Sustu. Bu susuşu kısaydı:

-Bir gün buradan ayrılmak isteyebilirsin. İşte o zaman geldiğinde bize haber vermeden git; haber vermeden git ki biz senin yokluğunu hissettiğimizde gittiğini anlayalım. Bunun farkına ne kadar geç varırsak bizim için o kadar iyi olur. Burada istirahat et, kendini dinle, düşün; iş yapmak istediğinde dervişlere söyle, onlar sana uygun bir iş hemen bulurlar.

-Boş durmak istemiyorum. İş yaparak da istirahat etmiş olabilirim. Burada bir işe yaramalıyım.

-Ne zaman iş yapmak istiyorsun?

-Hemen şimdi.

-Öyleyse, ilk işini sana ben veriyorum: Bu akşamki yemeğimi sen getireceksin. Malûm, artık çok yaşlı bir insan oldum. Yürümekte güçlük çekiyorum. Yoksa toplu halde yemek yeme bana büyük bir haz veriyordu.

Pir'in yanından ayrıldığında kendini kuş gibi hafiflemiş hissediyordu.

Bundan sonra, sadece o günkü akşam yemeğini değil, her gün tüm yemeklerini Pir'e o götürecekti. Her yemeğini götürüp, boşlara almaya gittiğinde Pir, hiç konuşmuyordu, ama mutlaka onun başını eliyle birkaç saniye okşuyordu. Bu da onu memnun ve mutlu ediyordu.

Kısa sürede dergâhtaki yaşama alıştı, uyum sağladı. Onun adını bilen olmasa da herkes ona Tez-Can diyordu. Çok tez canlı olması, herkesten önce uyanması, her işe atılması, bilmediği işleri öğrenmek için çaba harcaması ona verilen adın ne kadar uygun olduğunu gösteriyordu.

Sabahleyin erkenden kalkar avluyu süpürür, gelen misafirleri karşılar, hastalara kalacakları yerleri gösterirdi. Dergâh, daha çok hastalarının ruhsal sorunlarına çare arayanlar tarafından ziyaret edilirdi. Şifahaneye yatırılan hastalara günün yirmi dört saati su sesi ve neyden üflenen müzik sesi dinletilirdi. Hastaların çoğu şifahanede bir ya da iki gün kalırdı. Daha fazla gün kalanlara çok az rastlanırdı. Hasta, götürülmeden önce üzerindeki eski giysilerin tamamı çıkartılır, yenileri giydirilirdi. Böylece kirli olan her şeyden ve hastalıktan kurtulunduğuna inanılırdı. Erkek hastaların soyunma ve giyinmelerine de Tez-Can yardım ederdi. Hasta sahiplerinin rızasını aldıktan sonra, kirli ve eski elbiseleri alır, ocağın içine atıp yakardı.

Dergâhta bağıran ya da yüksek sesle konuşan hiç kimseye rastlanmazdı. En yüksek ses bile neyin sesinden daha yüksek değildi. Her tarafta rahatlatıcı bir sakinlik ve huzur vardı. Dileyen ney sesini dinleyerek derin bir sessizliğe günün her saati kendini bırakabilirdi. Tez-Can sonunda aradığı huzuru bulmuştu. Burada dedikodu yoktu, kavga yoktu, huzursuzluk yoktu, hasetlik yoktu, kötülük yoktu, düşmanlık ise hiç yoktu. Kardeşlerin, canların birlikte yarattığı huzur, mutluluk ve sevgi vardı.

Tez-Can burada geçen günlerin, ayların, yılların farkında bile değildi.

Tez-Can bir gün Pir'in yemeklerini götürme işinde başkalarına haksızlık yaptığını düşündü. Bu bencillikti. Başkalarının hakkını gasbetmiş gibi suçluluk duyuyordu. Çünkü diğer insanların da Pir'in sevgi ve şevkatine ihtiyaçları olabilirdi. O bunu engellemiş, onları mağrum etmişti. Ağlamaya başladı. Sustuktan sonra Pir'in yanına gidip yaptığı hatayı anlatmaya karar verdi.

İçeri girdiğinde Pir, şiş olan gözlerinden onun halini anlamıştı. Yanına oturması için işaret etti. Oturdu ve anlatmaya başladı. Anlatırken gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Pir, dinliyordu ve bir elini Tez-Can'ın çenesi altına koymuş akan gözyaşlarını avucunda topluyordu. Tez-Can susunca Pir konuştu:

-Üzüülme, kendini böyle helak etme. Gerçeği bilmediğin için böyle düşünüp boş yere kendini suçluyorsun. Bu işte bir suç varsa, ben de suçluyum yani senin suç oratağınım. Çünkü aradığın huzuru buluncaya kadar bu işi senin sürdürmeni ben söyledim. Seni her gün görmek, ilerleme kaydetip kaydetmediğini anlamak ve içimdeki sevgiden sana vermek istiyordum. Şimdi görüyorum ki, sen aradığın huzuru bulmuşsun, mutlusun. Onun için bundan sonra benim yemeklerimi getirme işi, eskisi gibi yapılsın, yani sırayla olsun.

***

Tez-Can buraya geleli kaç gün, kaç ay ya da kaç yıl olmuştu? Bilemezdi. Bırakın bunu bilmeyi o gün günlerden ne olduğunu sorsanız, bunun bile cevabını veremezdi. Buradaki zaman anlayışı çok farklıydı, belki de tuhaftı. Kimse zamanla ilgilenmiyordu, zamansa bildiği gibi akıp gidiyordu. Yoo belki de akmıyordu, gitmiyordu; duruyordu olduğu yerde. Ya da o aslında yoktu, bir aldatmacaydı; değişimin kurnazca kurguladığı bir aldatmaca...

Tez-Can mutlu olduğunun, huzuru bulduğunun farkındaydı. Onun için zaman problemini de kurcalamaya başlamıştı. Geçmişe gitmek istedi. Ama ne kadar geçmişe gidecekti? İçinde bulunduğu zaman hakkında bilgisi olmadığından, kronolojiye uygun bir zaman sıralaması da yapamıyordu. Galiba en uygunu dergâhta yaşadıklarından başlayıp yavaş yavaş geriye doğru gidip düşünmekti. Öyle yaptı. Dergâhta yaşadıklarını düşünmeyi bitiremeden uykuya daldı. Sabahleyin uyandığında, zamanı düşünecek durumda değildi; hemen kalkıp avluyu süpürecekti. Sonra da diğer işler yapılacaktı.

Gece yattığında ancak, tekrar döndü zaman problemine ve geçmişe... Bu gece de aynı oldu, yani fazla bir ilerleme kaydedemedi. Böyle günler, geceler geçti. Nihayet bir gün, karısını, çocuklarını, arkadaşlarını düşündü; onlarla yaşadığı anılar canlandı belleğinde. Onları özlemişti. Onları çok ama çok sevdiğini hissetti. Onlara sevgisini vermek isteği duydu.

Onların yanına, ait olduğu yere gitmeliydi. Yaşadıklarından, öğrendiklerinden onları faydalandırmalıydı. Kararını verdi; dergâhtan ayrılacaktı.

Akşam olduğunda Pir'in yemeğini götürmek istediğini dervişlere söyledi. Sıra onda olmamasına rağmen bir itiraz gelmedi. Götürdü. Pir'in gözlerinin içine bakamıyordu, onu gözlediğini hissediyor, ağzını açıp tek kelime konuşamıyordu. Yemekleri bırakıp odadan çıktı. Yarım saat sonra, boşları almak için tekrar odaya girdiğinde Pir, yanına oturması için işaret etti. Suçlu bir çocuk gibi çekinerek oturdu. Pir, konuşmaya başladı:

-Gitmeye karar verdin değil mi? Hani gideceğini haber vermeyecektin? Konuşmuştuk bunu.

Pir'in sözleri onu utandırmıştı, yer yarılsa da yerin içine girebilseydi. Kısık bir sesle hata ettiğini söyledi ve defalarca bağışlanmasını istedi.

Pir, eliyle Tez-Can'ın başını okşayıp dedi ki:

-Suç işlemedin ki bağışlanma diliyorsun. Aslında gideceğini haber vermekle bir açıdan da iyi yaptın. Çünkü ben de seni görmek ve bir daha bu dünyada yüz yüze gelemeyeceğiz için senden helallik dilemek istiyordum. Huzuru buldun ve iyileştin; özlemini çektiğin insanların arasına dönme zamanı geldi. Onlardan alabileceğin ama bundan çok daha fazla onlara verebileceğin şeyler var. Bana söyledin fakat dergâhtaki diğer insanların haberi olmasın senin gittiğinden. Yokluğunu hissederler ama inzivaya çekildiğini, çilehanede olduğunu sanırlar.

Karşılıklı helalleştikten sonra Pir'in elini öptü; Pir eliyle saçlarını her zamankinden daha fazla okşadı ve:

-Haydi, git artık! Dedi.

İçinde boşalan yemek sahanlarının olduğu tepsiyi aldı ve odadan çıktı.

(Devam edecek...)

( Makineleşmek Ve Kaçış-4 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 25.08.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.