Defterdeki yazılanların burada sonlandırılmış olmasına şaşırdım, hayal kırıklığına uğradım. Dedemin yüzüne baktım, o hiç şaşırmış görünmüyordu. Bundan da, yazılanları önceden okuduğu, bildiği anlaşılıyordu. Edirne'deki konaklama yerinden sonra neler yaşandı, olaylar nasıl gelişti, bilmek istiyordum.

-Dede, defterin burada bitmesi hiç iyi olmadı. Sonraki olaylar da anlatılacak sanıyordum.

-Sonraki yaşananları ben sana anlatırım. Dedemin tuttuğu göç günlüğü bitti; ancak ben ondan ve diğer kişilerden sonraki olayların önemli bir kısmını öğrendim. Ninemi kaybetmek, dedemi âdeta hayata küstürmüş. Onun nazarında hayat değerini yitirince, tabii ki diğer şeylerin de pek bir önemi kalmamış ve defteri maalesef burada kapatmış.

-Dede, demek ki sen nineni hiç görmedin? Ben senden şanslıyım, çünkü iki ninemi de gördüm.

-Ninem öldüğünde ben dünyada yoktum ki göreyim. Beni bırak, babam bile daha çocuk sayılır o yıllarda.

-Osmanlı, dedenlerin kafilesini bırakmış mı sonunda?

-Hatırlarsan, yazılanlarda da bırakacağına dair bir umut ya da bir işaret vardı. Sıcak bir Ağustos günü bizimkilerin Trakya'ya doğru göçlerine izin verilmiş. Edirne'de oyalanmamaları için çok sıkı tedbir alınmış. Bir dakika bile duramamışlar Edirne'de. Görenlerin gururlanarak defalarca anlattığı, o görkemli Selimiye Camii'ni hayranlıkla seyrederek geçmişler yolları ıhlamur kokan Edirne'nin içinden. Seyir sırasında doğal olarak yavaşlamışlar; bu yavaşlama az kalsın başlarına iş açacakmış. Asker bağırmaya başlayınca korkmuşlar ve hızlanmışlar. Mecbursun. Asker ne derse o... Zaten konaklama yerinde yaşanan olaylarla da, askerin dediklerini yapmayanların, başlarına ne geldiğini görmüşlerdi. Selimiye'yi bu kadar seyretmek bile yetmiş onlara. Kim bilir, belki bir gün... Evet, belki bir gün “Biz de Edirne'ye gelir ve Selimiye'de birkaç rekat namaz kılarız.” umudunu içlerinde yaşatarak yollarına devam etmişler.

 

● ● ●

 

Osman Dedem anlatıyor:

Tifüs hastalığı, Edirne'de kafilemizin en az üçte birini yok etmiş. Dedemin günlüğünün bir yerinde kalan aile sayısı altmış bir olarak ifade ediliyordu. Bana anlatılanlara göre, Edirne'den çıkarken aile sayısı elli üçmüş.

Edirne'den Havsa'ya kadar, hiç mola vermeden ilerlemişler. Havsa'da mola verip, geceyi orada geçirmişler. Daha sonra Lüleburgaz, Çorlu üzerinden on bir günde Kızılpınar'a gelmişler. Kafiledeki bazı aileler Velimeşe, Veliköy ve Kaşıkçı'ya yerleşmeyi tercih etmişler. O nedenle Kızılpınar'a Dobramirka'dan gelip de yerleşen aile sayısı sadece otuz dokuzmuş.

Kızılpınar, Türbedere ile Çorlu arasındaki yol üzerinde olduğu için, buradan gelip geçenlerin dinlenmek ve su içmek için durdukları bir yermiş. Çünkü buranın suyu tatlı bir kaynağı varmış. Bu kaynak önceleri çok küçükmüş, ama sonradan etrafı kazılarak genişletilip bir kuyu haline getirilmiş. Kaynağın etrafı kızılcık ağacı doluymuş. Zaten bizim burada kızılcık ağacı birçok yerde vardır ve biz bu meyveden yaz kış faydalanırız. Yazın tazesini yeriz ya da reçel yaparız. Kışın da, yazdan kuruttuğumuz kızılcıkları kaynatıp hoşaf yaparız. Bazılarımız kızılcıktan pestil de yapar.

Kaynağın etrafındaki kızılcık ağaçlarından dökülen olgun meyveler, suyu kızartıp hoş bir görüntü kazanmasına yol açarmış. Bu manzarayı gören yolcular, buraya “Kızılpınar” adını vermişler. Kızılpınar'a bizimkiler gelmeden önce, burada bir miktar Rum yaşarmış. Bunlar geniş arazi parçalarının üzerinde tarım ve hayvancılık yaparlarmış. Hepsi de varlıklıymış. Dobramirka göçmenleri, buradaki Rumlara rahat vermemiş, onları huzursuz etmiş. Bir müddet sonra, hepsi Kızılpınar'ı terk etmek zorunda kalmış.

Muhacirler Kızılpınar'ın alçaktaki yani dere yatağı tarafındaki kısmına sel basabileceği düşüncesiyle yerleşmemiş, hafif bir yokuşla çıkılan tepe tarafına ev ve bahçelerini yapmışlar. Tabii bu öyle pek de kolay olmamış. Çünkü kışa çok az bir zaman kaldığından, yaz ve sonbahar bitmeden başlarını sokacak bir ev yapmak zorundaymışlar.

Muhacirlerin çoğu yaşlı, çocuk ve kadınlardan oluşuyormuş. Buna rağmen çok küçük çocuklar dahil, hepsi imece usulü ile çalışmışlar. Dere kenarında su ve toprak olduğundan, ev için gereken kerpiçleri orada dökmeye karar vermişler. Yalnız kerpiç için saman gerekiyormuş ve onlarda tabii ki yokmuş. Civar köylerden saman almışlar. Bazı köylüler samanı parayla satmış, bazıları da hayrına vermiş. Sadece erkekler değil, kadınlar bile kerpiç yapmak için hazırlanan su, toprak ve saman karışımını çiğneyip çamur haline getirmişler. Sonra bu çamur, kalıplara dökülüp kurumaya bırakılmış. Kuruyan kerpiçler bir yandan ev yapmak için köy içine kağnılarla, dört tekerlekli arabalarla taşınırken, bir yandan da yeni kerpiçler için çamur hazırlanmış.

Burada o zamanlar, orman bolmuş. Evin kirişleri ve çatısı için gereken malzemeyi elde etmek çok zor olmamış. Biten evlerin çatılarının üzerini sapla örtmüşler. Şimdi bile bizim köydeki evlerin çoğunun çatılarının üzeri saptır. Hele o zamanlar, kiremiti nereden bulacaksın! Sap çatının yangın açısından mahzuru vardır. Ufacık bir ateşle bile cayır cayır yanar gider ev. Bir de şiddetli rüzgar sapları uçurabilir. Bunun çözümünü de evin çatısındaki sapların üzerine, kalın ağaç sırıklar koyarak bulmuşlar.

O sene bütün evler kışa yetişmemiş. Birçok aile, aynı evde kışı geçirmek zorunda kalmış. Şanslarına kış da uzun ve şiddetli olmuş. Geç gelen ilkbahar ile birlikte tekrar ev yapmaya başlamışlar ve sonunda her aile bir eve kavuşmuş.

On beş-yirmi sene bu halk, çok sıkıntılı günler geçirmiş. Şimdi de durumumuz çok iyi değil, ama o günlere göre iyi sayılır. Bizimkiler için, çifte çubuğa sahip olmak, tarlaları ekip ürün elde etmek öyle bir-iki senede olacak bir iş değilmiş. Nasıl olsun, elde avuçta bir şey yokmuş ki... Yıllar süren çabadan sonra doğru dürüst karınlarını doyurabilecek bir seviyeye ulaşabilmişler.

Kızılpınar'dan şikayetleri yoktu, ama Dobromirka'yı da özlemle anıyorlardı. Göçle gelenlerin çoğu, ölünceye kadar hep Dobramirka'dan bahsettiler. Oradaki yaşantılarını, mallarını mülklerini ve tabii göçerken yaşadıklarını anlatıp durdular. Bazen gözyaşlarını tutamayıp ağladılar, bazen de Kızılpınar'a sağ salim gelebildikleri için şükrettiler. Dobramirka'yı unutmaları tabii ki kolay değildi. Orada doğdular, çocuklukları gençlikleri orada geçti. Acı-tatlı hatıraları oldu. 

(Devam edecek...)

( Göçe Göçe- Göçmenler Edirne'den Ayrılıyor-28 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 30.09.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.