Derin ithamlarla
soluklandığı bir gölgenin mimarıydı yoksunluğu.
Yoksunluk addedilen
miydi de azmettiricisi hüsrandı yoksa varlığının kımıltılarına rehin verdiği
kaçkın düşleri miydi, her gecenin safran sarısı gölgelerinde yetim düştüğü?
Sonsuz bir mihraptı,
sonsuz bir dürtü aslında aslı astarı olmayan bir hikâyeydi esir düştüğü ve her
seferinde mağlup geldiği.
Hiçliğin faturasını
kesmişti bir kez hayat ve eninde sonunda varacağı noktaya ermişti de.
Ergen düşlerin eğreti
sessizliğinde ve her sesli düşündüğünde, yüreğine ses olan hıçkırıklardan
mustaripti bir o kadar. Ne de olsa düş sancağına çekmişti hayallerini belki de
hayal etmekten hicap duyduğu o aykırı istemlerinde kıstırılmışlığı kadar da
ayan beyan iken yalnızlık türküsü.
Sulak araziler nasıl
dolduruşa geldiyse ve nasıl mağlup olduysa her yeni muharebede, belli ki
öksüzlüğü kadar da yüzüne gözüne bulaşmıştı kesilen ahkâmlardan payına düşen ne
ise.
Sarı saçlarını rehin
vermişti madem geçen yıllara ve mademki asılı kılmıştı aykırı nüansını o devingen
rüyaların lafını etmeye değmezdi hiçliğin tokadıyla muhatap olmayı
kanıksamışken.
Gölgeli rahlelerde,
soluk mihraplarda, aykırı nizamlarda ve satılmışlığı dürüst cümlelerin pek de
alışık olmadığı bir boyutta nifak sokmuştu hayatla arasına.
Mimlenmiş olan tüm
gölgeler en yalın ve en sıra dışı arkadaşlarıydı. Anlamsızlığın boyutsuzluğunda
debelenen onca sancıyı da görmezden gelemezdi.
Son bir izlek ve son
bir hatıra iken elinde kalan, tüm gidenlerin ardından tefe tutulmuşken insanlık
ve coğrafyası hele ki onca hegemonyanın sığlığında, kırık bir cetvel de işini
görürdü doğrusu.
İş bilenin, kılıç
kuşananındı ne de olsa. Hem fena mı olurdu, bunca kara çalmışlığı dünyanın
pembe bir pencereden sarkıtılan pamuk beyazı saflığında, bir çocuk sevince
mahal vermişken.
Sıra dışı nizamların,
boyutsuz ve güncellenmemiş doğruların hangi sırrı olabilirdi ki bunca
patavatsızlığın görmezden gelindiği? Hem belli mi olurdu da; bir gece yarısı
aniden doğardı güneş…
Sona ramak kala,
sessizlik bölünmeden ve kaşlarını çatmadan yeniden umudun tınısı yola
koyulmalıydı. Koyulmalıydı ki, evren bölünmesin ve ağlamasın çocuk ve masum
izlekleri doğmamış masumiyetin bakir tınısında henüz kaybolmamışken insan ırkı.
Dipsizliğin göreceliği,
boyutsuzluğun şeceresi ve görünmezliğin kıblesinde boy verecekti umut başakları
ve satılmışlığın pervasızlığında utanacaktı kötülük ve henüz çetelesini
tutmamışken, Azrail bile yorgun düşecekti çalacağı hayatların istilasında
yoldan çıkmamışken henüz güzel ve çirkin.
Güzel, güzel olalı ve
kaybettiğinden beri dengini, sorularla muhatap olmaya da hiç mi hiç gerek
yoktu.
Çirkinliğin müsveddesi,
göreceliğin sarhoşluğu, demli bir aşkın çeperinde takılı kalan o son hıçkırık…
Razı gelmesinden
ziyade, kader izin vermeliydi.
Sona kalmışlığından ziyade
yeniden başlamaya ant içmişti.
Aykırı olması değildi
sorun ama uyumsuzluğu en babayiğit ve menfi çalımdı hiçliğin kırıntılarına
doyamazken akbabalar.
Satılmış bir ruh
değildi üstelik. Olsa olsa rehin verdiği bedeninin en aykırı muhafızıydı ruh
bildiği o koza. Ve en içli ve de pervasız gölgeydi, sonsuzluğu mihrap bellemiş
ve çatılmışken kaşları görmediği yüzlerin.
En dinç ama en de
yorgun olması gerekirken, en yanlış ama doğruları aramaya baş koymuşken…
En sıkıcı yine de
neşenin payidar kılındığı.
En sıradan ama sıra
dışılığın mizacında takılı tuttuğu kırık bir düş pervazında, göreceli bir
mutluluğa sığınıp da açıkta kaldığı.
Göstermelik olmasa da
göreceli bir mağlubiyet duygusu ve görünmezin indinde görmeye doyamadığı ve
hissettiği engin huşu.
Durgun ama coşmaya
hazır bir nehir yatağı.
Suskun ama
cebelleşirken bir dünya imge ile.
Sıradanlığın peçesini
taksa da o tok sesi yalın ve gönülsüz ithamlarda saklı tuttuğu.
Kurutulmuş bir çiy
tanesi kadar donuk mu da ıslak bir zeminde kayıp düşmeye hazır iken o
ayaklarının altında koca bir buz kitlesi?
Ansızın sırtına değen
rüzgârın tokadı ile başlamıştı işte güne. Günlerden gün beğenecekse sekizinci
günü olmalıydı yedi haneli haftanın.
Baharın coşkusunu es
geçemezdi ve asla sükût etmemeliydi vicdanı, bilfiil ötelenmiş bir mihrak kadar
tehlikeli iken boyutsuzluğun çıtası anbean yükselirken.
Hangi gamsa ya da hangi
minör belki de alfabedeki en uyumsuz harf.
Bir rota ya da izlek
hatta kerrat cetvelinin o bölücü ve çarpıcı zihniyeti: Bölmelerden yorgun düşse
de çoğalmaya doyamazken sonsuzun hanesinde saklı hangi sayı ise.
Esir düştüğü girdapta
hatta asılı kaldığı o görünmez kancada belli ki yolsuzluğun yola gelmeye hazır
nidasında, gölgeli bir suret iken, her nasılsa görünmezliği marifet bellemiş.
Ve kararını verdi
düşmezden önce yola.
En aykırı istikamette
tayin etti rotasını: Olmazın oluru bir düş’e rast gelmişken yola çıktı
vakitlerden vakit beğenip, kaderin çizelgesinde peyda olan o adsız kimliği ile.
Yola çıkmıştı artık tüm
hengâmesini arkasına alıp kayıp dirayeti ile insanlığa hizmet vermek adına.
Bir melek saflığında,
bir masal tadında.
Adı umuttu kısaca, adı
aşktı işin aslı, adı niyetti iyinin kazandığı.
Adı varlıktı,
yoksunluğu gerçek manada yok sayan ve yoksunluğunu tüm müspet duyguların her
halükarda izlek bilen.
Adı olmayan tüm
şarkılara nazire eden boyutsuzluğunda yola çıktı umut zerrecikleri, gök
kubbenin eşliğinde ve Tanrı’nın himayesinde…
Mırıldandı sadece ve
esecekti az sonra en güçlü rüzgâr, tozutan evrenin sapmış rotasını yeniden
tayine etmeye gönüllü.