzü göründü. Makasçı Hayri de simsiyah dumanlar içinde kalmıştı.
Çocuklar, trenin kalktığını görünce avını bekleyen
bir avcı gibi sabırsızlandılar. Kıvrım kıvrım gelen posta treni, yaklaştıkça
daha iyi görünüyordu. Çocuklar, vagonları saymaya başladılar ancak düz yere
gelince daha fazla sayamadılar. Rayların boşluğuna gelen demir tekerlekler,
tıkır tıkır tıkırdıyordu. Önündeki bakır işleme, üzerindeki Türk bayrağı,
postaya ayrı bir güzellik veriyordu. Kömür kokusu etrafa yayılıyor, genizleri
yakıyordu. Altından attığı kızgın ateşler ise ağaç travestlerin üstünde
dumanlar çıkarıyordu. Makinist, başını camdan çıkarıp bir şeye kızmış gibi
baktı ve geri çekildi. Kara bir yılan gibi kayarak geliyordu posta treni.
Önünde kocaman harflerle TCDD yazıyordu. Yolcular, kompartımanlarının camlarına
çıkmış, serinlemeye çalışıyorlardı. En arkalardaki birkaç yük vagonu da iyice
görünmeye başlamıştı.
Tren, istasyona gelince su pompasının önüne durdu.
Çocuklar iyice ortaya çıkıp postaya yaklaştılar. Gözleri yine de deli
Hayri'deydi. Ne olur, ne olmaz diye bakındılar makas başına. Hayri’ kulübede
görünmüyordu. Mini tahta kulübe de sıcağın etkisiyle erimiş gibi görünüyordu…
Hemen vagonlara hücum ettiler. Yolcuların
verdikleri şişeleri doldurup, beş kuruşa, on kuruşa satmaya başladılar. Bir
yandan suları veriyor, bir yandan da: "Abi, gaste ver! Gaste yok mu?” diye
soruyorlardı. Kimi yolcular, aldıkları suları bir dikişte içip bitiriyor,
tekrar istiyorlardı. Kimileri de şişeyi alıp parasını vermeden.kompartımanda
kayboluyordu. İşte o zaman çocuklar, arkalarından: "Emmi lan! Paramı versene!"
diye bağırıp, basıyorlardı küfürü. Ama kazandıkları paraları ceplerine
koyduklarında, keyiflerine diyecek yoktu doğrusu. Vagonların üstündeki küçük
tabelalarda Kurtalan Ekspres yazıyordu ama tren postaydı. Ekspresin vagonlarını
takmışlardı postaya. Aydın, en son yolcu vagonuna gidip camdan dışarı bakan bir
kadından gazete istedi. Kadının, uykudan yeni kalkmış gibi bir hali vardı.
Hiçbir şey söylemeden kompartımana gidip geri geldi. Elindeki Hürriyet
Gazetesini Aydın'a atarken: “0kuma yazma biliyor musun sen?” diye sordu, alaycı
bir şekilde. Aydın: “He abla, biliyom. Okula gidiyom, örtmenimiz bizi
okutuyo." dedi gururla. Kadın, göz ucuyla Aydın'ın üzerindeki giysilere
baktı. Ayaklarına baktığında Aydın biraz mahcup oldu. O anda, ayaklarını balast
taşlarının içine gömüp saklamak istedi. Aydın, gazeteyi okuyarak kadına, okuma
yazma bildiğini kanıtlamak istiyordu. Kadın: “Hadi fazla dolaşma. Trenin
altında kalırsın.” diyerek etrafı seyretmeye koyulunca, keten donunu çekip
gazeteyi donunun lastiğine sıkıştırdı. Aydın, kadının uyarısına pek kulak
asmadı. Çünkü posta treni günde sadece bir kez geçiyordu. Daha çok gazete alıp,
su satarak para kazanmalıydı. Paranın ne olduğunu pek bilmiyordu ama parayla,
iskeleden halkalı şeker ve gazoz alındığını iyi biliyordu… Bazı yolcular,
şişeleri içeri getirmelerini istiyorlardı. Trenin içine bile girip çıkıyordu
çocuklar ama trenin aniden hareket etmesinden ve orada kalmaktan da
korkuyorlardı. Binip yıldırım hızıyla geri inerek, işlerine devam ediyorlardı.
Tren, su pompasından su aldı. Trenin bu kadar çok durmasına çok sevinmişti
çocuklar. Bir an, bir araya gelip kazandıkları paralardan sözettiler
birbirlerine. Aydın, cebindeki sarı beş kuruş ve on kuruşları karıştırırken çok
mutluydu. Açlığını ve orucunu tamamen unutmuştu… Çocuklar, hareket memurunun
çaldığı hareket düdüğünü duymamışlardı. Tren aniden hareket edince, şişeleri
yolculara doğru uzatmakta güçlük çektiler. Bazı yolcuların su şişelerini
düşürüp kırdılar. Posta treni, adeta kaçarcasına gidiyordu. Vagonların kapılarının
bir çoğu açık kalmıştı. Çocuklar, aşağıdan kapatmaya çalıştılarsa da hepsini
kapatamadılar.
Tren gittiğinde orta yerde sadece hareket memuru
Tonak, kalmıştı. Çocuklar, rayların öbür tarafındaydılar. Tonak, çocukları
orada görünce öyle bir bağırdı ki çocukların ödü koptu. Kendilerini ambarın
arka tarafına zor attılar. Tonak, istasyon binasına girinceye kadar beklediler.
Deli Hayri de gözükmüyordu ortalıkta. Sonra saklandıkları yerden çıkıp köye
doğru yürüdüler… Sarı gavur dedikleri Tonak, ecnebiydi. Türkçe’si bile
anlaşılmıyordu. Ramazan aylarında herkes oruç tutarken o, sigarasını yakar,
inadına köyün ortasında tüttüre tüttüre içerdi. Köylüler, ona çok kızar ama
birşey de yapamazlardı. Nitekim yıllar sonra Tonak, öldürüldü. Aydın, kazandığı
paraları işliğinin cebine koymuş, yürürken düşmesin diye eliyle sıkıca
bastırıyordu. Güle oynaya iskeledeki kahvehanenin önüne geldiler. Köylüler
oturmuş, sohbet edip oyun oynuyorlardı. Çocuklar getirdikleri gazeteleri on'ar
kuruşa, köylülere sattılar. Cepleri, şıkır şıkır parayla doldu. Mutluluktan
uçuyorlardı. Kazandıkları paraları, bir an önce analarına müjdelemek için
evlerinin yolunu tuttular. Çerçi Köro'dan, kendilerine üzüm, keçiboynuzu, kırık
leblebi, halkalı şeker alıyordu anaları.
Buruncuk köyünden olan Çerçi Köro, eşeğiyle köye
geldiğinde kutsal bir din adamı gibi karşılanırdı. O, geldiğinde sanki bayramın
birinci günüymüş gibi sevinirdi çocuklar. Kadınlar bile çerçinin etrafında
toplanır saatlerce seyrederlerdi. Köro, köyün meydanında durur, akşama kadar beklerdi.
Beyaz eşeği de hiç kıpırdamadan aynı yerde dururdu. Torbasını takıp yemini
yedirirdi Köro. İşini çok ciddi yapan
birisiydi. Küçük el terazisine koyduğu şeyleri ağırca tartar, çocukların
eteğine dökerdi. Gözünün birisi kör olduğu için herkes ona: “Köro Dayı”, “Köro
Emmi” diye hitabederdi. Bazen “Köro Dayı" diyen çocuklara kızar:
"Köro deme lan! Eşşoolueşşek!" diyerek hafifçe kulaklarını çekerdi.
Köyün çocukları, çoğu zaman evlerinden gizlice aldıkları arpayı, buğdayı hatta
gurk tavuğun altındaki yumurtaları kapıp, Köro'nun yanına koşarlardı.
Alabildiklerince şeker, üzüm leblebi alırlardı. Çocuklar, çok seviyorlardı Köro
Dayılarını. Köro da onları çok severdi ama kesinlikle belli etmezdi. Biraz da
zevkine yapıyordu, bu işi. Parası olmayan çocuklara da leblebi, üzüm verir,
onları sevindirirdi. Kör gözünün ucuyla, onlara sevgiyle bakardı…
Eve geldiğinde Aydın, açlıktan bayılacak gibiydi.
Orucunu da, lastikleri de umursamıyordu artık. Kazandığı paraları bile
göstermeden anasından dürüm istedi. Anası vermedi. Karnını doyurmak için
sessizce mutfağa yönelmişti ki Sevgi, arkasından yetişip orucunu bozmasına
engel oldu. Anası, oğlunun bu haline çok üzüldü. "Yoksulluğun gözü kör
olsun. Elde avuçta yok ki çocuğuma bir lastik alayım. Ağalara, beylere avuç açar
olduk. Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz…" diye dertlendi
için için. Ellerini havaya kaldırıp Allah'tan dilekler diledi. Şu mübarek
günlerde bolluk, bereket vermesini istedi umutsuzca. Ellerini yüzüne sürdü ve:
“Allah' tan umut kesilmez” dedi kendi kendine. Aydın, mutfaktan çıkmıyordu.
“Lastik mustik istemiyom! Ben yemek yiyecem!" diye bağırıyordu. Sevgi,
vazgeçirmek için: "Şunun şurasında ne kaldı ki deli. Sabret biraz. Akşam
ağanın evinde etli yemekler yiyeceksin." diye diller döküyordu. Aydın:
"Bubamın parası olunca bana alır. Alamazsa, okuyup adam olduğumda kendim
alırım." diyerek direniyordu Sevgi'ye. Anası, mutfağa gelip Aydın'a kızdı
ve dışarı çıkarttı. Aydın, ağlamaya başladı. Anası: "Orucunu bozarsan
büyük günah olur. Cehennemde yanarsın." diyerek korkutup susturmak istedi.
Aydın, ağlayarak gitti, merdivenlerin üstüne oturdu. Biraz sonra ağlamayı kesip
ağanın evinde yiyeceği yemekleri düşündü. Tatlıları, balları, börekleri düşündü … Anası Aydın'a, "Ağanın evinde herşey
var" demişti. Kendileri gibi fakir fukara değildi ağa. Anasının
söylediğine göre ağanın evinde pastırma da olurmuş. Bir keresinde babası,
arkadaşının verdiği pastırmayı eve getirmiş, hep birlikte yemişlerdi.
Pastırmanın tadı hala damağında duruyor, kokusu burnunda tütüyordu. Bala
değişmezdi pastırmayı…. İçini çekti birden. Ah şimdi bir çalmalı dürüm olsaydı…
Öyle de susamıştı ki, bir helke su olsa içecekti… Kayadibi'ndeki ebesi,
çanaklarla gönderirdi pekmezi. Çok severdi ebesini. Anasının köyü olan
Kayadibi, sanki bir yalancı cennetti. Binbir güzelliğe sahipti. Aydın, yaz
mevsimlerinde ebesi Elmas hatuna gider, günlerce kalırdı. Okullar kapansın,
yine gidecekti. Ebesi, her yıl un, bulgur, yağ, salça, pestil, pekmez
gönderirdi kendilerine. Yaz kış pekmez yerlerdi… Bugün oruç tuttuğu için okula
da göndermemişti anası… Güneşe meydan okurcasına merdivenin üstünde oturmuş,
hayaller kurarken anası seslendi: "Oğlum. Sıcaktan kavrulacaksın. Çarpar.
İçeri gir de biraz dinlen." Aydın'ın inadı üstündeydi. Kalkmadı. Yüzü
kıpkırmızı olmuş, terleri su gibi akıyordu. Ellerini başına siper etmeye
çalıştıysa da fayda etmedi güneşe. Sonra kalkıp içeri geçti. Sekinin üstüne
uzandı. Gözlerini kapatıp bir an önce uyumak istedi. Uyursa akşam daha çabuk
olurdu. Ama uyuyamadı çünkü karnı açtı. Duvardaki saate baktığında, saat üçü
gösteriyordu. Okulda öğrenmişti saati. Kocaman saat öyle ağır dönüyordu ki
kalkıp elleriyle akrep ve yelkovanı hızlandırmak istedi. Bir an önce akşam
olsun istiyordu.
Sekinin üstünde hayal kurmaya başladı. Lastiği alıp
giymişçesine ayak parmaklarını oynattı. Ya bir de ağa lastiği almazsa? O zaman
orucu boşuna mı tutmuş olacaktı? Ama kocaman ağa. Bir lastikten mi kaçacaktı?
Babası, “Kundura aldır!” demişti ama umurunda değildi. Ayağında bir ayakkabısı
olsun da ister lastik, ister kundura. Kış günü kilteli naylon ayakkabı
giyiyordu ama lastik gibisi yoktu. Arkadaşlarının çoğu yalın ayak geliyorlardı
okula. Ayaklarına batan sarı dikenler ve andak dikenleri, canlarını
alıyormuşçasına acıtırdı… Arkadaşlarının çantaları da gübre torbasından, şeker
torbasından, telhizden yapılmıştı. Sadece memur çocuklarınınki ilçeden alınma
naylon çantalardı… Aydın, hayal alemindeyken uyudu kaldı. Hasibe kadın, içeri
girdiğinde önce hiç dokunmadan oğlunu seyretti. Sonra bir çarşaf getirip üstüne
örttü ve dışarı çıktı usulca.
Aydın, rüyasında yiyecek ve içecekleri görüyordu.
Etleri yiyor ama su içmek istediğinde pınarın başındaki yaşlı ve çirkin kadın,
su içirtmiyordu ona… Öğretmenini gördü. Okula gelmedi diye elindeki yılgın
sopasıyla vurup bağırıyordu kendisine… Sonra ağayı gördü. Ağanın, lastik değil
de kundura aldığını görünce aniden uyanıp oturdu sekinin üstünde. Şöyle bir
sağına soluna baktıktan sonra gözlerini ovuşturarak kalktı. Anasının yanına
gelip: "Ana gız, ben acıktım. Daha iftar olmadı mı?" diye sordu.
Anası: "Eccik bir zaman kaldı oğlum. Ezan okununca yemeğini yersin."
diyerek teselli etmeye çalıştı. Aydın'ı elinden tutup aradaki sekinin üstüne
oturttu.
Hasibe kadın, mutfakta akşam yemeği için birşeyler
hazırlıyordu. Gaz ocağı isli yandığı için her taraf is içinde kalmıştı. Gaz
alacak para da yoktu. Hemen ocağı söndürüp dışarı çıktı. Yer ocağına biraz çalı
çırpı koyup ateşledi. Eğilip üfleyerek ateşi iyice güçlendirdi. Yan tarafta
bulunan tezeklerden birkaç tane getirip ocağın altına attı. Attığı tezeklerin
dumanları da gaz ocağını aratmadı. Bir süre sonra tutuştuklarında, dumanın
yerini közler almıştı. Tekrar mutfağa gidip her tarafı karalanmış tencereyi
alıp getirdi. Bakır tencerenin içinde, gaz ocağında pişmemiş patatesler vardı.
Tencereyi ocağa koyduktan sonra Sevgi'ye seslendi: "Sevgi, gızım.
Tencereyi ocağa vurdum. Ben içeri giriyom, bi gözün burda olsun." diyerek
tenbih etti. Aydın, elini yüzünü yıkayarak kendine gelmeye çalışıyordu. Gözünün
önünde kelebekler uçuşuyor, karnı gurul gurul ediyordu. Babasının deyimiyle, sanki
Kara Hasan'ın itleri boğuşuyordu karnında. Dışarı doğru yürüdü. Bir gözü, köyün
minaresiz camisindeydi. Hocanın, taşın üstüne çıkıp çıkmadığını merak ederek
gitti, baktı. Ortalıkta kimseler yoktu. Yerdeki taşları tekmeleyerek geri
döndü.
Güneş, hâlâ yakıcılığını koruyordu. Sekili ovası
hep böyleydi. Yazın çok sıcak, kışın da çok soğuk olurdu. Köyün, sürekli bir
hocası yoktu. Kimi zaman köylüler kendi aralarından birini hoca tayin eder,
ezanları o kişi okurdu. Kimi zaman da Toprak Mahsulleri Ofisi'nin üstündeki dev
çelik silolorda bulunan düdük çalınarak haber veriliyordu. Bu düdük öyle güçlü
bir ses çıkarıyordu ki, çevre köylerden bile duyuluyordu. Köylüler,
"canavar düdüğü” adını takmışlardı ona. Şimdi Ramazan ayı olduğu için
başka köyden bir hoca geliyordu. Sekili köylüleri, yoksul ve kendi kaderlerine
terkedilmiş insanlardı. Anadolu köyleri nasılsa onlar da öyleydi. Aynı sefalet,
aynı yoksulluk burada da vardı. Kimi bebekler, köyde doktor olmadığı için daha
doğarken ya da doğduktan hemen sonra ölürlerdi. Her yer kışın çamurdan, yazın
tozdan geçilmezdi. Köylüler: "Köyünü ya yolun kıyısına, ya suyun kıyısına
kuracaksın.” derlerdi ama içinden geçen demiryolu, bu köyün yazgısını
değiştirmeye yetmemişti. Sekili, hem yolun hem suyun kıyısına kurulmuştu ama yazgısı,
trenin dumanları kadar karaydı. Değişen bir tek şey olmuştu Sekili'de. O da ağa
egemenliği zulme dönüşmüştü. İskele dedikleri çarşı, demiryolunun yanına
kurulmuştu. Köylüler, iskeledeki kahvehanelerde oturup duruyorlardı. Domino,
pişti, atmışaltı oynayıp zaman öldürüyorlardı. Toprak ağaları ise ovayı ayrık
otu gibi pıtrak gibi sarmış, köylülerin gırtlaklarına dayanmışlardı. Onbinlerce
tarlayı ekip biçiyor, aynı tarladan bir dönüm de köylüler ekse hemen jandarmayı
çağırıp karakola götürtüyorlardı. Oysa her yer hazinenindi. Köyün en büyük
ağası, Cumhuriyet Halk Partisi'nin mebusu Dr. Celal Sungur'du. Onbinlerce dönüm
hazine arazisini ekip biçiyor, kimselerin sesi çıkmıyordu ona. Sekili,
Kayadibi, Zencir, Süleymanlı, Çalıklı, Buruncuk, Arslanhacılı, Terzili
köylerinin hepsini ağalar, ekip biçip yiyorlardı. Köylüler de bu tarlalarda
amele olarak çalışıyorlardı. Köylüler, kendi aralarında küçük sebeplerden bile
kavga çıkarıp adam yaralıyorken, en büyük ağa Dr. Celal Sungur'un karşısında
ceket ilikleyip selam durmaktan başka birşey yapamıyorlardı. Ağalara karşı
güçlerini birleştirmiş olsalardı, bu ovada bir karış yer ekemezlerdi.
Köylülerin kimi, ekmek parası kazanmak için Sekili tuzlasına gidip kazmalarla
kayalardan tuz çıkarıyorlardı. Kimi köylüler de Delice Irmağı'ndan balık
avlayarak geçimlerini sağlıyorlardı. Delice Irmağı ovaya hayat veriyordu. Taş
eksen canlanırdı bu ovada. Ovada tek cansız olan, köylülerdi. Evlerindeki
birkaç tavuk ve bir inekle geçinip gitmek istiyorlardı. Ağalar, büyük arklar
açtırarak Delice'den aldıkları sularla tarlaları bolca suluyor, pamuk, çeltik,
susam ekip bire kırk ürün kaldırıyorlardı. Köylüler, çalıştıkları tarlalardan
günlüklerini bile zor alıyorlardı. Delice akıyor, köylüler bakıyordu. Birkaç
dönüm tarlası olanlar da vardı ama bunlar tohumlarını bile alamıyorlardı. Köyün
evleri de hep kerpiçtendi. Kestikleri kerpiçleri, evlerinin önünde kuruttuktan
sonra örüyorlar, üstlerini Delice'den getirdikleri yılgınlarla örtüyorlardı.
Damını da sap saman karıştırdıkları çamurla sıvayıp içine çekiliyorlardı.
Köyde, kadınlar ev işleri ve çocuklarla meşgul oluyordu. Bir inekten aldıkları
sütü, yoğurda, tereyağına dönüştürüp, evin geçimine katkıda bulunmak için
didinip duruyorlardı. Yaz günü ot yemekten köylünün damarları kuruyordu. Yedikleri
madımak ,yemlik, kuskustu. Köyü, sık sık Süleymanlı deresinden gelen sel suları
basıyordu. Biri de çıkıp buna bir çözüm bulmaya çalışmıyordu. Her yıl onlarca
ev sular altında kalıyor, hayvanlar telef oluyordu ama kimsenin umurunda
değildi. Nasıl olsa zarar gören köylülerdi. Mebusa bir şey olmasın da gerisi
önemli değildi. Köyün içinden, onlarca devlet büyüğü gelip geçmiş ama hiçbirisi
inip de köylülerin derdini dinlememişti. Devletin en büyük temsilcisi olan
mebus Dr. Celal Sungur ise köye gelip gidişlerinde jandarmalar tarafından sıkı
korunuyordu. Devlet iyi korunmalıydı. Köylüler, mebusu devlet biliyorlardı.
Devlet de kendi köylerinden hazine arazilerini ekip biçip alıp gidiyordu.
Devleti yakından tanımıştı köylüler. Devlet, ağa idi, CHP idi.
Aydın, duvara dayadığı ağaç merdivenle dama çıkarak
caminin giriş kapısının açılıp açılmadığına baktı. Kapı kapalıydı. Ortalıkta ne
hoca vardı ne de bir başkası. Canı sıkıldı. Damdan inip evin önündeki bahçede
dolaşmaya başladı. Anasının ektiği sebzeler, yeni çıkmaya başlamıştı.
Tulumbanın koluna ağır ağır basarak kuyudan su çekti. Sonra küreği eline alıp
karıkların kenarlarını düzeltmeye başladı. Ara sıra elindeki küreğe yaslanarak
babasını taklit ediyordu. Babası da küreği yere saplar, bir koluyla küreğe sarılarak
yaslanırdı. Tuzlu su karıkların içine akıp, anında kaybolup gidiyordu. Toprak
suya hasret kalmışçasına emip, içip bitiriyordu. Su tuzlu olduğu için
karıkların kenarları kireç dökmüş gibi beyazdı. Aydın'ın gözleri, az ilerideki
akasya ağacının dallarına takıldı. Bir grup serçe gelip ağaca konmuştu. Yerden
aldığı küçük bir keseği kuşlara fırlattı. Dala çarpan kesek parçalanıp yere
döküldü. Kuşlar, birden kümeler halinde uçuştular. Sıcaktan olsa gerek
düşecekmiş gibi uçuyorlardı. Sonra başka bir ağaca konmak için daha hızlı kanat
çırptılar… Hasibe kadın, bahçedeki oğluna seslenerek: "Aydın! Oğlum gel,
güneşin altında durma. Kalsın, sonra sularsın." dediyse de dinletemedi.
Oyalanmak için inmişti bahçeye. Canı sıkılmış, acıkmış, susamıştı. Karıklardan
akan sulara baktıkça içesi geliyordu. Karıkların kenarlarında yer yer çıkan
ayrık otlarının kökleri, toprak ıslanınca yumuşamıştı. Aydın, otların hepsini
yoldu. Ara sıra kuyuya gidip, tulumbaya basıp geliyordu. Tuzlu olmasına rağmen
çoğu zaman bu sudan içiyorlardı. Komşuları Aziz emminin, Kızlarpınarı’ndan
getirdiği sudan da içiyorlardı bazen. Kızlarpınarı’ndaki suyun başı çok
kalabalık olurdu. Sabah ezanından sonra herkes pınara gider, saatlerce sırada
bekleyerek helkelerle su doldurup getirirlerdi. Su doldurup getirmek zor olduğu
için köylüler de çoğu zaman kuyulardan su çekip içerlerdi… Tulumbanın koluna
basıp akan suyu seyretti Aydın. Su, buz gibiydi. Ellerini suyun altına tutup
yıkadı. Anası, karşıdan kendisine bakıyor olmasa eğilip içecekti. Yüzüne su
serperek serinlemeye çalıştı. Dudaklarından süzülen damlacıklar, ağzına
giriyordu… Karıkların kenarlarında, sudan nasibini almış yemlikler duruyordu.
Aydın, yemlikleri tuza batırıp yemeyi çok severdi. Ah şu oruç olmasaydı, şöyle
tuza batırıp hafifçe de silkeledi mi? Değmeyin Aydın’ın keyfine… Tulumbanın
yanındaki naylon ibriği suyla doldurup ayrık otlarının arasına gizledi.
Tulumbanın suyu kaçtığında ibrikteki suyu tulumbaya doldurup tekrar su
çıkaracaktı.
Eve doğru yürürken iyice halsizleşmişti. Anasına:
"Ana gıı. Ben orucu bu gatlak dutsam, Allah gabul etmez mi?" diye
sordu, boynu bükük. Anası gülerek: "Olur mu oğlum. Allahü Teâlâ, seni
sınıyo. Sabrını deniyo. Ona göre sana sevap yazacak, günah yazacak. Sakın
orucunu bozma. Bak, vakit yaklaşıyo, şindi akşam olacak. Durup dururken böyük
günaha girme” derken gözü, ofisin tepesindeki karaltıya takıldı. İyice
gördükten sonra: “Bak, adam çıkmış oraya. Biraz sonra düdüğü öttürür, sen de
orucunu açarsın. Sabırlı ol. ‘Sabırda bin keramet vardır’ derler. Allah sana
böyük sabır verdi oğlum, onu sakın bozma." diyerek biraz öğüt verdi.
Aydın: "Adam, ezan mı okuyacak ordan?" diye sordu. Anası: "Yok
oğlum. Ordan canavar düdüğünü öttürecek, herkes duyunca orucunu açacak. Ezanı,
hoca okuyo ya camiden." diye cevap verdi. Ofisin tepesindeki adam, biraz
sonra kayboldu.
Gün, bir türlü bitmek bilmiyordu. Çerçi Köro'nun
sattığı kenger sakızlar gibi olmuştu. Kenger sakızlar, çiğnedikçe sünerdi. Her
gün okula gidip gelirken ne de çabuk geçiyordu zamanı… Sevgi, küçük kardeşini
anasına verdikten sonra, yer ocağında pişirilen yemeği alıp mutfağa götürdü.
Aydın’a iyice acımaya başlamış, neredeyse gizlice ekmek yedirip su içirecekti.
Sonra ağaçta asılı duran yoğurt torbasını indirip içinden biraz yoğurt aldı.
Torbanın ağzını sıkıp tekrar astı. Buzdolapları olmadığı için hep böyle
yaparlardı. Yoğurt tasına su koyup biraz da tuz attıktan sonra iyice
çalpalayarak ayran yaptı. Ayran tasını da mutfağa götürüp üstüne ince bir bez
geçirdi… Ofiste çalışan memurların buzdolapları vardı. Köyde elektrik yoktu ama
ofiste jeneratör vardı. Akşamları, onların buzdolaplarından buz getirip suya
koyarlardı. Bazen buz vermezlerdi memurlar.
Bahçe duvarının bir kenarı yıkılmış, Yusuf efendi,
çamurla sıvayarak tamir etmeye çalışıyordu. Sevgi, radyo dinlemeyi çok seviyordu.
Kondor radyonun pili çabuk bittiği için babasından izin almadan açamıyordu.
"Bubaaa! Iradyonu eccik açayım mı?" diye seslenerek izin istedi.
Babası, olur anlamında bir el işaretiyle izin verdi. Yusuf efendi, evde olduğu
zamanlar mutlaka yapacak bir iş bulur, onunla oyalanırdı. Bazen evdekilerden de
yardım ister, beceremediklerinde bağırır, kavga çıkarırdı. Aslında onu kavgaya
sürükleyen tek şey, geçim sıkıntısıydı. Yokluğun gözü kör olsundu… Evlerinin
arkasında oyun oynayan Mehmet'le Aslan, Aydın'ı da çağırdılar. Ama o, gitmedi.
Oyun için deli olurdu oysa. Ekmek yemeden, su içmeden oynayası gelirdi hergün…
Öğle sıcağının yerini, akşam serinliğinin alması gerekirken havada zerrece
değişiklik yoktu. Bugün, Aydın oruç tuttu diye güneşin yakası gelmişti inadına.
Karayolunun asfaltı bile erimiş, vıcık vıcık olmuştu. Üstünden geçenlerin, ayak
izleri çıkıyordu zifte. Aydın'ın ağzı, dili, damağı iyice birbirine yapıştı.
Açlıktan içi eziliyor, kusacak gibi oluyordu. Başı da ağrımaya başlamıştı. Hele
karnının gurultusu hiç kesilmiyordu. “Bi da hiç oruç tutmayacam. Amma da zormuş
haa!” diye homurdandı kendi kendine. Babasının yanına gitmeyi düşünüyordu ama
kalkacak hali yoktu. Biraz daha oturduktan sonra zorlanarak kalkıp babasının
yanına vardı. Geçkerenin üstündeki karılmış çamurdan bir kürek alıp babasının
ördüğü yere döktü. Babası: "Sen yorulma oğlum. Ben alırım." dedi
yumuşak bir ses tonuyla. Ama Aydın, yardım etmeye devam etti. Babası, taş ve
kerpiç parçalarıyla duvarı örüyor, Aydın da çamur veriyordu. Bir ara babası,
sanki bir suçlu gibi: "Oğlum. Acıktın heral. Bi daha oruç tutma. Ben
çalışırsam söz, sana kundura alacağım" derken, çocuğuna bir ayakkabı
alamamanın iç ezikliğini duydu, tüm vücudunda. İşsiz güçsüz geziyordu. Kimi
zaman tren vagonlarında hamallık yapıyor, kimi zaman buğday dolduruyor, kimi
zaman tarla suluyordu. Aydın, çamurun içine biraz saman ve su koyup kardı.
Babasının işi bitmek üzereydi.
Köyde bir ölüm sessizliği vardı. Ortalıkta hiç
kimse görünmüyordu. Köyün üstünden aniden bir uçak filan geçse köylülerin ödü
patlar, hepsi ölürdü. Delice Irmağı da her zamanki gibi sessizce akıp gidiyordu
Sudaki balıklar, kimi zaman oynaşmak için kıyıya yanaşırlardı. Vurdukları
kuyruk darbeleriyle suda oluşturdukları mini dalgaları izlemeye doyum olmazdı.
Akşam üstleri suya düşen gün batımı da ayrı bir tat verirdi. Güneş, yağlıboya
bir tablo gibi ırmağın üstünde saatlerce dururdu. Yılgın ağaçları adam boyunu
geçer, içine girildiğinde insan görünmez olurdu. Çiçekdağı'nın güzelliğine ise
diyecek yoktu. Sıradağların en yüksek yeri burasıydı. Çiçekdağı, sıradağların
üstüne bağdaş kurup oturmuş bir adam gibi görünüyordu. Meşeler, çamlar ta
Sekili'den görünürdü. Sekili’den bakıldığında Tuzla'dan kağnılarla tuz getiren
köylüler de görünürdü. Kağnılar, bir an önce köye dönmenin telaşı içinde
olurlardı… Köydeki ölüm sessizliğini nereden ve ne zaman geldiği belli olmayan
bir marşandiz treni bozdu. Boş vagonlarının, büyük bir gürültüyle çıkardığı
taka tuka taka tuka sesleriyle öyle hızlı geçti ki sadece gittiği yönü görebildiler.
Yetişeceği bir yer varmış gibi istasyonu pas geçmiş, doğruca Çerikli'ye
gidiyordu. Aydın, trenin arkasından bakarken: "Makinis emmi, belkim de
oruç. Evine yetişmek içim hızlı sürüyo." diye düşündü. Bazen, istasyondan
geçerken öyle bir düdük çalarlardı ki makinistler, köy yıkılırdı.
Huuuuuu!...hüüüüüü!... hüüüüüüt!... Bir de tepkiyi ölçercesine başlarını camdan
çıkarıp alaycı bir bakış atarlardı. Tren geçerken kerpiç evler zangır zangır
sallanırdı. Köyde deprem olurdu sanki… Tren istasyonunun arkasındaki çayırlık
ise bambaşka bir güzellikteydi. Buralara ördekler, kazlar, toylar, angutlar, su
kuşları, martılar gelir, otlarlardı. Avcılar, çimleri söküp kümeler yaparlardı.
Kuşlar, bu yemyeşil kümelere yaklaşır ve avcılar da ateş ederlerdi. Avcılar,
bir angut vurabilmek için saatlerce bu kümelerde beklerlerdi. Çayırlığın
bataklık olan yerlerinde kurbağalar, tosbağalar, yılanlar, börtü böcekler
yaşardı. Köyün sığırları, sabahtan akşama kadar buralarda otlarlardı. Özellikle
camızlar, burada yayılmak için can atarlardı sanki. Koparttıkları çimleri
çiğnerken mırç mırç diye sesler çıkarır, insanın bile canını çektirirlerdi.
Hele bir de suyun içine yattılar mı, camızı kaldırmak için ille de bir
böğelekin sokması gerekirdi. Böğelek bir soktu mu, camızı çıldırtırdı. Möööh,
mööööh! möhleyerek nerelere gittiğini bilemez olurdu. İnekleri de sokan
böğelekler, sürüyü darmadağın ederlerdi. En çok da danaları severlerdi. Taze
kana bayılırlardı, vampir gibi. Gökkuşağı rengindeki angutlar, çimlere
konduklarında bataklık renk renk olur, şenlenirdi. Sığırcıklar ise camızların
kuyruklarına konup, yaralarını temizlerken hiç sesleri çıkmazdı camızların.
Suyun içinde yıkanan ördekler, hiçbir şeyi yaklaştırmazlardı kendilerine. En
küçük bir seste hemen uçup giderlerdi. Kazlar da aynı ördekler gibi suyun
içinde yıkanıp dururlardı. Doğal bir hayvanat bahçesiydi bu bataklık. Kimi
kuşlar, yuva yapıp yumurta bırakırlardı. Kurbağaların, gündüzleri sesleri
çıkmaz ama geceleri de kimseler susturamazdı. Binlerce kurbağa koro halinde
vırraak vırraaak şarkılar söylerlerdi. Bataklık iyice kuruduğunda da sulu
yerlere kaçışır, hayatta kalma savaşı verirlerdi. Çoğu, yılanlara ve kuşlara
yem olurdu. Camızlar, suların içine yattıklarında sülükler hemen yapışır,
camızın üstündeki yaraları emerek doğal bir tedavi uygularlardı. Camız sudan
çıkınca da kendiliğinden düşüp ölürlerdi. Ölmeyen sülükler ise camız ahıra
alınmadan önce sahibi tarafından temizlenirdi. Sadece zenginlerin camızı
olurdu. Sağıldıklarında çok süt verirdi camızlar. Lezzetine de doyum olmazdı.
İnek sütü, koyun sütü bir yana, camız sütü bir yanaydı… Sekili köylüleri, bu
bataklığa, “hattin ardı” adını takmışlardı. İstasyonun arkasında olduğu için
böyle söylüyorlardı. Marşandiz treninin su aldığı pompanın hemen arkasında
olduğu için "pompanın ardı" da derlerdi. Sığır çobanları, sürülerini
ve eşeklerini burada başıboş salıverir, kendileri de akşama kadar köprünün
altında yatarlardı. Sadece demiryoluna çıkmalarını engellerlerdi. Demiryolu
köprüleri, çobanların yaz kış sığınaklarıydı. Güneş iyice kavurmaya başlayınca
köprülerin altına gider, çıkınlarındaki yiyecekleri yer, içer, yatarlardı.
Bazen bataklıktan sülük toplar, Yerköy'e, Çerikli'ye götürüp satarlardı.
Çeşitli hastalıklara iyi geldiği söylenen bu sülükler, iyi de para ediyordu.
Trenle gelen yolcular bile çocuklardan sülük alıp gidiyorlardı… Sülükler insanı
tutuyor, ağalar ise sülük gibi köylülerin kanını emiyordu. Bataklık Devri
yaşanıyordu Sekili köyünde. Hem karanlık, hem bataklık devri. Yıllardır
kanlarını emdikleri halde hâlâ bitiremeyen ağaların, keyfine diyecek yoktu.
Köylüler de ağalara inat, bir gram bile kanları kalsa yaşamayı sürdürüyorlardı.
Düzen, sülük düzeniydi.
Aydın'la babası, duvarı örüp bitirdikten sonra eve
geldiler. Babası içeri girdi, Aydın da merdivenlerin üstüne oturup düşünmeye
başladı. Yarın okula gidecekti. Öğretmenini hiç sevmiyordu. Çünkü kendisini ve
arkadaşlarını dövüyordu bu öğretmen. Okulda hiç kimse sevmiyordu onu. Sanki
çocukları okutmak için değil de dövmek için öğretmen olmuştu. Çok iyi top
oynadığı için de şişinip dururdu. Edirnespor'da oynamıştı, Alaaddin Bilir.
Edirneli bir Bulgar göçmeni olduğu için herkes ona, “Yunan tohumu” derdi.
Çocukları, tek ayak üstünde bekleterek cezalandırırdı. Ama yine de okula gitmek
istiyordu Aydın. Çünkü okuma ve yazmayı çok seviyordu. Hem birçok arkadaşı da
okuldaydı. Her sabah, Amerikan süt tozundan yapılmış süt, yanında da ilk defa
okulda yediği, somun ekmeği veriyorlardı. Defterini, kalemini, silgisini de
okuldan vermişlerdi. Öğretmeni, bir de alfabe kitabı vermişti ona. Eve
geldiğinde, ablasıyla birlikte gaz lambasının ışığında okuyorlardı, onu…
"Yarın, okula gittiğimde örtmen beni döver mi ki?" diye düşündü
Aydın. "Oruç tuttum da ağaya sattım.” derse belki dövmezdi. Nasıl olsa
ağaya da söyleyecekti okula gitmediğini. Ağa, kendisini dövdürmezdi… Uzun uzun,
yarın öğretmenine ne söyleyeceğini düşündü durdu. Binbir düşünce gelip
geçiyordu kafasından. Ne yapacağını bilmiyordu, aslında. Açlığın da etkisiyle
saçma sapan düşüncelere kapılıyordu. Kalkıp içeri girdi. Tam sekinin üstüne
oturmuştu ki birden gözleri karardı, küüt! diye düşüp bayıldı. Sese koşan
Sevgi, Aydın'ı yerde görünce feryat figan anasını çağırdı: "Ana gııız! Tez
gel, oğlan bayıldı! Yetiş!” Hemen kardeşini kucaklayıp kaldırdı. Telaşla odaya
giren anası, Aydın'ı bu durumda görünce: “Yavruum! Guzuum!" diye bağırarak
ağlamaya başladı. Sevgi, Aydın'ı sekinin üstüne yatırıp koşarak gitti, bir tas
su aldı, getirdi. Bu arada, seslenerek babasını da çağırdı. Anası, Aydın'ın
yanına oturmuş, bir yandan hafifçe sarsıyor, bir yandan da: "Oğluum!
Guzuum! Gurbanın oluyum, aç gözlerini!” diye yalvarıyordu. Sevgi'nin getirdiği
suyu yüzüne serptiler. Aydın, biraz kendine geldi. Yüzü sapsarı olmuş,
dudakları kupkuruydu. Başı hâlâ dönüyor, içi bulanıyordu… Aydın, iyice kendine geldiğinde
anasının yanında duran babasını gördü. Babasının canı sıkılmıştı. Bir lastik
için az daha oğlanı öldüreceklerdi. Kapıyı çarpıp dışarı çıktı. Anası, oğlunu
öpüp kokluyordu. Babası, dışarı çıkınca gözyaşlarını tutamadı, ağladı.
Bir kerpiç damdan başka birşeyleri yoktu. Ne mal
vardı, ne mülk. Kapıda birkaç tavuk, cücük bulunuyordu. Tarla tapan yoktu.
Giyimi kuşamı veresiye alıyorlardı. Şu Ramazan ayında, aldıkları birkaç parça
yiyeceği bile veresiye almışlardı. Çopur Osman da olmasa aç kalacaklardı. Babası
ne zaman iş bulur, çalışırsa o zaman ödüyordu. Devlet, toprak reformu diye
birşey diyormuş. Herkese toprak dağıtılacakmış ama ne zaman? Ağalarınki gibi
kendilerinin de toprakları olacakmış. Kendi toprakları olsaydı babasıyla gidip
sürerler, ekerlerdi. Zor şeydi yoksulluk. Muhanete muhtaç olmak kadar acı
birşey var mıydı bu dünyada? Celal Sungur, ekinlerini biçtikten sonra ofise
satıp Ankara'ya gidiyormuş. Gazinolarda, pavyonlarda yiyormuş paraları.
Buradaki insanların fakir olduklarını bilmiyor mu? Şu Ramazan gününde aç
olanları, açık olanları görmüyor muydu? Bu muydu insanlık, vicdan, merhamet,
adalet? Allah, bunları hiç mi görmüyordu? Neden hem Allah'a, hem de ağalara
ayrı ayrı kulluk ediyorlardı? Kula kulluk etmek bir yazgı mıydı acaba? Ezim
ezim eziliyor, sürüm sürüm sürünüyorlardı. Sekili köylüleri ise dertlerini
kimselere bildirmemek için namusu, şerefi, Allah'ı, kitabı üstüne yemin
etmişlerdi sanki. Ovadan sesler duyuluyor, köylülerden tın çıkmıyordu.
Yoksulluktan dilleri lal olmuş, dudakları kurumuştu. Belki de Allah, yoksulun
dilini, dişini söküp alıyordu. “Bugünlere de şükürler olsun” diyorlar ve tekrar
susuyorlardı. Ağa Celal Sungur'un, zulmüne mi şükrediyorlardı acaba? Beterin
beteri de vardı. Allah, beterinden saklasın. Allah, deldiği boğazı boş bırakmazdı
ya. Ne hikmetse şükretmeyenler, şükredenlere göre daha iyi yaşayıp
gidiyorlardı. Hem de krallar gibi. Köylülerin hepsi de cıbırdı. Hem de
cıbıroğlu cıbır. Mülksüzler, böyle yaşıyorlardı… Aydın, gözlerini iyice
açmıştı. Kalkıp oturdu. Anasına: “Ana. Ben lastik mastik istemiyom. Allah,
günah yazacaksa yazsın sol yanıma. Eccik ekmek getir bana.” dedi. Anası, yalvarırcasına: "Oğlum. Şindi
orucunu bozarsan Allah, sevap yazmaz. Sana böyük günahlar yazar, hem de gat
gat. Cehennemlik olursun bak. Gaynar gazanlara atarlar, etlerini lime lime
ederler senin. Sırat köprüsünden geçip cennete gidemezsin. Yoksa cehennemde
irin akan ırmağa düşersin. Cennetteki bin bir çeşit meyveleri yiyemezsin. Huri
kızları göremezsin hiç. Asma bahçelerinden, barmak gibi üzümleri yiyemezsin.
Pınarın buz gibi sularından içemez, içinde çimemezsin. Cehennemdeki, irin akan
sulardan içiriler sana yoksam…" cennetten ve cehennemden örnekler vererek
Aydın'ı, orucunu bozmaması için korkutmaya ve kandırmaya çalıştı. Oysa uzağa
gitmeye gerek yoktu. Bu dünya, büyük bir cehennemdi zaten. Şimdi çok susamış ve
acıkmıştı. Havuzlu pınarların havuzlarından, soğuk sular içmek istiyordu.
Sitilden, buz gibi su içmek istiyordu, şimdi. Huri kızlar, kendisine hizmet
edeceklermiş. Kendisi, oturduğu yerden hiç kalkmayacak, ne isterse huri kızlar,
hemen getirip vereceklermiş. Anası, her akşam yatmadan önce bunları anlatır
dururdu. Cennet denen yer, güzeldi. Cehennemde ise zebaniler vardı. Kaynar
kazanlar, yılanlar, böcekler, ölüler vardı. Cennete gidenler, hem hiç
ölmeyeceklerdi. Sonsuza kadar mutlu yaşayacaklardı. Aydın, bunları dinleyince
inandı. Anasına: "Ana gız. Cennet eyiymiş. Ben orucumu bozmayım
öyleyse." dedi. Ağzını, sanki birşeyler yiyip içmiş gibi sildi. Usulca,
sedirden kalkıp dışarı çıktı.
Sevgi, yer ocağına koyduğu çorba tenceresini
karıştırıyordu. Hava iyiden iyiye değişmiş, serinlemeye başlamıştı. Aydın,
dayanamadı ve damın üstüne tekrar çıktı. Camiye doğru baktığında gözlerine
inanamadı. Caminin kapısı açılmış, avlusunda da birisi vardı. Damın üstünden
anasına bağırdı: "Anaaa! Anaaaa! Caminin kapısı açık! Hoca emmi gelmiş,
ezan okuyacak!" Öyle heyecanlanmıştı ki neredeyse damdan aşağı atlayıp
evin önüne inecekti. Anasına bağırıyor, yemekleri hazır etmesini istiyordu.
Anası, aşağıdan güldü. Çocuktu işte. Ne yaptığını bilmiyordu. Aydın'a doğru
seslenip: "Sen yemeğini ağanın evinde yiyecen oğlum! Ama ben sana,
yaptığım patatisten, çorbadan ayırırım merak etme! Sen, hoca emmini takip et,
ezanı okuduğunda haberimiz olsun!" dedi. Aydın, silonun üstündeki adamı
gördüğünde damın üstünde duramadı, acele aşağıya indi. Çelik silolar gözüne
çift çift görünüyordu. Oysa hepsi altı-yedi taneydi. Silonun yüksekliği elli
metreden fazlaydı. Aşağıdan bakıldığında adam, sinek kadar görünüyordu. Aydın,
silonun üstündeki merdivenlerde yürüyen adamı seyrederken, bir an adamın
düşeceğini sandı. Nasıl da düşmeden yürüyordu? Hayret etti. Büyüyünce kendisi
de oraya çıkmayı düşündü. Acaba müsaade ederler miydi?... Hele bir büyüsün,
önce kendisine bir kundura alacaktı. Sonra da… Çelik silonun rengi, ağır ağır
kararmaya başladı. Güneş kayboldu. Akşam oluyordu. Sıcağın etkisi akşama kadar
sürmüştü. Oysa geçen yıllarda hiç böyle olmamıştı, daha serindi. Amerikalılar,
uzaya birşey mi atmışlar ne? Dünya bozuluyormuş gayri. Gavurlar, yaradanın
işine karışıyorlarmış… Tepedeki komşularının çocuklarından birisi: “Anaa! Hoca
emmi daşa çıktı! Ezan okuyacak heral!"diye bağırdı. Bunun üzerine Aydın:
"Anaa! Hoca emmi daşa çıkmış. Ben de Kemal Ağaya gidem mi?” diye sordu.
Anası: "He oğlum. Tez git, sallanma. Çabuk yetiş de orucunu aç. Orucunu
ağaya ver, gel." dedi. Aydın, işliğine sümüğünü sildi ve koşarak çıktı
gitti.
Yolda giderken öyle heyecanlıydı ki açlığını,
susuzluğunu unutmuştu. Orucunu ağaya, ne deyip de verecekti? Acaba birşeyin içine
mi koyup da verecekti? Ya, ağa orucunu almazsa, o zaman ne olacaktı? Lastik de
aldıramazdı. Ağanın evinin bahçe kapısına gelinceye kadar kafa yordu, durdu.
Birden, canavar düdüğü çalmaya başladı. Aydın, ürktü. Öyle korkunç bir ses
çıkarıyordu ki, tüyleri diken diken oldu. Diğer yandan da hoca taşın üstüne
çıkmış, ezan okuyordu. Ama hocanın sesi duyulmuyordu. Köydeki caminin minaresi
olmadığı için hoca, taşın üstüne çıkarak ezan okuyordu. Her gün aç olan
köylüler, bugün de tanrı için aç kalmışlardı. Şimdi oruç açacaklardı. Köylüler,
kendi aralarında hak toplayıp hocanın ücretini veriyorlardı.
Zenginler, akşamları hocayı evlerine davet edip
yemek veriyorlardı. Fakirler de kendisi gibi cıbır oldukları için fakirlerin
evine gitmezdi hoca… Aydın, ağanın evinin tam kapısına gelince durakladı. Geri
dönüp evlerine gitmek istedi. Utanmıştı. "Oruç da satılır mı?" diye
iç geçirdi. Suçluluk duygusuna kapılıp kızardı. Birden, aklına lastik geldi ve:
"Nebiye abaaa! Nebiye abaaaa!" diye seslendi. Kemal Ağanın karısı Nebiye,
Aydın'ı görünce şaşırdı. İftar saatinde ne işi vardı acaba? "Ne var lan,
ne istiyon?" diye sordu. Aydın, bir anda donakaldı. Ne desindi acaba?
Biraz yaklaşıp: "Şey. Bugün oruç tuttum da Kemal Ağaya satacam. Onun için
geldim." diyebildi, utanarak. O ara Kemal Ağa, Aydın'ın sesini duymuş:
"Kim o gelen avrat?" diye sordu Nebiye'ye. "Senin Yusuf'un
oğlu." dedi Nebiye. Kalın sesiyle: "Çağır, içeri gelsin. Bu saatte
gelende hayır vardır." dedi Kemal Ağa. Aydın, bu sözlerden cesaret alarak
içeri girdi. Ağa, sofraya oturmuş orucunu açacaktı. Aydın, ağanın eline sarılıp
öptü ve: "Anam bana, ‘oruç dut da Kemal Ağaya sat. O da sana bir lastik
alsın' dedi. Bubam da, ‘kundura alırsa daha eyi olur’ dedi." diyerek bir
çırpıda anlattı. Ağa, kundura lafını duyunca biraz bozuldu. Sonra: "Gel
hele, sofraya otur." dedi. Aydın, usulcacık sofraya oturdu. Ağa:
"Alırım yeğenime, alırım. Sen önce yemeğini ye bakalım." diyerek
başını okşadı, Aydın'ın. Aydın, biraz rahatladı. Ağa, karısına seslenip:
"Yeğenime bir tabak getir de yemek koy, yesin." dedi. Karısı, bakır
bir tabak alıp getirdi. Tabağa yemek koyup Aydın'ın önüne sürdü. Ağa, bismillah
çekerek elindeki tastan biraz su içtikten sonra bir tane zeytin alıp orucunu
açtı. Aydın da ağayı taklit ederek orucunu açtı. Sonra tabağındaki yemekten
yemeye başladı. O ara ağa kendisine: "Yeğenim. Sen daha güçcüksün. Nasıl
oruç tuttun? Bugün hava da çok sıcak oldu, nasıl dayandın?" diye sordu.
Aydın: "Ayaklarım çıplak, ağam. Okula yırtık naylonla gidiyom. Anam, 'bi
oruç dut da Kemal Ağaya sat, sana bi lastik alsın' dedi, ben de dutdum."
dedi." Ağa, bir yandan yemeğini yiyor, bir yandan da küçük misafiriyle
sohbet ediyordu. "Ben sana para veririm. Afferin sana. Helal olsun
aslanım, orucu tutabilmişsin." dedi. Aydın, biraz şişinerek: "Bi daa dutarım
ağam.” dedi. Gün boyu çektiği açlığı, susuzluğu bir anda unutmuştu. Aydın,
birden anasının söylediği şeyi hatırladı. Ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra
ağzını işliğine silip ayağa kalktı. Ağaya: "Ağam. Ver elini öpeyim.” dedi.
Ağa, şaşırmıştı. İstemeyerek de olsa elini uzattı. Aydın: "Kemal Ağa.
Allah rızası için duttuğum orucu sana satıyom." dedi ve elini öptü. Ağa,
güldü. "Tamam tamam yeğenim. Ben orucunu aldım, kabul ettim. Allah da
kabul etsin." diyerek yanaklarından öptü. Aydın, tekrar oturdu, yemeğini
yemeye devam etti. Ağa: "Benim yeğenim, büyüyüp de adam olacak." dedi
karısına dönerek. Nebiye, Aydın'ın yemek yiyişini seyrediyordu. Sofradaki bütün
yemeklerden yedi Aydın. Ama bir türlü doymak bilmiyordu. Bir yandan da su
içiyordu. Nebiye, Aydın'ı: "Oğlum. Birden çok yersen karnın ağrır. Ağır
ağır ye. Yemek çok. Sahurda yemek yiyemezsin sonra." diyerek uyardı.
Aydın: "Ben bi daa oruç dutmam. Çok zor oluyo." dedi. Ağa ve karısı,
güldüler. Yine birden aklına geldi: “Ben bugün oruç duttum diye anam okula
yollamadı. Yarın örtmen beni döver.” dedi ağaya. Ağa, ciddi bir ses tonu ile:
“Öğretmene, Kemal Ağanın selamı var de, sen gerisine garışma yeğenim. Senin
kılına bile dokunamaz.” dedi. Ağa, yemeğini yedikten sonra sofradan kalkıp
sekinin üstüne oturdu. Aydın da agayla birlikte sofradan kalktı ve sekinin
kenarına ilişti. Ağa, karısının hemen getirdiği kahveyi yudumlarken yeleğinin
cebinden çıkardığı iki buçuk lirayı: "Al bakalım yeğenim.” diyerek Aydın'a
uzattı. Aydın: "Ağam. Ben lastik istiyom, para almam." dedi. Ağa:
"Ben sana lastik de alacağım. Bunu al, bu senin harçlığın. Yarın, Sarı
Cemal'e uğra, sana bir çift lastik versin.” demişti ki Aydın: "Ağam.
Bubam, kundura alsın diye tembih ettiydi." dedi. Ağa: “Ulan. Senin babanın
ayağında kundura mı var da sen istiyon?" deyip güldü. "Yarın, ben
sana bir çift lastik alırım. Sabah olsun, tamam. Başka zaman, bir daha oruç
tutup bana satarsan o zaman da kundura alırım sana. Şimdi lastik alacağım.”
diyerek ikna etti. Aydın, parayı alıp elini cebine sokmuştu bile. Keten donun
cebinde, metal parayla oynuyordu. Ağanın karısı, bir tabak çerez getirip
Aydın'ın önüne koydu. Aydın, biraz da çerez yedikten sonra ayağa kalkıp:
"Geç olmadan ben gideyim ağam." dedi. Nebiye, tabakta kalan çerezleri
Aydın'ın cebine koydu. Sonra mutfağa gidip bir tabak dolusu yemek
getirdi."Bunu da evinize götür.” dedi Aydın'a. Aydın, ağanın ve karısının
ellerini öptükten sonra yemek tabağını da alıp çıktı. Hava, iyice kararmıştı.
Nebiye: "Korkarsan ben seni savuşturuyum oğlum.” dedi. Aydın: "Yok
Nebiye aba. Ben gorkmam.” dedi ve tabaktaki yemeği dökmemeye çalışarak yürüdü.
Karayoluna geldiğinde sağına soluna bakıp
dikkatlice karşıya geçti. Evlerde yanan gaz lambalarının kör ışığı,
pencerelerden görünüyordu. Uzaktan it sesleri duyduğunda korktu Aydın. Daha
hızlı yürümeye başladı. Bir an önce eve ulaşmak istiyordu. Anasına, babasına ve
ablasına ağanın kendisine para verdiğini, yarın da lastik alacağını söylemek
istiyordu. Eve ulaştığında babasını, bahçe kapısında kendisini bekler buldu.
Hemen babasına müjdeyi verdi. Sonra ikisi birlikte içeri girdiler. Yanan gaz
lambasının çıkardığı gaz kokusu, birden yüzlerine çarptı. Aydın, yemek tabağını
ablasına verip hemen cebindeki parayı çıkardı. İki buçuk lirayı sevinçle
anasına göstererek: "Ana bak! Ağa bana hem para verdi, hem de lastik
alacak! Sabah gedip Sarı Cemal emmiden, lastiğimi alacam!" dedi. Hasibe
kadın, lastikten çok oğlunun sevincine sevindi. Sonra: "Oğlum. Garnını
eyice doyurdun mu? Sana gözel yemekler yedirdiler mi?" diye sorular sordu.
Anası, pişirdiği yemeklerden Aydın'a da ayırmıştı ama şimdi tok olduğu için
sabaha saklayacaktı. Aydın, öyle yorgundu ki aylardır uyumamış gibi hemen
sekinin üstüne uzandı ve uykuya daldı. Parası hâlâ elindeydi. Cebine koyduğu
çerezler, sekinin kenarına döküldü. Anası, çerezleri topladı. Sevgi de
yorganını getirip Aydın'ın üstüne örttü. Sabaha kadar rüyasında, Sarı Cemal’in
iskeledeki dükkanını aradı durdu...
Sabah uyandığında herkes hâlâ uyuyordu. Sadece
anası kalkmış, havluyu süpürüyordu. Anasına, iskeleye gideceğini söyleyip
uçarcasına evden ayrıldı. Arkasına bile bakmadan koşarak iskelede buldu
kendisini. Sarı Cemal'in dükkanını biliyordu. Doğruca oraya gidip içeri girdi.
Sarı Cemal: "Ne o lan? Sabah sabah ne işin var da geziyon burda?"
diye sordu. Aydın: "Oruç dutup Kemal Ağaya sattım da bana bi lastik
alacak. ‘Sarı Cemal emminden al’ dedi, ben de buraya geldim." dedi. Sarı
Cemal, gülerek kulağından çekip: “Ulan kerata. Neden, orucunu bana satmadın da
Kemal Ağaya sattın? Bana satsaydın sana kundura verirdim.” dedi. Aydın:
"Essah mı söylüyon Sarı Cemal emmi?” diye sordu, saf saf. "Sabahdan
akşama gadar oruç duttum emme garnım çok ağrıdı. Bi daa dutmam. Büyüyünce dutup
sana satarım." derken Sarı Cemal'in tezgahtan indirdiği kutuyu süzdü. Sarı
Cemal, kutuyu açtıktan sonra bir naylonun içindeki lastikleri çıkardı.
"Gey bakalım olacak mı?" diyerek bir tanesini verdi. Aydın, lastiğin
bir tekini giydikten sonra bir-iki adım gitti, geldi. Çıplak ayakla giydiği
için lastik, vorç vorç ediyordu. "Oldu mu ayağına?" diye sordu Sarı
Cemal. Aydın, ayağına bakarak: "Bilmem ki...." dedi. Sarı Cemal,
eğilip parmaklarıyla lastiğin ucunu kontrol etti: "Oldu. Sıkmaz,
gey." dedi. Lastiğin öteki tekini de giydirirken Aydın'ın ayaklarının
yaralar içinde olduğunu gördü. “Petrole git de ordan biraz gres yağı versinler,
ayaklarına sür." dedi. Merhem bulunmadığı için köyde herkes ayaklarındaki
yaralara, çatlaklara gres yağı sürerdi. Çok acıttığı için anası her sürdüğünde,
Aydın ağlardı.
Dükkandan çıktıktan sonra koşarak gidip anasına
göstermeyi düşündü. Sonra bundan vazgeçti. Yavaş yavaş yürüyüp lastiklerini
seyredecekti. Öyle de yaptı. Sabah güneşi Sekili'yi aydınlatıyordu. Canikli
Lastikleri de güneş vurdukça parıl parıl parlıyordu. Lastiklerin üstüne soğuk
baskıyla ayakkabı bağcıkları bile yapılmıştı. Kundura bağıydı bunlar.
Lastiklere ayrı bir güzellik katıyordu. Seke seke eve geldi Aydın. Evde
herkese, aldığı Canikli Lastikleri gösterdi. Bununla da yetinmedi, bütün
arkadaşlarının evlerine gidip ayrı ayrı, hepsine gösterdi lastiklerini. Bıkmadan
usanmadan bütün arkadaşlarına: "Kemal Ağaya orucumu sattım, gidip Sarı
Cemal emmiden lastiklerimi aldım. Ağa, bana para da verdi. Baaak!” deyip
hepsine gösterdi parasını da. O anda dünyanın en mutlu çocuğu oydu. Ayağında
CANİKLİ LASTİKLERİ vardı. Daha dün çektiği acıları, eziyetleri unutmuş, bir
yürüyor ve geri dönüp lastik ayakkabının, tozlu yollarda bıraktığı ince izlere
bakıyordu. Yaşadığı açlık ve acıların derin izleri ise yaşamı boyunca ruhundan
çıkmayacaktı.