Aksak bir tınısı var hem de alabildiğine ve o kekremsi hatırat iken mecrası şu dinmek bilmeyen en sakil rüzgâr, sırtımı siper ettiğim.

 

Kaygan bir zemin adeta düş baz sevinçlerimi çalan sokak çalgıcıları ama görmediğim ama duymadığım ama bilmediğim…

 

Süslü ve riya dolu sivri dillerine pelesenk ettikleri tedirgin lehçesi münzevi boyutun, şu adsız sarkaçta ve en sarkık gölgede belki gecenin indinde sarkıt düşünceler boğarken mahrem uykularımda dilimden düşmeyen adını.

 

Karanlığı boğmaktansa karaya çalan beyaz pikemin yırtık ucunda sallandırdığım düş maliki cüce ve beynamaz kâfir püsküllerden ibaretim düş perilerinin usul iniltilerine karışırken üç harflilerin saldırısı: Üç harften ibaret dünya, üçün uğuru, on üçün laneti, yirmi üç yaşında kaybolduğum, otuz üçümde yeniden doğduğum ve bilmediğim nice üçle yolum kesişecekken ve inlerken evren; aşk diye diye…

 

Taarruzu sayıların ve bitmek bilmez kavgası sessiz harfler tetikteyken ve avazı çıktığı kadar bağıran kalan sesli harfler…

 

Ya ben? Ses miyim de sessizliğe sözüm geçmiyor?

 

Yoksa son harfi miyim sözlükte esir alınmış bir bağlacı tetikleyen nasıl bir şaşkınlıksa, sayısız ünlemin doluştuğu?

 

Şapkası kayıp bir harfin en hazin şarkısıyım, çala çala ezberlediğim, nakaratını yeni baştan yazdığım ve mahrem bir soruya vermediğim cevabı yinelerken sorgu hâkimleri.

 

Kırık dünlerin en kırılgan imlecinde sığıntı bir özne olmaktansa kaybolmayı seçeli oldu bayağı. Gizli ve tedirgin yine de gözü pek zaman zaman ve bir o kadar yılgın, yeri geldi mi sıkılgan ve tüm eklentilerine sahip çıkmaktansa ölümü yeğlemiş bakir bir bağlacım.

 

Ekli zamanlarda, dolaysız tümleçlerle doldurduğum havuzumda boğulmak ise en sevdiğim. Devindikçe harfler arasında rast geldiğim hangi cümle ise süzgecinden geçiriyorum önce ruhun sonra zihnin ve kaybettiğim tüm algılarımı geri çağırıyorum.

 

Şair nasıl da nüktedan ve nasıl hazin bir hatırata sahip çıkmak adına soruyor usulca: ‘’Sizin hiç babanız öldü mü?’’

 

Cevabını bilsem de asla yanıtlamadığım ve zulmüne yenik düştüğüm bir muharebeyi bir kez geçit bilmişken…

 

Soruyorum bu sefer:’’Ya, senin?’’

 

Oysaki o da babasıyla aynı mezarı paylaşmakta. Ya, ben?

 

Derken yelteniyorum sormaya ki utanç dolu bir izlekte yansıyor berduş bir gülün çapkın gülüşü: Ağlayan ben miyim yoksa bir göz yanılsaması mı?

 

Bilinmezden öte bir yol, gide gide tüketemediğim ama tükendiğim; türetemediğim ama çoğaldığım.

 

Genlerim iş başında: Önce babadan kalma bir mesleği icra etmeye yeltendiğim sonrasında kaybolduğum.

 

Dirayetim sınanmakta ki takdir-i İlahi yine de çözmeye yeltenip çarpa çarpa bölündüğüm, bölündükçe eksildiğim, arttıkça yeniden kaybolduğum.

 

Mühimmatım cebimde ama göğsümün. Delikten akıp tüketemediğim bir cephane ve insanlık adına, insan olmakla mükellef kılındığım bir yolda hangi rüzgâra maruz kaldımsa, kanadına takıldığım bir kuşu her sabah ellerimle beslerken. Gönüllü olup olmadığımı asla sormayın lakin cevabını bilsem de açıklamak istemiyorum üstelik ne zaman ve neye istinaden bu yola baş koymuşluğumu izah edecek hiçbir veri yok elimde. Ve fazlasıyla korkuyorum, alabildiğine kaygılıyım da.

 

Zanlardan zan beğendikçe insanoğlu ve suretlerden suret seçtikçe pişkince sırıtmayı da ihmal etmiyor: Kaç suratsa artık ve kaçmakla muktedir bir imgeye rast gelmişken gecenin kör vakti.

 

Geçmeye yeltendiğim kaçıncı sırat köprüsü ise olmaz mı bir hikmeti ve her nasılsa ölmeden öldürüldüğüm bir ömrün güncesini sayfa sayfa irdelerken anlamsız bir vakitte anlık bir sevinçle ve boş vermişliğimi mimleyen bir sarkacın taarruzuna yenik düşmüşken… İşin yoksa dön başa!

 

Bu sefer yeniden mimliyorum varlığımı üstelik durduk yere ne de olsa… Ne yazık ki; hiçbir açıklaması yok oysa nasıl da dilimde tüy bitmişti öncesinde:

 

‘’Açıl susam açıl!’’

 

Kapan, demeye yeltenemem zira asla açılan bir kapı olmadı öncesinde yine de açılmayan bir kapıyı hangi akla hizmet, boykot edeceksem düşüyorum dizlerimin üstüne. Hayret, doğrusu… Ne kanıyorum ne de canım yanıyor belli ki tedarikliyim yine de sorun addedilen hiçbir vukuatın ayrıntısına girmeden, başımdaki miğferle bu kez giriyorum düşlerimdeki o karanlık tünele.

 

Bir sorgu sualdir gidiyor bekçilerin bitmek bilmez düdüklerine takılı aklımın kancalarına takılmışlığım ve taktığım su götürmez gerçekleri yalanlarken sorgu hâkimleri. Anlık rötuşlarla ıskalıyorlar gölgeleri ve aldığım darbelerin aymazında bin bir zahmete girmekten sıkılmış o kayıp dirayetime yenik düşüp, ürkünç bir resme dâhil olup, ardımdan okunan Fatihalara denk geliyorum. Sahi, ben ne zaman öldüm de hala yaşadığıma dair geliştirdiğim inancı anamın ak sütü gibi helal biliyorum?

 

Kıskacı mı maruz kaldıklarımın yoksa yeniden doğmak isteğim mi?

 

Şahsıma sorulmamış bir soruyu ne tehir edebilirim ne de bir cevap vermek gibi hakkım var. Boykot etme hakkımı da kullanamazken, kurulu bir mekanizma tetikliyor kayıp dirayetimi de çaldırdığım aklımın çılgın ve ürkünç yansımalarından çıkmışken yola, geride kalmışlığım hiçbir anlam ifade etmezken soluklanıyorum rahvan bir tümcede üstelik ilk kez tanık olacağım bir görüntüye takılıyor gözlerimi alamazken anlamsızlıktan.

 

Sanrılardan ibaretim, demekse asla bir teselli değil bilakis tecellisi hükümsüzlüğümün girdabında ahenkle raks eden bir imleci boykot ederken ve derken takılı kalıyor pikabın iğnesi: Duyulan o tok ses ve inliyor pikaptaki plak: Dönülmez akşamın ufkundayım… demek akıl karı olmasa da dünden miras bir şarkının beyanatında kaybolmuşluğunu rahmet biliyorum, şarkının aidiyet coşkusuna kapılmışken ve bir enkaz iken geride bıraktığım.

 

 

 

( Bilinmezden Öte Bir Yol... başlıklı yazı GÜLÜMM tarafından 28.02.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.