-Delilerden kaçan kişi, aynada daima kendini görür.

-Dünya kurulduğundan beri hep, deliler öğretmen, akıllılar da öğrenci olarak kalmışlardır.

**

Savunma Bakanı, biraz da çekinerek sordu:

-Kuşatma kaldırılmazsa gerçekten de köleleri tek tek öldürecek miyiz?

İmparator bu soruya kızdı. Sesini yükselterek:

-Tabii öldüreceğiz. Aksi takdirde bizim blöf yaptığımızı düşünürler ve hiçbir isteğimizi ciddiye almazlar.

Toplantı sonunda İmparator, artık yurttaşların hendek kazma ve siper hazırlama işlerinde çalıştırılmamasını, ayrıca saraydaki yiyecek ve ilaçlardan bir kısmının onların ihtiyaçları için kullanılmasını da emretti.

Toplantı kararı yani kuşatma kaldırılmadığı takdirde kölelerin sırayla öldürüleceği polislere iletildi ve gergin bir bekleyiş başladı. Acaba kuşatma kalkacak mıydı, yoksa bu tehdit dikkate alınmayıp devam mı ettirelecekti?

Kuşatmanın sekizinci günü. Gece benim için çok zor geçti. Benden başka konuyu bilen diğer insanlar için de zor bir gece olduğu muhakkak. Sarayda kimi gördüysem gözleri kançanağı gibi, verilen selamı bile görmüyorlar. Asık suratlar moralimi iyice bozdu, saraydan çıkıp bahçeye yöneldim. Bir ağaç altında biraz kendimle başbaşa kalmak istiyordum.

Bahçe çöp içindeydi. Herkes hendek ve siper işiyle uğraştığı için burayla ilgilenen olmamıştı. Her taraf pet şişeler, kâğıt parçaları, sigara izmarit ve paketleri, kuş ölüleri, hatta kumaş parçaları ile doluydu. Hava sıcak ve boğucuydu; ya da bana öyle gelmişti. Çünkü biraz sonra püfür püfür esen bir rüzgâr ortalığı serinletmeye başlamıştı. Üstümden geçen bir kuşun kanat seslerini duyunca çarpacak zannedip başımı eydim. Oysa arkasından baktığımda anladım ki kuş, birkaç adam boyu yükseklikteymiş.

Etraf yurttaş dolu. Hepsi mutsuz hepsi bezgin, hepsi öfkeli ve hepsi burnundan soluyor! Çalışmadan muaf tutulmuş olmaları bile onları memnun etmemiş. Bana selam veren ya da verdiğim selamı alan hiç kimse yok. Hangisine baksam bana kin dolu gözlerini dikmiş bir insan görüyorum. Üzüldüm, sıkıldım ve tabii korktum. İnsanın az olduğu yerlerde dolaşmaya karar verdim. Ama çok da ıssız bir yer olmamalıydı.

Böyle bir yeri asırlık bir çınar ağacının altında buldum. Yere oturdum. Önce rüzgârın çınardan kopardığı yaprakları, sonra da seke seke yürüyen kargaları seyrettim. Bayılıyorum kargaların böyle yürümelerine. Bazen tek başına bazen de toplu halde bağırıyorlar. Kendime dedim ki: “Ne güzel! Burada insan da insan sesi de yok!” Keşke böyle demeseydim. Çünkü bunu söyler söylemez karşıdan iki kişinin geldiğini gördüm. Arkalarından bir kişi daha ve onun da arkasından iki kişi.

Bugün bahçenin tadı yok. Yatakhanedeki odam aklıma geldi, orayı görmek istedim, ayağa kalktım. Üzerimdeki çınar yapraklarını silkeleyip odama gittim. Oda arkadaşlarım yataklarında yatıyorlar. Benimle konuşacaklarını sanmam. Bakışları dostça değil. Biri yüzüme bakarak öfkeyle yere tükürünce burada durmanın doğru olmayacağını anladım.

Saraydayım. Öğleni bekliyorum. Zaman geçmiyor ki...

Nihayet... Evet, nihayet öğlen oldu. Gözetleme kulesine koştum, dışarı bakıyorum. Her şey eski yerinde, yani kuşatmanın kalktığı filan yok. Bizi kâle almadıkları belli. Oysa blöf yapmadığımızı biraz sonra anlayacaklar.

Kuşatmanın kalkmadığı haberi bakanlara ve Başkana ulaştırıldıktan az sonra elleri arkadan bağlanmış olarak Başhekim gözetleme kulesine getirildi. Bunu gören gazete ve televizyoncular fotoğraf makinelerini, kameralarını kuleye çevirdiler. Bu yetmezmiş gibi oradaki çok sayıda vatandaş da ellerindeki telefonlar ile fotoğraf ve video çekmeye başladılar. Bu manzara karşısında ben kendime sordum, lütfen sevgili okurlar siz de kendinize sorun: Acaba deli kim? Dışarıdakiler mi, içeridekiler mi? Başhekim can derdinde iken gazeteciler, televizyoncular ve çok sayıda vatandaş görüntü derdinde; hem de canlı canlı!...

Başına kurşun sıkılarak öldürülen Başhekim'in cesedi kuleden aşağıya atıldı. Cesedi almak üzere bir cankurtaran hareket etti. Cankurtaranın peşinden yüzlerce insan geliyor. Polis onları durdurmada artık aciz kalıyor.

Cankurtaran cesedi alıp geri döndü, topluluk ise hastaneye doğru gelmeye devam ediyor. Kuleden topluluğa ateş açıldı. Bir kişi vurulup yere düşünce herkes durdu. 3D'nin şakası olmadığını anlamışlardı. Polis kalabalığa yetişti ve bariyerlerin arkasına gitmeleri için uyardı. Kalabalık bu sefer uyarıya uydu.

Bundan sonra ne olacaktı, bilen yok. Kimse tahminde bulunmak bile istemiyor. Sorunun cevabı bu olaydan bir buçuk saat sonra belli oldu: Polis misilleme yapmaya başladı. Nasıl mı? Hastane bahçesine gaz bombası atarak. Göz gözü görmüyor, yurttaşlar öksürerek kapalı bir yere kendilerini atmak için binalara doğru koşuyorlar. Çığlıklar atılıyor, küfürler havada uçuşuyor, ağlayanlar var...

Ben o sırada gözetleme kulesinde yani yüksekte olduğum için atılan gaz bombalarından fazla etkilenmedim. Hemen camları kapattık, buna rağmen gözlerim yandı ve nefes almada zorlandım.

Birkaç saat sonra gazın etkisi kayboldu. Bunda rüzgarın rolü var. Gaz dağıldıktan sonra aşağıya indim. Bombalar nefes darlığı çeken üç yaşlı yurttaşın ölümüne yol açmış. Kaçmaya çalıştılarsa da bir binaya giremeden ölmüşler. Cesetlerden biri binalara oldukça uzak bir yerde bir bankın üzerinde, diğeri meşguliyetle tedavi binasının yanındaki ağacın altında, biri ise yemekhane binasının kapısının bir metre gerisinde yerde öylece duruyor. Sonuncuya çok acıdım. Adamcağız birkaç saniye daha dayanabilseymiş içeri kendini atabilecekmiş. İçeri girebilseydi acaba yaşar mıydı?

İkinci bir emre kadar binalardan çıkılmaması anons edildi.

Kapıda Emniyet Müdürü ile Savunma Bakanı konuşuyorlar. Konuşma talebi müdürden geldi. Ben de konuşmaları duyuyorum. Müdür:

-Gaz bombaları bir uyarıydı. Umarım bundan gereken dersi çıkarırsınız!Dedi.

-Evet çıkardık bile! Suçsuz sivil yurttaşların gazla nasıl zehirleneceklerini sayenizde öğrendik. Şimdilik gazınız yüzünden üç yurttaşımızı kaybettik. İlerleyen saatlerde başka ölenler de olabilir... Bu cinayetlerin vebali size ait. Diye cevap verdi bakan.

-Ölümlere üzüldük, ama bu gibi durumlarda maalesef kurunun yanında yaş da yanıyor. Sizden de bizden de daha fazla can kaybı olmaması için bir kez daha teslim olmanızı öneriyorum.

-Ben de bu önerinize bir kez daha “Hayır!” diyorum.

-Ben gene de size yarın sabaha kadar süre tanıyacağım. Süre dolmadan teslim olmanızı tavsiye ederim. Olmazsanız sabahın ilk ışıklarıyla birlikte silahlı müdahalede bulunacağız.

-Biz de bütün gücümüzle bu alçakça saldırıya karşı koyacağız.

Müdür, bakan son sözünü söyledikten sonra oradan ayrıldı.

Operasyonun zamanı belli olmuştu. Alınacak tedbirlerle ilgili toplantı yapıldı. Toplantıda teslim olmanın lafı bile edilmedi. İmparator bir saldırı durumunda düşmana ağır zayiatlar verdireceğimize, hatta işgalcileri devletimizden atacağımıza inanıyordu. Hayalciliğin bu kadarının da çok fazla olduğunu herkes bilmesine rağmen, bunu dillendirebilecek kimse yoktu.

Önce yurttaşlardan da bazılarına silah verilip, savunmaya yardımcı olabilecekleri düşünüldüyse de sonradan bu silahların yönetime dönebileceği dikkate alınarak bundan vazgeçildi. Hazırlanan siperlere, kazılan hendeklere, tüm binalara, kulelere ve saraya yerleştirilecek olan silahlı güvenlik güçleri, işgalcileri yoğun bir ateş altına alacak; yurttaşların ve kölelerin düşman ile işbirliği yapmasını önlemek amacıyla yeterli sayıda eleman görevlendirilecekti.

Toplantıdan ayrılan insanların yüzlerine tek tek baktım. Bir tek yüzde bile olumlu bir beklenti, bir umut göremedim. HEPSİ asık suratlarla, sinirli hareketlerle, ayaklarını adeta sürükleyerek oradan ayrıldılar.

(Hâlâ devam ediyor!)

( Demokratik Deliler Devleti-34 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 21.11.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.