YAĞMUR
YAĞDIRAN
ALTIN DİŞ
ÖYKÜ-ERHAN
PALABIYIK
Sofunun İhsan,
Çiçekdağı'nın Kabaklı köyünden Sekiliye gelip yerleşmişti. Mal mülk sahibi,
zengin bir adamdı. Sekili'ye gelir gelmez ilk işi dişlerini yaptırmak oldu. Diş
doktoru İzzet Beye gidip tüm çürük dişlerini temizletti ve bir ağız dolusu
protez altın diş yaptırdı. Daha sonra hacca da gidip geldi, hacı oldu. Camiye
gittiği zaman, herkes altın dişlerini görsün diye ağzından çıkarır, özenle
yıkar, temizler, tekrar takardı. Sofunun İhsan Çiçekdağı’n Acı köyünden Kabaklı
köyüne yerleşmiş, daha sonra ise Sekili köyüne yakınları ile göç edip
yerleşip,köyü oluşturmuşlar, karısı Zahey’de Kürt'tü,oda Çiçekdağ Safalı
köyündendi,Zahey, Türkçe bilmez, hep Kürtçe konuşurdu. İki oğulları, bir
kızları vardı. Sofunun İhsan, Zahey'e çok düşkündü. Deli gibi severdi. Tek
kızları Elif, ince hastalıktan ölünce üzüntüden dert sahibi oldular. Zahey,
gece gündüz ölen kızına yanar, ağlardı. Bir gün ağır hastalandı. Sofunun İhsan,
Zahey'i hastaneye götürdü. Akciğerlerinin yarısını aldılar. Sofunun İhsan,
Zahey’le birlikte ciğerini de alıp eve getirdi. Karısına o kadar düşkündü ki
ciğerini bile bırakamamış, getirip duvara asmıştı. Gelip gidenlerin
ısrarlarıyla ciğeri duvardan indirip toprağa gömmüştü. Büyük oğluyla yakın
oturuyorlardı ama bu oğlu biraz hayırsızdı. Daha babası ölmeden malına mülküne
el koymuş, satıp satıp yiyordu. Zahey, çok yaşamadı. Karısının ölümünden sonra
Sofunun İhsan, perişan oldu. Üzüntüsünden, günlerce evindin çıkmadı. Yalnızlığı
dayanılmaz olunca can yoldaşı olsun diye Çiçekdağı’ndan, yaşlı ve dul bir kadın
bulup nikahsız evlendi. İkinci karısı da çok iyi bir insandı ama Zahey'in
ölümünden sonra Sofunun İhsan, eriyip bitmişti. Evlendikten birkaç ay sonra
öldü.
Caminin hocasını çağırıp cenaze kaldırma işlemlerine
başladılar. Bulgar göçmeni Süleyman Hoca, her zaman ölen kişinin elbiselerini,
ayakkabılarını, kişisel eşyalarını yakınlarından ister, alırdı. Sofunun
İhsan’ın cenazesini yıkarken ağzındaki altın dişler dikkatini çekti. Hepsi de yirmi
iki ayar altındı ve iyi para ederdi. Cenazeyi yıkadıktan sonra oğullarını
çağırıp: “Ağzındaki altın dişleri çıkaralım. Dünya malı dünyada kalır. Böyle
gömülmez, günah olur.” dedi. Oğulları: “Ölen adamın ağzından dişleri çıkarılmaz
hocam. Olmaz böyle şey.” diyerek reddettiler. Hoca, köylülere de bakarak:
“Şimdiye kadar ne Sekilide, ne de başka bir yerde altın dişiyle kimse
gömülmedi. Herkes çıkartır bunu.” dedi. Köylüler de: “Olmaz hocam. Ölünün
ağzından dişi alınır mı hiç? Gühah olur.” diyerek karşı çıktılar. Kurnaz tilki
Süleyman Hoca, ne yaptıysa bu kez avını kapamadı. Gözü altın dişlerde kaldı.
Sofunun İhsan, herkes gibi köyün girişindeki mezarlıda defnedildi. O gün
evlerde, kahvehanelerde hep Sofunun İhsan'ın altın dişleri konuşuldu.
Aradan aylar geçti, ilkbahar geldi. Sekili ovası,
yeşillikler içinde bambaşka bir güzelliğe büründü. Bin bir çeşit çiçekler açtı,
kuşlar, kelebekler, arılar, börtü böcekler ovaya akın etti. Doğa ana, kış
uykusundan uyanmış insanlara gülümsüyordu adeta. Herkes çok mutluydu. Günler
geçip gidiyor fakat ovaya bir damla yağmur düşmüyordu. İnsanların yüzündeki
gülümseme yavaş yavaş yerini umutsuzluğa bırakır oldu. Ekinler büyümüş, yağmur
bekliyordu. Her yıl yağan yağmurlar bu yıl yağmıyordu. Her sabah umutla kalkıp
gökyüzüne bakıyorlar ama tek bir damla düşmüyordu. Ekinlerin boynu büküldükçe
insanların da boynu bükülüyor, ekinler yıkıldıkça insanların da beli
kırılıyordu. Bir gün toplanıp konuştular ve yağmur duasına çıkmaya karar
verdiler. Süleyman Hocayı çağırıp duaya çıkmak istediklerini söylediler.
Evlerinde koyun, keçi, dana, ne varsa yanlarına alıp bağ tepesinin en yüksek
yerine çıktılar. İki rekat namaz kılıp dualarını ettiler. Kurbanlarını kesip
fakir fukaraya dağıttılar. “Kurdun kuşun nasibi var. Allah bize hayvanların
hakkını sormasın.” diyerek kedi köpeklere bile pay ayırdılar. Allah'a yalvarıp
yakarıp döndüler. Sabah erkenden kalkıp gökyüzüne baktılar, beklediler, yağmur
yağmadı. Bir kez daha toplandılar. “Çakırhacılı'nın oradaki Karataş'a gidelim.
Oranın kutsal olduğu söyleniyor. Orada dua edersek belki Allah kabul eder.”
diyerek karar aldılar. Çoluk çocuk toplanıp Karataş'a gittiler. Hep bir ağızdan
dualar okuyup, kurbanlar kesip geldiler. Yok. Yine bir damlacık yağmur düşmedi.
Hemen her gün bir tepeye çıkıp, namaz kılıp dua ediyorlardı artık. Allah,
yüzüne bakar da yağmur yağdırır diye evdeki sabi çocukları bile alıp
götürüyorlardı. Ne kadar dua ettilerse yağmur yağmadı.
Köylüler, her gün bir araya gelip, kendi aralarında
tartışıp bir çare arıyorlardı. Yılanlar yakılırsa rahmet yağacağına inanırlardı.
Hep birlikte yılan yakalayıp yakmaya karar verdiler. Çoluk çocuk, köyün
kıraçlarında, dağda, derede, tepede yılan avına çıktılar. Sabahtan akşama kadar
sarı, kara, boz, ne kadar yılan yakaladılarsa üzerine gazyağı döküp yaktılar,
dua ettiler. Keller'de, Karataş'ta, bucaklarda toplu yılan katliamları yapıldı.
Şimdiye kadar kimse, bu kadar çok yılan yakıldığını görmemişti. Yılanların
soyunu sopunu tükettiler, yine de bir gözyaşı kadar yağmur düşmedi. Kara
bulutların yağmur dolu olduğuna da inanan köylüler, nerede bir kara bulut
görseler hemen o tarafa yönelip ellerini havaya kaldırıyor: “Allah'ım,
bereketini bizden esirgeme. Çoluk-çocuk, eline, avucuna bakarız.” diye
yakarıyorlardı.
Köylüler, kahvehanedeki radyodan, Amerikalıların
yağmur bombası atacağını ve yağmur yağdıracağını dinliyorlardı. Kimileri, “Bu
dinsiz kâfirler, nasıl olur da Allah’ın işine karışır?” diyerek lanetlerken
kimileri, “Allah herkese akıl fikir vermiş. Yağdırabiliyorlarsa yağdırsınlar.”
diyerek taraf oluyorlardı. Ajansta, “Yağmur bombası atılırsa her yerde sel
olabilir düşüncesiyle geciktiriliyor.” denmişti. Kimi köylüler, “Bomba atılsın
da isterse her yer sel olsun, göl olsun. Biz razıyız.” diyorlardı. Sabah
tarlasının başına giden köylüler, akşama kadar bin bir çeşit dua edip gecenin
karanlığında evlerine dönüyorlardı. Yeni bir çocuk doğsa hemen alıp tarlanın
başına götürüyorlar: “Allah’ım. Bu sabinin hatırına yağmur yağdır. Rahmetini
esirgeme bizden. Hikmetini göster.” diye yalvarıyorlardı ama yeryüzüne bir
çatlar damla düşmüyordu. Hava gayet açık, gökyüzünde bembeyaz bulutlar, sanki
pamuk topu gibi bir o yana, bir bu yana dolaşıp duruyordu.
Ekinler, önce sarardı sonra yavaş yavaş kararmaya
başladı. Köylüler: “Allah'ım. Melek gibi koyunları, sarı danaları kurban ettik
sana. Gene de biz kullarını görmedin.” diyerek isyan etmeye başladılar.
Birbirlerine, “Sen camiye gitmezsin de ondan böyle oldu, yok o duaya çıkmadı da
bundan böyle oldu, yok onun evine baykuş konduydu, yok bu kedi öldürdüydü,
falanca dilenciyi kovduydu” gibi suçlamalar yönelterek kavga etmeye başladılar.
Zaten köylüler, olur olmaz şeylerin uğursuzluk getirdiğine, bereketi
kaçırdığına inanır, mutlaka bir günah keçisi bulurlardı. En sonunda: “Belki
hoca duayı yanlış okumuştur.” diyerek suçu Süleyman Hocaya attılar. İçlerinden
biri: “Dağ köylerinin birinde, nefesi kuvvetli bir hoca varmış. Bir de onu
çağırıp dua ettirelim.” dedi. Oybirliğiyle kabul edildi ve tez haber salındı
hocaya. Fakat hoca, çok para istiyordu. Sekililer, hemen aralarında para
topladılar. Hocanın istediğinden daha fazla para toplandı. Ertesi gün, hocayı
alıp getirdiler. Hoca, köye öyle bir kasılarak geldi ki gerilmiş bir yaydan
çıkacak ok gibiydi. Bir fırlasa Çiçekdağı'nın tepesine ulaşırdı herhal.
Köylüler, hocanın karşısında sessizce durmuş, soluk bile almıyorlardı. Hocayı
buyur edip izzeti ikramda bulundular. Cebine bir tomar da para koydular. Hoca,
kasım kasım kasılıyor, kimselerle muhatap olmuyordu. Başka zaman olsa bu hocayı
unufak ederlerdi ama şimdi işleri düşmüştü. Hoca, pek öyle ufak tepelerde dua
edecek birine benzemiyordu. Çiçekdağı'nın tepesine çıkacaktı. Orası Allah'a
daha yakındı. Başka zaman, “Allah'ı nerede ararsan oradadır.” derlerdi ama
şimdi dardaydılar ve en yükseğe çıkmak gerekiyordu. Hemen hoca için bir araba
ayarladılar. Daha önce koyun, keçi, dana, ne varsa kurban edildiği için sıra
sağlım ineklere gelmişti. Herkesin evinde ne kadar sağlım ineği varsa toplayıp
getirdiler. Hoca, kendisi arabaya bindi ama köylülerin arabalarla gitmesine,
“Duanız kabul olmaz.” diyerek izin vermedi. Çoluk çocuk, kadın kız, ineklerini
önlerine katıp Çiçekdağı'na tırmanmaya başladılar. Yaşlılar bile gelmişlerdi.
Çıkamayanları sırtlarına alıp kanter içinde çıkardılar. Sekililerin,
Çiçekdağı'na yağmur duasına çıkacağını çevre köylüler de duymuşlardı. Acılı,
Kabaklı, Kızılcalı köylerinden de duaya katılmak için gelenler vardı. Dağın
doruğuna vardıklarında hocanın etrafında bir yarım ay oluşturdular. Çok
yorulmuşlardı. Biraz soluklandılar. Kimi oturup, kimi çömelip dinlendiler.
Şimdi Sekili Ovası ayaklarının altındaydı.
Hoca, kendinden son derece emin bir şekilde
cemaatin karşısına geçti, ellerini havaya kaldırıp yüksek sesle yağmur duasını
yaptırdı. Sekililer bu kez en iyi hocayı getirmişler, Allah'a en yakın olan
yere çıkmışlar, çevre köylülerin de katılımıyla en iyi ve en doğru şekilde
dualarını etmişlerdi. Büyük bir rahat ve huzur içinde uzun bir, “Amiiiin!”
çekip ellerini yüzlerine sürdüler. Hemen hocaya yaklaşıp, “Hocam. Yağmur
yağacak mı?” diye sordular. Hoca: “Öyle bir yağmur yağacak ki Sekili Ovası derya
olacak. Delice Irmağı, lümbe lüp suyla dolup akacak.” dedi. Köylüler, sevinip
el çırptılar. Hemen kurbanlarını kesmeye başladılar. Etin en iyi yerlerini
hocanın arabasına doldurdular. Herkes hocaya teşekkür etmek için yarış ederken
hoca, yine kasıla kasıla arabaya bindi. Birkaç kişi, hocayı dağdan indirip
köyüne doğru götürdüler. Müjdeyi alan köylüler, o anda kuş olup dağdan aşağıya
uçmak istediler. Kurbanlıkların geri kalanını da kesip yoksulların hakkını
ayırdılar. Bir kısmını da ateşler yakıp pişirdiler, oturup yediler. Yağacak
yağmurun ardından oluşacak selleri durdurmak için yine bu hocayı
çağıracaklardı. Allah başlarından eksik etmesindi bu hocayı. Amin. Amin. Bir
güzel yiyip içtikten sonra toparlandılar. Yürekleri körük gibiydi. İçleri
içlerine sığmıyordu. Birçoğu, dağdan aşağıya koşarak daha doğrusu uçarak
indiler. Delice’nin yanına geldiklerinde biraz soluklandılar. Su içip yüzlerini
yudular. Gerilerden insanlar, sel gibi akıp geliyorlardı. Köye döndüklerinde
hava biraz bulutlanır gibi oldu. “Aha! Şimdi rahmet yağacak” diyerek beklediler
ama boşuna. Bir damla bile yağmadı.
Aradan günler geçti. Ne bir gök gürledi, ne bir
şimşek çaktı, ne de yağmur yağdı. Sekili Ovası, sıcaktan ciğer gibi
kavruluyordu. Köylüler, tuzlu ve kurtlu su içmekten bir hal oldular. Hattin
arkasındaki kurbağalar bile susuzluktan ölmeye başladılar. Sekililerin duaları
sanki duyulmuyor, kabul olunmuyordu bir türlü. Camiler dolup taşıyor,
ağlayanlar, sızlayanlar, merhamet dileyenler, dilencilere perşembelik verenler
ama bir şey yok. Köylüler, umutsuzluktan yıkıldılar. Kahvehaneye bile gitmez
oldular. Damların, duvarların dibinde oturup dualar ediyor, adaklar
adıyorlardı. “Eğer bı yıl yağmur yağarsa hacca gideceğim.” diyenler bile vardı.
Kimileri isyan ediyor kimileri, “Allah büyüktür. İsterse yağmuru da yağdırır,
seli de akıtır.” diyordu. Kimileri, hocaya küfür ediyor, “Gidip paramızı geri
isteyelim.” diyorlardı. Ne yapacaklarını iyice şaşırmışlardı. Öyle ki itleri
kesip, kafalarını bir değneğe geçirip tarlaların ortasına dikiyorlardı. Köyde
it bile kalmamıştı kesilmekten. Kim ne derse onu yapar hale gelmişlerdi.
Çocukların boynundan kocaman kocaman yağmur muskaları sarkıyordu. Muska,
mırtlak yazmaktan ve kerpetenle diş çekmekten iyi para kazanıyordu Süleyman
Hoca. Öğle saatlerinde köy, tam bir çöl görünümündeydi. Topraktaki tuzlar dışa
vurmuş, sakız gibi bembeyaz olmuştu. Delice Irmağının suyu iyice azalmış, sicim
gibi akıyordu. Köylüler, paçaları sıvayıp balık tutar oldular. Her yıl derya
gibi akardı oysa. Kenarlarındaki yılgın ağaçları bile susuzluktan kurumaya
başlamıştı. Sekilinin dışında Süleymanlıözü, Topaç, Buruncuk, Arifoğlu, Zincir,
Kayadibi, Terzili, Kurnuk köyleri de kavruluyordu susuzluktan. Haftalardır bir
yağmur danesi görmeyen köylüler, ne yapacaklarını, ne edeceklerini şaşırıp
kalmışlardı. Sadece yoksulların yüzü gülmüştü biraz. Kesilen kurbanların
sayesinde ömürleri boyunca yemedikleri kadar et yemişlerdi bu yıl. Haftalar
süren bir kurban bayramı olmuştu onlar için. Köylülerin gözü, Çiçekdağı'nın
Tencere denilen mevkiindeydi. Çünkü yağmur o taraftan gelirdi. Köylülerin
meteorolojisi burasıydı. Buradan anlayamazlarsa Çiçekdağı'nın tepesine
bakarlardı. Dağa bakmaktan boyunları tutulmuştu köylülerin. Ova cayır cayır
yandıkça evlenecek oğlanların rızıkları, nişanlanacak kızların umutları da
tükenip gidiyordu. “Yağmur yoksa yaşam yok demekti buralarda. Herkes düğününü
derneğini harman zamanına göre ayarlardı. Bu yıl elleri kınalı gelinleri,
yakışıklı damatları göremeyecekti demek ki bu ova. Ekinler yanarsa artık
öldüler, bittiler demekti.
Herkesin, umutlarını ve inançlarını yitirmesine
ramak kala kurnaz Süleyman Hoca, herşeyi açıklamaya karar verdi. Bir öğle
namazı sonrasında köylüleri caminin avlusunda topladı ve: “Yağmurun
yağmamasının tek nedeni Sofunun İhsan'ın, altın dişleriyle gömülmesidir. Ben
size ‘Dişlerini çıkaralım. Böyle gömülmez, günah olur.’ demiştim ama
dinlemediniz. Allah-u Teala, size günah yazdı ve hepinizi cezalandırıyor.
Gelin, mezarı açıp o dişleri çıkaralım, Allah'tan af dileyelim. Göreceksiniz, o
zaman yağmurlar yağacak, ovada seller akacak. Ekinler yanmaktan, ocaklar
sönmekten kurtulacak.” dedi. Caminin avlusunda bir uğultu koptu. “Hoca doğru
söylüyor” diyenlerle birlikte, “Ölünün kabri açılmaz” diyenler de vardı. Herkes
bu konuyu tartışmaya başladı. Dişlerin çıkarılmasına karşı olanlar
çoğunluktaydı. Köylüler, evlerine doğru giderken:
“Dünya malı dünyada kalmalı. Ne vardı ağzındaki
dişlerle gömecek? Elbet Allah eyi demedi. Baksanıza şu başımıza gelenlere.
“Sanki götürüp de öteki dünyada daha mı eyi bir yer
alacak?”
“Rahmetli, sağlığında da pek cimriydi. Bu dünyada
yemedi içmedi, şimdi oğlu Selahattin yiyip içiyor. Sofunun İhsan, bir kuru
ekmekle öldü gitti.”
“Varlık içinde yokluk diye buna denir işte.”
“Kendi yiyemedi emme şimdi de bizim rızkımız kesildi.
Hocayı dinleyip o dişleri çıkarmak lazım.” diye konuşarak dağıldılar. Köylüler
arasındaki tartışmalar tüm canlılığıyla sürerken bir akşam namazından sonra
kabrin açılmasına karar verdiler. Bu kararı Sofunun İhsan'ın büyük oğlu
Selahattin'e de bildirdiler. Köylüler böyle karar verince o da itiraz etmedi.
Küçük oğlu başka yerde oturduğu için ona haber etmediler. Hemen köy bekçisini
çağırıp evlerde, kahvehanede, sokaklarda herkese kabrin açılacağını duyurmasını
istediler. Bekçi, gecenin geç vaktine kadar tüm köyü dolaştı, bir bir herkese
haber verdi. Tüm köylüler, hararetle bu konuyu konuşurken çocuklar korktular ve
erkenden yatırıldılar. Çocuklar, korkudan sabaha kadar analarının dizinin
dibinde uyudular. O gece, Sekili köylüleri için yaşamlarının en zor gecesi
oldu. Geç saatlere kadar uyuyamadılar. Sofunun İhsan, o gece hayalet oldu,
sokaklarda, evlerde, köyde gezdi durdu. Sağlığında bu kadar tanınmayan Sofunun
İhsan, o gece herkesin düşündüğü tek kişi olmuştu.
Sabahı zor eden köylüler, erkenden kalkıp caminin
yolunu tuttular. Akşamdan birkaç kişiye tembihlenmiş, onlar da kazmalarını,
küreklerini, bellerini omuzlayıp gelmişti. Yanlarında yedek mendil bile
getirmişlerdi. Sabah namazını kıldıktan sonra mezarlığın yolunu tuttular. En
önde kurnaz tilki Süleyman Hoca, arkasında da beş-altı köyIü yanyana yürüyorlar
ancak hiçbirinden çıt çıkmıyordu. Köylülerde bir ürkü, korku vardı. Süleyman
Hoca en önde çamura batmış öküz gibi bacaklarını kıra kıra yürüyor, köylülerin
hiçbiri onu geçmek istemiyorlardı. Kadınlar, kızlar, çocuklar evlerinin önüne
çıkmış, mezarlığa gidenlere bakıyorlardı. Yukarı mahalleden geçerken gübre
kokusunu duymamak için ellerini burunlarına kapatıp daha hızlı yürüdüler.
Mezarlığa geldiklerinde hep beraber mezarın başında dua ettiler. Köylülerde
mezar taşı yaptırmak pek adet değildi. Kabaklı'dan getirdikleri pur taşlarını
kırıp mezarın baş ve ayak ucuna diker, iz bırakırlardı. Gelişigüzel taşlarla da
etrafını şöyle bir çevirir, bırakırlardı. Duayı bitiren hoca, köylülerin
korktuklarını anlayıp: “Ne korkuyorsunuz bre? Hiç insan, ölmüş birisinden
korkar mı? Erkeklik öldü mü bre?” diyerek rahatlatmaya çalıştı. Birkaç kişi,
kazmaları alıp mezarı kazmaya başladılar. Toprak biraz kabarınca diğerleri,
kürekle alıp kenara yığdılar. Kazmacılar, tekrar kazmaya başladıklarında daha
dikkatli oldular. Sanki kazma, Sofunun İhsan'ın bir yerine değecekmiş gibi
korkuyla kazıyorlardı. Kazdıkça mezarın dibinden kokular gelmeye başladı.
Ceplerinden mendillerini çıkarıp ağızlarını, burunlarını sardılar. Toprak
yumuşak olduğu için kolay kazılıyordu. Kazmaları bırakıp toprakları attılar ve
küreklerle, bellerle kazmaya devam ettiler. Kazdıkça koku da artıyordu. Zaman
zaman ara verip, yolun kenarında temiz hava alıp geri geliyorlardı. Mezardan
çıkan kokuya dayanamayıp kustular. Hem de öğürerek kustular. Birkaç kişi
kazarken diğerleri hava almaya gidiyor, onlar gelince ötekiler gidiyordu.
Mezarın başından tek ayrılmayan kişi, Süleyman Hocaydı. Köylüler, artık
dayanamaz oldular, kürekleri bırakıp hepsi yola doğru kaçtılar. Kötü koku
etrafa da yayılmıştı. Kokuyu alan köpekler, havlamaya başladılar. Köylüler,
yolun kenarında mideleri, bağırsakları sökülünceye kadar kustular, kustular. Artık
onlardan bir fayda gelmeyeceğini anlayınca Süleyman Hoca, küreği alıp mezarın
içine indi. Kalan toprakları kazdı, dışarı attı. Tahtalar ve kerpiçler ortaya
çıkınca köylüleri çağırdı. Köylüler, mendillerinin üstüne birer mendil daha
bağlayıp, ceketlerini de yüzlerine sarıp geldiler. Hoca, hem yorulmuş, hem
kızmıştı. Tahtaları ve kerpiçleri söküp söküp atıyordu. Tam ölüye ulaşınca bir
baktılar ki kocaman bir karayılan, ölünün döşüne çöreklenmiş yatıyor. Köylüler,
hemen kürekleri kapıp öldürmeye davrandılar ancak hoca: “Bırakın, dokunmayın.
Allah, onun rızkını buradan vermiş.” diyerek durdurdu. Yılan, kendisini şöyle
bir toplayıp başını dikti ve hemen yanı başında bulunan deliğe girip ortalıktan
kayboldu. Süleyman Hoca, ağzını, burnunu tekrar sıkıca sardıktan sonra ölüyü
sırtüstü çevirip başını düzeltti. Ölünün üstündeki böcekler hemen kaçıştılar.
Kefen bezi çürümüş, anlaşılmaz bir renge dönüşmüştü. Süleyman Hoca, besmele
çekerek ölünün çene bağını çıkardı ve ağzını açmaya çalıştı. Hoca, ara sıra
ellerini toprağa silerek çeneyi açmaya çalışıyordu. Köylüler, yakından
baktıkları için tekrar kusmaya başladılar. Bazıları, bir daha gelmemeye yemin
ederek tekrar yola kaçtılar. Ağızlarından, burunlarından kusuyorlardı sanki.
Boğulacak gibi oldular. Süleyman Hoca, hiçbir şeye aldırmadan mezarın içinde
tek başına altın dişleri bulmaya çalışıyordu. Sonunda ağzını açtı ve alt
damaktaki altın dişleri çekip çıkardı. Sonra üst damakları çıkardı ve mendiline
sarıp cebine koydu. Bir an içi bulandı, bayılacak gibi oldu ama kendini
zorlayarak çenesini tekrar bağladı. Başını yerine yerleştirip ölüyü yan
yatırdı. Yukarıda bekleyen köylülere seslenip acele tahtaları istedi. Köylüler,
mezara hiç bakmadan tahtaları ve kerpiçleri uzattılar, Süleyman Hoca da hızla
tekrar ördü. Hocayı kolundan tutup dışarı çıkardılar ve toprakları hızlı hızlı
mezara atıp çabucak kapattılar. Köylüler, “Hocam. Öldük, bittik. İçimiz
dışımıza çıktı. Bir an önce gidelim buradan.” diyerek kazmaları, kürekleri
kaptıkları gibi yola çıktılar. Köylülerden biri, halâ öğürerek: “Anam avradım
olsun ki bir daha ağzıma bir lokma bile koyamam. Geldiğime geleceğime bin
pişman oldum.” derken Süleyman Hoca, ne diyeceğini bilemiyordu. Kim bilir kaç
yüz ölü yıkamış, kaç mezar açmıştı ama böyle kokanını hiç görmemişti. Hiçbir
şey olmamış gibi önlerine düşüp köyün yolunu tuttu. Köylüler, arkasından öyle
ağır yürüyorlardı ki gören, onları mezardan çıkmış ölü sanırdı. Köye
geldiklerinde herkes, evlerine dağıldı. Süleyman Hoca da evine varınca, mezarı
kapattıktan sonra dua etmediklerini hatırladı. Kendi kendine: “Kokudan akıl mı
kaldı yahu? Dua da etmedik. Allah günah yazmaz inşallah.” deyip geçiştirdi. Eve
girmeden karısına seslenip ibriği getirmesini istedi. Karısı, ibrikten suyu
döktü hoca, ellerini defalarca sabunladı. Yüzünü de yıkayıp silindi. Ölünün
kokusu sinmesin diye ellerini bir de kolonyayla yıkadı. Mezarlıktaki kokuyu
düşündükçe içi daha çok bulanıyordu. Sedirin önüne uzandı. “Sofunun günahı çok
da ondan mı bu kadar koktu acaba?” diye düşündü. Bulgaristan'da iç savaş sırasında
öldürülen ve gömülen insanları, otopsi için defalarca çıkarıp tekrar gömmüştü.
Ancak böylesine hiç rastlamamıştı. Birden, cebindeki altın dişler aklına geldi.
Sofunun oğluna verse miydi, vermese miydi? “Aman. Bırak canım. Kim soracak?
Sorarlarsa ‘hayrına bana verin’ derim, isterim.” dedi içinden. Yorgunluktan ve
kokudan halsiz düşmüştü ama altın dişleri de cebine koymuştu. Gönül
rahatlığıyla oracıkta uykuya daldı.
Mezarı kazan köylüler, günlerce yataklarında hasta
yattılar. Ne yemek yediler, ne su içtiler. Her gece kabus görüp korkuyla
uyandılar. O günden sonra kimse, Süleyman Hocayı camide görmemişti. Evine gidip
yokladılar. Hoca, ağır kokunun verdiği rahatsızlıkla hastalanmış, yatağa
düşmüştü. Ağzı burdu uçuklamış, her yerinde yara-bere çıkmıştı. Mezarı açarken
aslan gibi cesur davranan hoca, aslında korkmuş ama belli etmemişti. Her gece
uykusundan sıçrayarak uyanıyor, oturup dualar okuyordu. Rüyasında hep Sofunun
İhsan'ı görüyordu. İki eli yakasında: “Ver benim dişlerimi!” diyordu. Hoca,
elinden kurtulmak için yalvarıyor, yakarıyor ancak Sofunun İhsan, yakasını
bırakmıyordu. Hocanın çok hasta olduğunu gören köylüler, aralarından az buçuk
bilgisi olan birini, camide görevlendirdiler. Hoca iyileşinceye kadar ezan
okuma ve namaz kıldırma işini idare ettiler. Altın dişlerin çıkarılmasından
sonra herkes, bir fırtına ve yağmur bekliyordu. Sanki bu dişler, ağızlarında
acı veren çürük bir dişmiş de çektirip kurtulmuşlar gibi seviniyorlardı.
Çocuklar bile şemşamer saplarına at gibi binip: “Yağmur yağacaaak! Seller
akacaaak!” diye bağırarak koşturup oynuyorlardı. Altın dişler çıkarılalı günler
olmuştu ama halâ yağmur yağmamıştı. Üstelik kuraklık da artmış, ortalık
yanıyordu. Köylüler, bir daha umutsuzluğa düştüler. “Sofunun İhsan’ın dişlerini
çıkarmakla hata mı ettik acaba? Ortalık daha da beter oldu. Mezarı açmakla daha
büyük günah işledik belki de.” diye düşünmeye başladılar. Artık ne dua
ediyorlar, ne de kurban kesiyorlardı. “Ne olursa olsun.” demeye başladılar.
Süleyman Hoca, bir süre sonra iyileşip ayağa kalktı
ve camiye geldi. Köylüler, hemen camiye doluştular. Hoca yağmur hakkında neler
söyleyecek diye kaşına gözüne bakıyorlardı. Hoca da anlıyor ancak ne diyeceğini
bilemiyordu. Kuran-ı Kerim'i şöyle bir karıştırıp birşeyler okudu. Sonra kendi
kafasına göre yağmurun yağacağına dair bir takım yorumlar yaptı. Köylüler, pek
tatmin olmadılar. Camiden çıkanlar, kahvehaneye ya da duvar diplerine oturup
kara kara düşünüyorlardı. Hepsinin de konuşmaları yağmur üstüneydi. Köyün tek
kahvecisi Hallo'nun keyfine diyecek yoktu. Ne tarlası vardı, ne de oğlu, uşağı.
Kahveden kazandığı parayla geçinip gidiyordu. Her iki elini de doldurup çay
servisi yaparken: “Bı yıl borçlarınızı ödemezseniz, ağalardan önce
tarlalarınıza ben el koyacağım, haberiniz olsun.” deyip köylülerle eğleniyordu.
Hallo, bir bardak çayı dahi kaçırmaz, önlüğünün cebindeki veresiye defterini
çıkarır, kulağının üstünde taşıdığı kopya kalemiyle hemen bir çizgi atardı.
Köylüler, geçen yıldan verdikleri senetlere ağaların, ne gibi bir işlem
yaptıracağını merak ediyorlardı. Okuma yazması olmayan köylülerin kimisi,
senedine parmak basmış kimisi, senedine ne yazıldığından bile habersizdi. Tek
bildikleri şey, borçlarını ödemezlerse tarlalarının elden gideceğiydi. Eğer
yağmur yağmazsa tüm köylüler, tarlalarını öldüm pahasına ağalara satacaklardı.
Ağalar, aç kurt gibi ekin zamanını bekliyorlardı. Sekili Ovasında her türlü
borç, alacak, alışveriş işleri temmuz ayında yapılırdı. Mevsimin kurak geçmesi
ağaların işine gelirdi. Kahvehanenin dört bir köşesi, dinlenme köşesi olmaktan
çıkmış dert köşesi olmuştu. Yüzü gülen tek kişi, kahveci Hallo idi. Süleyman
Hoca, o sırada evinde yabancı radyoları dinliyor, yağışlı havanın ülkemize ne
zaman geleceğini öğrenmeye çalışıyordu. Özellikle BBC'yi gizlice dinliyordu.
Bulgaristan'da iken İngilizce öğrenmişti ama bunu kimseye söylemezdi. Çünkü
kendisi hakkında “ajandır” söylentisi çıkmıştı. Bir de bu bilinirse köyde hiç
barınamazdı.
Sekili ve çevre köyler cayır cayır yanarken
köylülerin de içleri yanıp kavruluyordu. Ekinler sarardıkça insanlar da ot gibi
kuruyorlardı. Hepsi ekmekten aştan kesilmişler, geceleri avratlarıyla bile
yatamaz olmuşlardı. Para pul olmazsa adamın şeyi de kalkmazdı. Şehvetleri,
sönmüş kireç gibiydi. Kimileri, aralarında: “Valla avrat gibi olduk. Atmacamız
kuş tutmaz oldu. Geceleri avratlara sarılıp gardaş gardaş yatıyok. İcraat yok.
Sizi bilmem amma bizde böyle.” diyor, diğerleri de: “Bizde de bir şey arama.
Valla biz de aynıyız. Bu gidişle temelli avrat hadım olacağız.” diyerek
dertleşiyorlardı. Köyde, kadınlar bile ellerini işe vurmaz olmuşlardı. Yılgın
süpürgesiyle yalandan ortalığı şöyle bir süpürüp evlerine çekiliyorlardı.
Kuyulardaki sular da iyice çekilmeye başlayınca herkes, paniğe kapılmaya
başladı. Her taraf böcek, sinek, haşaratla dolmuştu. Köylülerin en çok zoruna
giden şey, Çerikli ve Kırıkkale taraflarına yağmur yağıyor olmasıydı. Kendileri
bu kadar dinlerine, imanlarına bağlıyken gece gündüz dua edip kurbanlar
keserken ne hikmetse yağmur, hep o tarafa yağıyordu. Oysa faiz, kumar, kıybet,
koğu o taraflarda daha çok vardı. Onlar daha mı çok Allah’a, kitaba
bağlıydılar? Yine de Allah'a isyankar olmamak için “Allah büyüktür. Allah'tan
umut kesilmez.” deyip sabrediyorlardı.
Sekili ovasında, tüm arpa tarlaları yanmıştı artık.
Buğdaylar da kurumaya yüz tutmuştu. Çobanlar, davar sürülerini arpa tarlalarına
bırakıp iyice bir doyurdular. Sekilinin içinden geçen marşandizler bile su
olmadığı için Sekili istasyonunu pas geçiyorlardı. Köylülerin bir kısmı,
demiryolunun kenarlarında geceleri nöbet tutmaya başladılar. Çünkü makinistler,
hareket halindeyken en olmadık yerlerde yanık kömürleri boşaltıyorlardı.
Kömürler ağaç travestleri tutuşturuyor, oradan otlara yayılıyor, büyüyerek ekin
tarlalarını vuruyordu yangın. Kimin yaptığı bile bilinmeden, binlerce dönüm ekin
tarlası bir gecede yanıp kül olurdu böyle. Bundan dolayı makinistlerle
Sekililer arasında yıllardır süren gizli bir kan davası vardı. Trenler kolay
kolay Sekili istasyonunda durmazlardı. Dursalar da çok kısa bir süre kalıp
hemen hareket ederlerdi. Birçok çocuk ve köylü, gece gündüz demez, makinistleri
ve gardfrenleri taşlarlar, kafalarını gözlerini kırarlardı. Attıkları balast
taşları öyle keskin ve sivriydi ki makinistler, nasıl kaçacaklarını
bilemezlerdi. Kimi zaman da kasıtlı olarak yanık kömürleri savurarak geçer
giderlerdi.
Yine hava çok sıcak ve boğucuydu. Köylüler, duvar
diplerinden kalkıp evlerine çekilmişlerdi. İtler bile sıcağa dayanamıyor,
çamurlara beleniyorlardı. Birden, Tencere mevkiindeki bulutların rengi değişti.
Bulutlar yavaş yavaş Acılı'dan, Kabaklı'ya doğru kaymaya başladı. Hava hafif
puslandı. Köylüler, hemen dışarı çıkıp Tencere'ye doğru baktılar. Acaba pus
muydu, yoksa yağmur mu geliyordu? Pus, Çiçekdağı'nın doruklarına doğru kaydı.
Sekili tuzlası görünmez oldu. Kızılcalı köyü, kayboldu bitti. Evet.
Çiçekdağı'nın tepesinde yağmur vardı. Hat tin arkasından, aniden büyük bir toz
bulutu kalktı ve kısa sürede köyün içine gelip her yanı sardı. İstasyon ve
Toprak Mahsulleri Ofisi görünmez oldu. Köyün içinde bir fırtına oluştu ki göz
gözü görmüyordu. Herkes evine girip kapısını, toplusunu sıkı sıkı kapattı.
Fırtına, önüne ne kattıysa alıp götürüyordu. Evlerin önündeki teneke teştler,
deri tulukları, siğle dallarında asılı bulunan çamaşırlar, tavuklar, cücükler,
yeni doğmuş civcivler fırtınayla birlikte uçup gittiler. Yerdeki kağıtlar,
otlar, çöpler, kimilerinin kasketleri havada savrulup duruyordu.
Kahvehanedekiler, olup biteni seyrediyor, olayı yorumlamaya çalışıyorlardı.
Büyük bir şaşkınlık içindeydiler. Ortalık birden kızıllaştı. Fırtınanın, Terzili
köyü tarafından getirdiği kızıl topraklar, un gibi savruluyordu havada. Yazıda,
yabanda ne kadar andak dikeni varsa söküp damların, kapıların, topluların
önlerine uçuruyordu fırtına. Kimi zaman da gökyüzünde toplanıp, bir uçurtma
gibi uçuyordu andak dikenleri. Fırtına öyle şiddetliydi ki önüne ne gelirse
alıp götürüyordu. O sırada evine gitmeye çalışan köy bekçisi Alicük'ün, yağlı
şapkasını da alıp uçurmuştu. Alicük, peşinden gittiyse de yetişemedi. Köy,
birden görünmez olmuştu. Herkes, bir afat olmasın diye dua etmeye başladı.
Kızıllık gitgide artıyordu. Sanki köyün üstüne bir varil kırmızı boya
dökülmüştü de fırtına da onu dağıtıyormuş gibi oldu. Çerikli'nin, Terzili'nin,
Derebağı'nın tüm kızıl toprakları Sekili Ovasına gelmişti. Ovadaki toprağın rengi
değişti. Arazideki davar ve sığır çobanları, arkaçlara, demiryolu köprülerinin
altına sığındılar. Can derdine düşüp sağa sola kaçışan davarları, itler
toplamaya çalışıyordu.
Güneşli ve yakıcı olan hava, durup dururken nasıl
da birden değişmişti? Günlerdir elleri havaya kalkmayan köylüler, yine ellerini
havaya kaldırmış “Ey büyük Allah'ım. Sen nelere kadirsin? İstersen taş
yağdırırsın, istersen rahmet. Alan da sensin, veren de sensin ya Rabbim.”
dediler. Gökyüzünde, aniden bir mavi ışık parladı ve büyük bir patlama sesi
duyuldu. Köylüler, hemen yere çöküp göz-kulak kesildiler. Yıldırım, Buruncuk
taraflarına düşmüştü. Düştüğü yerden alevler yükselmeye başladı. Tarlalar
yanıyordu. Köylüler, “Mutlaka birileri ölmüştür” diyerek elleri havada hayırlar
dilemeye başladılar. O sırada evlerinde bulunan kadın ve çocuklar da patlama
sesini duyar duymaz yere oturmuşlardı. Köylüler, “Şimşek çakınca yere oturulur.
Yoksa Allah'a karşı gelmiş olursun.” derlerdi her zaman. Kahvehanedekiler,
gökyüzündeki bu olağanüstü patlamayı hemen: “Amerikalılar yağmur bombası mı
attı ne? Bize süt tozu gönderiyorlar ya belki yağmur bombası da atmışlardır.”
diye yorumladılar.
Nereden geldiği belli olmayan bir hortum, neredeyse
köyü yutacaktı. Önce küçük gibi görünen hortum, yaklaştıkça büyüdü de büyüdü.
Önce toz bulutu, ardından fırtına, yıldırım, şimdi de hortum. Bu gidiş pek
hayra alamet değildi. Köylüler: “Ne hikmettir bu Allah'ım? Sen sonumuzu hayır
et. Çoluk çocuğumuzu koru.” diye yalvardılar bu kez. Neyse ki hortum, köyün
içinden geçmedi. Yakınlarından geçip ovanın değişik yerlerinde gezdi durdu
çılgınca. Önüne ne geçtiyse vurdu Allah vurdu, savurdu ha savurdu. İntikam
alırcasına dövdü dövdü durdu. Doymadı, sağa sola salladı. Köylüler, oldukları
yerde kıpırdamadan durup seyrediyorlardı. Bir yandan da: “Sofunun İhsan’ın
mezarını açıp dişlerini aldık. Allah-u Teala, şimdi bizi cezalandırıyor.”
diyorlardı korkuyla. Ne de olsa bilim teknik bilmezdi köylüler. Köy
mezarlığındaki Sofunun İhsan'ın mezarı da fırtınanın etkisiyle dümdüz olmuştu.
Taze toprak, sanki birileri tarafından özenle düzeltilmiş gibiydi.
Hortum, kinini kusup uzaklaştıktan sonra öyle bir
yağmur başladı ki daha şimdiye kadar kimse böyle bir yağmur görmemişti. İri
taneler ile başlayan yağmur, durmaksızın saatlerce yağdı da yağdı. Sanki
gökyüzündeki tüm yağmurlar bu ovaya düşüyordu. Köylüler: “Hey Allah’ım.
Hikmetinden sual olunmaz.” diyerek sevinmeye başladılar. Vurdular kendilerini
dışarıya. Çoluk-çocuk, büyük-küçük, kadın-kız, tüm ova halkı, yağmurun altında
keyifle iliklerine kadar ıslandılar. Kuyular, ırmaklar sularla doldu tekrar.
Birkaç saat önceki yakıcı havadan hiçbir eser kalmamıştı. Süleyman Hoca,
kapının önüne çıkmış gülümsüyordu. Kazlar, ördekler, itler, tüm canlılar bayram
ediyordu. Süleymanlıözü Deresi taşmış, köyü seller basmıştı. Köylüler, hiç
aldırış etmediler. “Buna bin şükür.” diyorlardı. Ekinler sulanmıştı ya isterse
sel, evlerini, ahırlarını, tandırlıklarını alsın götürsündü. Yağmurla birlikte
gökyüzündeki kızıllık kaybolmuş, yağmur sonrasında süzülüp durulmuştu. Gökyüzü
şimdi bembeyazdı. Beyaz bulutlarla kara bulutlar, sürekli yer değiştirip
manevra yapıyorlardı. Biraz sonra Bağtepesi’nde gökkuşağı belirdi. Köylüler,
sellere aldırmadan doyasıya, gökkuşağının güzelliğini seyrettiler. Tüm ova
halkı mutlu ve sevinçliydi. Elleri, saatlerce yukarıdan inmedi. Süleyman Hoca,
bugüne kadar bir kez olsun altın dişlere bakmamıştı. Mendili cebinden çıkarıp
açtı ve gülümseyerek baktı. Altın dişler de parlayarak ona gülümsediler. Nasıl
olsa yağmur yağmış, seller akmıştı. Artık kimse bu dişleri sormazdı. Özenle
tekrar sarıp cebine koydu.
1974 yılı Temmuzunda Sekili Ovasındaki tüm
köylüler, öyle bir mahsul kaldırdılar ki ödenmedik bir tek senet kalmadı.
Oğullarını evlendirip kızlarını çıkardılar. Tekrar adaklar adayıp dilencilere
bol bol perşembelik verdiler. Süleyman Hocaya yağlar, ballar, unlar, bulgurlar,
paralar verip çok iyi baktılar. Hiç kimse altın dişleri sormadı. Hoca, Yerköy'e
gidip otuziki adet, yirmidört ayar altın dişleri sattı ve Yerköy'den bir arsa
aldı. Daha sonra o arsaya, oğlu için ev yaptırdı. Sekili ve çevresinde bir daha
hiçbir ölü, altın dişleriyle gömülmedi. Ova halkı, bir daha ne hüzün, ne acı,
ne de umutsuzluk yaşamadı. Artık güneş, daha güzel doğuyordu Sekili’den.