.
..
...
Doktor diyor
ki gün boyu sürekli sakız çiğne. Kulağın düzelir.
Ama ben çocukluktan beri sakız çiğnemeyi hiç sevmedim. Bilmiyorum, bana sanki sessiz
konuşma gibi geliyor. Sakız çiğnemenin kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum ama sabahtan
akşama kadar bunu yaptığında gevezelik yapan birisine benzetiyor insanı. Belki de bana öyle
geliyor.
Kulak doktoru diyor hep sakız çiğne. Ağzının kasları sürekli çalışırsa rahatsızlığın da gider.
Aslında ağzımın kasları çalışsın diye o kadar önemli sözler var konuşmaya ki artık doktorun
tavsiyesi için ne gevezeliğe gerek kalır ne de sakız çiğnemeye.
Bazen konuşmak, görmek ve işitme gibi insana ve insanlığa yakışan özellikler yasaklanıyor.
Böyle durumlarda insanlar sessiz konuşur veya sürekli sakız
çiğnerler.
İnsana konuşmayı yasaklamak tavşanın elinden havucunu almak gibi bir şeydir her halde,
gevezelik, boş laflar ve sakız çiğneme ise onun eline verilen naylondan olan
bir havuç.
Ormanın birinde aslan kral tavşanlara havuç yemeyi yasaklar. Aslan hayvanların gözünde öyle
bir korku yaratmıştı ki kocaman ormanda kimse cesaret edip de söyleyemiyordu:
“Kardeşim, bir bebek tavşanın göbek bağını keserken kulağına “havuç havuç” diye fısıldarlar.
Yani bebek tavşan havuç düşüncesiyle annesinin karnından ayrılır.”
Neyse, bu yasanın uygulandığı ilk gün tilki ormanın ortasında kuyruğunu sırtında aceleyle
kaçıyordu. Onun bu durumunu merak eden kurt hemen karşısına zıplar “Nereye bu aceleyle
kardeşim” diye sorar.
“Ne durmuşsun böyle rahat rahat her şeyden de habersiz. Hadi çabuk ol, durma. Sen de koş”
diye tilki kurda cevap verip koşmaya devam eder.
Kurt bir yandan ona eşlik eder bir yandan da “Dur lan, kimden koşuyorsun? Neden ben de
koşmalıyım?” sorularını sorar.
“Haberin yok
mu senin? Aslan havuç yiyen tavşanları tutup tecavüz ediyor.” dedi, tilki.
Kurt bu sözü duyunca kahkaha attı. “O zaman sen neden koşuyorsun be aptal herif.” diye
tilkiye söylendi.
“Sevgili kurdum benim, önce tecavüz ediyor sonra kim olduğuna bakıp inceliyor.” diye tilki
cevap verdi. Kurt bunları duyunca kahkahası boğazında tıkanıp kaldı.
“Üstelik her hangi tavşanı yakaladığında da ‘evet havuç yedim’ diye itiraf etmesine mecbur
ediyor aslan” diye konuşmasını sürdürdü.”
Yani sorun şu ki söz konusu olan tavşan veya havuç değil. Aslanın asil derdi ve tek istediği
şey tecavüz etmektir o kadar.
Diyorum ki:
“Sayın doktor, bir ay önce kulağım ağrıyordu hastaneden randevu alıp size geldim.
Geldiğimde kulağımda sıvı oluştuğunu teşhis edip ameliyata aldınız. Kulak ağrısı kesildi ama
o günden beri kalbimin güm güm vuruş sesleri kulaklarımda yankı veriyor. Sürekli kalbimin
sesini duyuyorum. Her vuruşunda kalbimin sesini duymak beni rahatsız ediyor.”
Bizim de ormanda havuç yasağı vardı. Şimdi de var elbette. Ama ben hep kalbimin sesini
dinledim. Sürekli sakız çiğneyen bir kişi gibi hep ağız kaslarımı çalıştırıp konuştum.
Konuştum belki kalbim sakinleşsin artık. Bir de yavru tavşanlar havuç yemeği unutmasınlar.
Sonunda da
aslanın korkusundan ormanımızdan kaçtım. Ama..
Ama havuç
yeme huyumu orada bırakamadım. O da benimle birlikte oradan kaçtı.
Ne yazık ki yeni ormanda da havuç yasağı varmış. Diğer ormanları da uzaktan takip ettiğimde
aşağı yukarı hepsinde havuç yasağı görünüyor.
Allahım bu
nasıl bir sebze? Ne kadar da güçlü ve korkutucu bir şeymiş bu havuç.
Bu gidişatla sonunda Mars’a gitmek zorunda kalacağım. Hem de su bulmuşlar orada. Havuç
tarlası yaparım. Gerçi yalnız başıma olunca havuca falana da gerek kalmaz.
Ee, ne
yapalım şimdi. Hiç bir ormanda Konuşamayacak mıyız? Yazamayacak mıyız yani?
Hayır canım
meğer tavşan havuç yemeyi bırakır mı? Asla.
Bir şeyler düşünmüşüm. Aslında bunu düşünen ilk kişi de değilim. Havuçları siyaha ve yeşile
boyuyorum. Onları patlıcan veya salatalık gibi gösteriyorum. Konuşacak sözleri şiir gibi
salatalıklar içinde, mizah gibi patlıcanlara doldurup
saklıyorum işte.
Ama içimden bir ses diyor ki sen ne kadar böyle bir değişik yol yöntemlere sığınırsan, aslan
da bir o kadar salaklığını bırakıp kendisini geliştirir. Gizli havuçların kokusunu almak için
yeni arayışlarda bulunur.
“Korkma canım sen Birleşik Ormanlar Örgütünün koruması altındasın. Eski ormana geri
göndermeye hakları yok. En fazla ne yaparlar biliyor musun? Başka bir ormana sevk ederler.”
Kendimi yatıştırmak için konuşuyorum kendime.
Ama tilkinin
sözü aklıma geliyor bir an. Yine korku yavaş yavaş sızıyor vücuduma.
Aslına bakılırsa bir tavşanın havuca bağlılığı kendi kalbinin sesini dinlemesinden
kaynaklanıyor. Akıl ne kadar havuç yemeğin ardından başa gelen felaketleri uyarıp dursa da
ve havuçla tavşanın arasınında olan bağı koparmaya çalışsa da, yine de kalp onun tersine her
vuruşuyla hep o bağın varlığını hatırlatıp durur.
Bu olaya daha da derin baktığımda şunu düşünüyorum ki bir tavşanı veya her hangi bir insanı
tehlikeye doğru yönlendirmekte kalbin hiç bir suçu yoktur doğrusu. Zaten onun işi vurmak
değil midir? Asil suçlu olan kulak ve gözdür bence.
Anlamıyorum
neden yanlış yere hep bazı sözcüklerin eş anlamlı oldukları düşünülüyor.
Örneğin
görmekle bakmak veya duymakla dinlemek gibi kelimeler
Bence bakmak başka ve görmek de başkadır. Duymak da dinlemekten tamamen farklı bir
şeydir.
Yani bakacaksın ama görmeyeceksin. Duyacaksın ama dinlemeyeceksin. İşte kalbinin sesini
fark etmezsin o zaman.
Doktor diyor ki sakız çiğne. Kalbinin yankılarını kulağında duymazsın artık. Sorun da baştan
beri kulağımın içinde oluşan sıvı değil miydi? Kalp eskiden olduğu gibi kendi atışlarını
yapıyordu. Ortalığa bir sorun çıktıysa kulağın içinde olmalıdır. Kulak duyacak ama
dinlemeyecek, ister kalp atışlarının sesi olsun ister
silahların ateş sesleri.
Tamam o zaman. Birleşik Ormanlar Örgütü bize başka bir orman bulana kadar havuç yemeyiz
artık. Hep sakız çiğnemekle gündüzü geceye kavuştururuz.
Duyduğuma göre ağaçkakanın ilginç bir huyu var. Dışkısını hep kendi yuvasının içine bırakır.
Yani kuş ne yaparsa yapsın hatta kendi zararına da olsa bile yine de
huyundan vazgeçmiyor.
Günün
birinde yavrusu der ki:
“Anne, ne olur bırakalım şu yuvayı. Şu dışkıların yüzünden çok pis kokuyor. Artık yaşanacak
bir yer değil burası. Çekip gidelim başka bir yuvaya anne.”
“Gideriz de ama bak yavrum benim, nereye gidersek popomuz da bizimle beraber oraya gelir
canım.”
Hastaneden çıkar çıkmaz hemen yakınlıktaki büfeden bir kutu sakız aldım.
Çiğnedim çiğnedim hem de akşama kadar. Ama işe yaramadı. Yine kalbimin sesini hep
duyuyorum. Yine kulaklarımda yankı var. Sanırım bunu gözü kapalı, kulağı tıkalı
yapmalıydım.
Ya da evi bir dağın başına taşımalıyım. Yalnız başına yaşayıp her işi gücü bırakıp hayatımın
sonuna kadar hep sakız çiğnemeliyim.
Belki de
gerçekten sorun kulakta değil kalbimdedir.
Diyorum ki yarın
bir kalp doktorundan randevu alsam mı acaba?
.
..
...
Muhammed
Ahmedizade