Dikenli dere köyünden Eşşekçi Hasan'ın küçük oğlu
Mehmet'le Zartlağın Ömer, aldıkları koyunu eve getirdiler. Evin önüne küçük bir
çukur açıp, koyunu yatırıp kestiler. Koyunun kanından, çocukların alnına
sürdüler. Kanla dolan çukurun üstüne de toprak atıp kapattılar.
Kestikleri koyun bir adaktı. Her ikisi de: “Eğer
bir gün, toprak bir dam sahibi olursak bir kurban kesip fakir fukaraya
dağıtacağız." diye adakta bulunmuşlardı. Yıllarca Adana'da Mersin'de
çalışıp para biriktirmişler ve köylerine dönmüşlerdi. İki arkadaş, gurbetin
yolunu beraber tutmuş, aynı yerlerde amele olarak çalışmış, omuz omuza verip
birbirlerine yardım etmişlerdi. Kömür gibi kara saçlarla gittikleri gurbetten,
apak saçlarla ve bin bir türlü hastalıkla dönüp gelmişler ve yan yana birer
toprak dam yaptırmışlardı. Şimdi adaklarını kesmişler, pay edip dağıtacaklardı.
Koyunun derisini
yüzdükten sonra teştin içine koydular. İki arkadaş, payları nasıl ve kime
vereceklerine karar veremiyorlardı. Avratları: “Konu komşuya verelim” diyor,
erkekler: "Olmaz. Akrabalara vermek lazım.” diyorlardı. “Bizim köye
dağıtmayalım. Komşu köylerdeki fakir fukaraya dağıtalım.” filan dediler ama bir
türlü işin içinden çıkamadılar. Kesilen adağın üstüne, yeşil sineğin biri iniyor,
bini kalkıyordu. Köyün çocukları da ellerinde bakır taslar ve sahanlarla,
adağın etrafında bekleşip duruyorlardı. Etin kokusunu alan kedi köpekler de
adağın etrafında dolanıyorlardı. Çocuklar, itleri kovalıyor ancak itler,
dişlerini gösterip “Hırrrr!” yapıyorlardı çocuklara. İki komşu, ne
yapacaklarını kime vereceklerini şaşırmışlardı. Avratlarını azarlayıp kendi
aralarında konuştularsa da bir karar veremediler. Peş peşe yaktıkları birinci
sigaralarından sonra akıllarına birden köyün hocası geldi. Evet. En iyisini
köyün hocası bilirdi. Ne de olsa din adamıydı. Eşit şekilde herkese payını
verirdi. Bu parlak fikre hemen uydular ve çocukları hocanın evine yolladılar.
Çocuklar, yarış edercesine koşarak yokuşu inip gözden kayboldular.
Hoca, evinden çıkıp gelirken etrafında onlarca
çocuk vardı. Kara Süleyman, uzun zamandır köyde hocalık yapıyordu. Kara
cübbesini hiç çıkarmaz, ciddi bir edayla konuşur, uzun ve aksakallarını
sıvazlar dururdu. Hoca, yokuşa gelince ellerini dizlerine dayayıp zorlanarak
çıktı. Hocayı görünce herkesin yüzü güldü birden. Oh! Artık paylar
dağıtılacaktı. Hemen hocayı karşılayıp kesilen adağın yanına getirdiler. Hoca,
kocaman ellerini havaya kaldırıp herkesi duaya davet etti. Çocuklar bile
ellerini göğe değercesine kaldırdılar, et yiyeceğiz diye. Hoca, duasını
okuduktan sonra ev sahiplerine dönüp: “Allah kabul etsin. Tekrarını nasip
eylesin.” dedi. Hocayla birlikte herkesten, yüksek bir "Amin!” çıktı ve
ellerini yüzlerine sürdüler. Hoca, kesilmiş adağa şöyle bir baktı. İçinden:
"Koyun ne kadar da zayıfmış. Ne kadar et çıkar ki bundan? Önceden bilsem
kestirmezdim ben bunu. Neyse. Adak adaktır.” dedi. Sonra adak sahiplerine
dönüp: "Şu adağı kaldırın teştten de şu akasya ağacına asın." dedi.
Hemen evden kancayı getirip adağı ağaca astılar. Bütün çocukların gözü asılı
duran koyun etindeydi. Geriden bakıldığında ne kadar da güzel görünüyordu.
Çocukların kimi, içi kavurma dolu dürüme soğan sarıp yiyor, kimi de eti çıkla
yiyordu hayallerinde. Düşündükçe ağızları sulanıyor, yutkunup duruyorlardı.
Hoca: "Hah şöyle. Kesilen adağı herkesin görmesi lazım gelir. Mındar mı?
Mısmıl mı? Bilmek lazım. Yoksa yenmez.” dedi. Mehmet’le Ömer, biraz bozuldular
bu lafa önce birbirlerine baktılar, “Çattık belaya" der gibi başlarını iki
yana sallayarak dönüp hocaya baktılar. Deve mi kesmişlerdi sanki? Hepsi hepsi
kıçı boklu bir koyundu işte. Güçleri ancak buna yetmişti. Fakirlik adamın
boynunu kavak ağacı gibi eğiyordu. Kolay mıydı fakirlik? Verem hastalığı gibi
bir yapıştı mı adama, ömür boyu sürüp gidiyordu…
Kara Süleyman, gerek köyodasında gerekse duvar
diplerinde köylüyü, konuşmadan bırakmazdı. Hele camide, illallah dedirtmeden
cemaati eve salmazdı. Kimileri, Kara Süleyman'ın çenesi yüzünden camiye uğramaz
olmuştu. Çok konuşur, bıktırırdı insanları. Başladı yine vaaza: "Komşular.
Adak, Allahu Teâlâ için kesilir ve en az yedi pay yapılır. Eğer adaletli
dağıtılmazsa adak sahibi de yiyen de töhmet altında kalır. Allah katında,
kesmek ne kadar sevapsa, eşit bir şekilde pay edip dağıtmak da o kadar
sevaptır. Eğer sevap kazanmak ve Allah'ın rızasını almak istiyorsanız, şeriat
hükümlerine mutlaka uymalısınız. Yer gök hayırla hasenatla ayakta durur,
bilirsiniz. Yeryüzünde iyi insanlar olmasa dünya bir gün bile ayakta duramaz.
Koca öküz kağnısı gibi çamura çöker gider. Günaha girmemek ve iştirak etmemek
için adaklarınızı işte böyle şeriata uygun kesmelisiniz.” ve nihayet bitirdi.
Mehmet'le Ömer, üstlerine avratlarının birer
önlüğünü takmışlar, ellerinde yeni bilenmiş bıçaklarla bekleyip duruyorlardı.
Hoca, adak sahiplerine işaret edip: “Şu ön döş, köyümüzün böyyük ağası has
adam, Ismail Ağaya düşer. Kesin bakalım." dedi. Mehmet: “Olur mu hocam? En
iyi yerini ağaya veriyon. Geri kalanlar ne bok yiyecek?” derken Ömer, bıçağın
sapıyla dürtüp: “Sus!” dedi. Avratların bile suratı asıldı ama sesleri çıkmadı.
Allah'ın şeriatını uyguluyordu hoca. Kafasına göre birşey yapmazdı herhal.
Kitaptan okuyordu Kara Süleyman Hoca. Ön döşü kesip teştin içine koydular.
Kadınlar evden bir kap getirip döşü içine koydular, bir çocukla Ismail Ağaya
gönderdiler. Adak sahiplerinin, sanki kendi kollarını kesip de göndermiş gibi
içleri sızladı ama fayda yoktu.
Hoca: "Şu ön döşün birisi de cepheden cepheye
koşup gavur kovalamış, anlı şanlı paşamız, Halil Paşa'ya düşer. Kesin,
gönderin." dedi. Mehmet'le Ömer, önce hocaya sonra da birbirlerine bakıp
yaklaştılar. Mehmet, fısıldayarak: "Ulan. Bu dürzü hoca sanki bize düşman.
Pay galmayacak böyle giderse. Defedelim gitsin. Biz kendimiz pay ederiz."
dedi. Ömer: "Ne yapalım? Çağırdık bir kere. Namus belasına
susacağız." dedi. Hocayı kovsalar ya da geri gönderseler, köylüler
kendilerine etmediğini, söylemediğini koymazdı. Köylünün lafını, ellerindeki
bıçak bile kesemezdi. Sustular. Öteki ön döşü de kesip kabın içine koydular.
İki çocukla, Halil Paşa hazretlerine gönderildi tez elden. Çocuklar payları
götürürken at gibi seyirtiyorlardı. Kara Süleyman, idareyi ele geçirmiş, bir
savaş komutanı gibi emirler yağdırıyordu. Adak sahipleri de emir eri olmuşlar,
as diyor, asıyorlardı. Kes diyor, kesiyorlardı. Gönder diyor, gönderiyorlardı.
Hoca: “Ovamızın böyyük beyi olan asil adam Mustafa
beye, şu arka butun. Birisini kesip hemen gönderelim.” dediğinde Zartlağın
Ömer'in sabrı taşmış, sabır çanağı kırılmıştı. “Sen ne diyon hoca? Böyle pay mı
dağıtılır" diye bağırdı. Mehmet de müdahale etti ama hoca hemen: “İsterseniz
bırakır giderim. Ancak şeriat böyle emrediyor. Uyacaksınız şeriata." dedi
umursamadan. Ömer, arka butun birini anında kesip teştin içine köteledi. İyice
kızmıştı artık. "Allah Allaaah! Bu, nasıl şeriatmış da biz hiç
bellememişiz?” diye söylendi. Hoca, hiç oralı olmadı. Mustafa beyin payı da
gönderildi hemen. Avratları, bir kenardan olup biteni seyrediyorlardı.
Mehmet'in avradı ötekine: "Oh! İyi oldu bunlara. Bizi dinlemezlerse işte
böyle olur." dedi. Ömer'in avradı: "Avrat derler, eksik etek derler
bir de. Kendi akıllarına uyup hocayı çağırdılar. Çeksinler şimdi başlarına
geleni.” dedi. Kocalarının haline bakıp kıs kıs gülüştüler. Sabırsızlıkla et
yemeyi bekleyen çocuklar, paylar ağalara, paşalara, beylere gittikçe ağır ağır
adağın etrafından uzaklaşmaya başladılar. Sıkı sıkı bakır taslar, sahanlar
tutan elleri, iyice yana düşmüştü beklemekten. Eşşekçi Hasan'ın oğlu, her but
kesişinde bıçağı davarın butuna değil de Kara Süleyman'ın kıllı boğazına
çalıyordu sanki. Öyle bir bıçak çalıyordu ki bir darbede, butu yerinden koparıp
atıyordu. Hocayı çağırdıklarına çağıracaklarına bin değil, onbin kere pişman
olmuşlardı. Sinirden elleri titriyor, başlarını "tövbe tövbeee! der gibi
yanlara sallıyor, ikide bir “cık cık cık cık!” yapıyorlardı.
Hoca: "Ömer efendi. Şu sırtı da kes
bakalım." dedi. Ömer, neredeyse bıçakla hocanın karnını yırtacaktı, ama
sesini çıkarmadı ve kesti. Elinde tuttuğu sırtı hocaya göstererek: "Bu
kime gidecek?" diye sordu. Hoca: "Şimdi bunu üçe böl. Bir parçasını
karakoldaki namusumuzun bekçisi olan jandarmaya gönder. Bir parçasını, eyi
muhtarımıza gönder. Ondan da kalanı, gece gündüz köyümüzde turis gibi gezip
canımızı, malımızı koruyan köy bekçisine gönder." dedi. Mehmet'le Ömer,
sırtı parçalara ayırmaya başladılar. İkisi de burnundan soluyordu. Kanter
içinde, sırtı üçe böldüler. Avratların eli kaplara daha ağır gidiyor, pay
dağıtan çocuklar da daha ağır yürüyorlardı artık. Komşu çocukları da uzaktan
uzağa ete bakıp duruyorlardı. Kendilerine ne zaman et vereceklerdi acaba?
Kimileri küsmüş gibi duvarın dibine oturmuşlar, kimileri de elinde sahanıyla
teştin etrafında sabırla bekliyordu.
Hoca: "Şu kalan arka butu, köyümüzün din
adamına ayırın.” diyerek kendisine ayırttıktan sonra geriye çekilip: “Geri
kalan gafa, gıçı, garnı da fakir fukaraya dağıtın, olsun bitsin bu iş.” deyince
Ömer'in gözleri yuvalarından fırladı. İçinden: “Vay anasını s…timin domuzu! Bu
bize tam düşmanmış da biz bilmemişiz." diye söverken kendini zor
tutuyordu. Kara Süleyman hoca, görevini başarıyla tamamlamış bir asker edasıyla,
adak sahiplerine: “Haydi komşular. Adağınız hayırlı uğurlu olsun. İnşallah
tekrarı nasip olur köy halkına.” dedi ve hemen payını alıp, kaçarcasına
yokuştan aşağıya inip gitti. Herkes, arkasından bakakaldı. Eşşekçi Hasan'ın
oğlu, sözünü kimseden çekmez, dosdoğru söylerdi. Yokuşun başına geldi,
komşulara doğru: "Ulan! Allah'ın adaletini uygular diye bu gavatı
çağırdık. O da dinimizi s…ti! Payları ağaya, paşaya, beye dağıttı gitti! Senin
ağanın da, beyinin de paşanın da, senin de ananızı, dininizi s…yim ulan!” diye
var gücüyle bağırdı. Komşular, ağzını zor kapattılar ama hoca, söylenenleri
duymuştu. Hafif güler gibi yapıp koşarcasına yürümeye devam etti. Çocuklar,
korkudan evlerine kaçtılar. Ömer'le Mehmet, delirmiş gibiydiler. Teştin başına
gelip içindekilere baktılar. Teştin içinde sadece kafa, kıç, karın ve ciğer
takımları vardı. Kadınlar da teştin başına gelmiş, bir şeyler diyecek oldular,
"Ulan fışkılar! Zaten sizin çeneniz yüzünden bu dürzüyü çağırdık! Yoksa
biz ne güzel dağıtırdık!" deyip sille tokat giriştiler avratlarına.
Ağızları burunları kan içinde kaldı kadınların. İçeri zor kaçıp kapıyı arkadan
sürgülediler. Kocaları kudurmuştu sanki. Mahalleden cenaze çıkmış gibi herkes
sessizce evlerine çekildi. Ete dolanıp duran itler, kediler fırsat bu fırsat
deyip teşte hücum ettiler. Kapan, kaçtı. Böylece, iki garibanın kesmiş olduğu
adak ağalara, paşalara, beylere ve itlere yem olmuş, fakir fukaralar hiçbir şey
yiyememişlerdi.
Mehmet'le Ömer, bir daha adakta bulunmak şöyle
dursun kurban bayramlarında kurban bile kesmediler. Şeriatın ne olduğunu,
adaktan sonra iyi bellemişlerdi. Kara Süleyman ise uyguladığı adaletten çok
memnundu. Oh olsundu bu dürzülere. Bir gün olsun camiye gelip namaz
kılmamışlardı. Cumaya bile gelmemişlerdi. Alınları secdeye değmeyenlere bu,
azdı bile. Bütün ova halkı, yıllarca hocanın şeriat hükmünü nasıl uyguladığını
konuştu durdu. Her zaman olduğu gibi kimileri hocadan yana, kimileri de adak
sahiplerinden yana oldular. Ömer ve Mehmet'in çocukları da büyüdüklerinde
gurbetin yolunu tuttular. Ama asla adakta bulunmadılar. Küçücük çocukken
beyinlerine yerleşen bu olayı, yaşamları boyunca hiç unutmadılar. Kara
Süleyman, Dikenli dere köyünde bir andak dikeni olmuş, yoksulların ruhuna
batmış ve acısı yıllarca çıkmamıştı.