Beş yıldızlı bir otelde, beş yıldızlık bir salon. Kalabalık, uğultu, sahnede yemek müziği yapan orkestranın uğultudan duyulmayan müziği, uzunlamasına masaları bölüşmüş bakımlı tiplerin ya konuşurken ya atıştırırklen açılıp kapanan dudakları, dudakların arasında otuz ikisi tekmil sahte sırıtışlar…

Partiyi düzenleyenle onun kitaplarını basıp satan yayınevinin sahibi aynı herifti; onu oldum olası sevmezdi. Türk takılan Yahudinin tekiydi. Osmanlı’da ilk matbaayı İbrahim Müteferrika’dan iki yüz otuz dört yıl önce İspanya’dan kaçarak Osmanlı’ya sığınan ve onun soyağacının köklerini oluşturan dedeleri David ve Samuel İbn Nahmias kardeşler kurmuştu. İşte, şimdi de bunun 525. Yıldönümünü kutluyorlardı. Beş yüz yirmi beş yıldır kitap basıp yayınlayan bir ailenin mensubu olmakla övünmeyi çok severdi. Salamon Nahmias; atalarının Nahmias olan soyadını kullandığına göre övünmekte haklı olabilirdi. Hoş, bu ülkede beş yüz yirmi beş yıldır ayakta kalabilen bir yayınevinin varlığı kutlanmaya değerdi de…

Yahudi fıkralarından hortlamış Salamon tipli cimri deyyus! Şu partiye saçtığı paraların tamamını onun cebinden aşırmıştı. Böyle bir gecede bile aklı fikri yaptığı işteydi herifin; onca kalabalığın arasında arada bir gelip, yeni çıkacak kitaptan bir kaç söz edip gidiyordu.

Eski romanlarından birinde de yazmıştı, partiler sadece zamanını ve hayatlarını eskitmek isteyenlerin toplaştığı antikacı dükkanlarıdır, diye. Milyon verseler gelinmezdi ya, ısrarla davet edilince gelmemezlik edememişti.

Oturtulduğu masadaki tiplerin hepsi iticiydi. Bu yazar bilmem kim, bu ünlü editör falanca, öteki ünlü eleştirmen filanca. Masası falanca filancalarla doluydu. Aralara sıkıştırılmış kadınların isimleri önüne gelen sıfatlar sadece kimin karısı olduğuna dairdi; birer aksesuar gibi takılmışlar, arada sırada şaraplarını yudumlayarak yapmacık kahkahalar atıyorlardı. Hepsini tanıyordu ya da hiçbirini tanımıyordu.

Önünde bir kadeh rakı duruyordu. İçilmek için birisinin, “hadi bakalım, şerefe!” demesini bekliyordu. Olmayan şereflere içilen rakılar sindirim organlarında henüz sindirilmemiş halde beklerken yeniden içmenin pek cazibesi kalmamıştı. Bünyesinin kaldırabileceği dozajı çoktan aşmıştı. Midesi bulanıyordu. Bir ara masanın ortasına kusacağını hissetti. Aslında bunu yapmayı çok isterdi ya, bu üçüncü sınıf edebiyatçılar için kusmuğunu sarf etmeye bile değmezdi. Kalkıp tuvalete gitti. Tuvaletin her tarafı parfümlü deterjan kokuyordu. Midesini altüst edecek kadar temiz tutulmuş bir ortam.

“Bir salon dolusu zibidi, kusuyorum sizi!”

Hela kapılarından birine ulaşacak zamanı olmadı, hemen önündeki pisuara kustu. Kapıdaki küçük masada oturup çıkanlara kolonya tutarak bahşiş toplayan yaşlı adamın ona bakan gözlerinde hem nefret hem tiksinti duyguları vardı. Bunları sadece gözlerinde taşıyabilen, realitede ise ezikliğe mahkum bir köylü. Ona olabildiğince aşağılayarak masa üstündeki tabağa bir yirmi liralık bıraktı, çıktı.

Gidip yerine oturdu. Çıt yok. Tiksiniyor gibi bakıyorlardı, herkes kusmaktan döndüğünü biliyordu sanki. Şu an olmak istediği yer burası değildi, hayır! Bir fırsat bulup sıvışmalıydı. İstediği tek şey kendi evinde, yatağında uzanmaktı şimdi, kapalı perdelerin ardında sızıp kalmak.

Kadehler yine birilerinin şerefine kaldırılarak boşaldığında müsaade isteyerek masadan kalktı. Artık sıvışma zamanıydı. Salamon’u bulmak umuduyla etrafa bakınarak hizmet edenlerin girip çıktığı mutfağa doğru yürüdü. Orada Salamon’u karısıyla otururken gördü. Bir şeyler atıştırarak önündeki içkiyi yudumlarken bir karış suratla karısının anlattıklarını dinliyordu. Her ne dinliyorsa! Muhakkak ki, tüm kadınların konuşmaktan zevk aldığı fasaryadan şeylerdir.

“Hey patron, bana müsaade,” diyerek içeri girdi..

Salamon’un asık suratı gülücük mimiklerine devşirdi birden. “Ama dostum erkenidir.”

Ondan nefret etmesindeki tek neden cebinden aşırdığı paraları değildi; Türkiye’de doğup büyüdüğü ve cebinde Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşıdığı halde şu iğrenç şivesiyle güzelim Türkçeyi iğfal etmesine de illet oluyordu.

“Bedava içkiyi bulunca ipin ucunu kaçırdım biraz. Oturduğum yerde sızıp kalmadan evime ulaşsam iyi olacak.”

“Bedava içki yokudur, fiyatları sizlerin emeğinizle kazanılan bankınotlar ilen ödenmisidir.”

İnsanları nasıl sömürdüğünü itiraf edecek kadar dürüst dolandırıcı!

“Üstüne kusmadan gitsem iyi olacak…”

“Olmaaas… Bir kafe, sade… Sonra gidersinis!” Ortalıkta dolaşan bir görevliye seslendi: “Yap olum beyefendinin sekersis kafesin!”

Masanın boş kenarına geçip oturdu. Yan tarafındaki kadına kendini tanıttı.

“Aşk olsun, sizi tanıyorum ya!” dedi kadın gülümseyerek.

Salamon’un karısıyla tanıştığı bir karşılaşma hatırlamaya çalıştı, yoktu. Bozuntuya vermedi. Ünlü bir yazar olmanın avantajı ve dezavantajı böyle karşılaşmalar olsa gerek. Sizi herkes tanıyordu, ama siz sizi tanıyanların hiçbirini tanımıyordunuz.

Önüne getirilen kahveyi içmeye başladı. Kahve az da olsa ayıltmıştı. Ayaklandı, “yayınevinizin altı yüz küsur sene-i devriyesi hayırlı olsun efendim. Başarılarınızın devamlı olmasını dilerim!” diyerek önce kadının elini tutup öptü, sonra Salamon ile tokalaşmak istedi.

Uzatılan eli tutan Salamon, “Sisi gecireyim,” diyerek ayaklandı. Mutfaktan kolkola çıktılar.

Gece boyunca içtiği içkilerle saman dolu bir çuvala dönüşen kafasını sırtlayarak merdivenlerden yuvarlanmamak için tarabzana tutuna tutuna otelin zemin katına indi. Salamon ona otelin önündeki arabaya kadar eşlik etti. “Şoför sisi gideceğiniz yere bıraksın!”

“Her şey için tekrar teşekkürler!” diyerek arabaya bindi.

Araba hareket etti.

Sarıyer’de bir mini marketin önünden geçerlerken, “dur!” diye emretti şoföre. Adam ani bir tepkiyle frene basıp durdu. Cebinden çıkarttığı elli liralığı uzattı. “Bana şuradan bir ufak kanyakla çikolata alıver!” dedi.

Aldı, geldi adam, yeniden hareket ettiler. Yassı şişenin kapağını açıp kafasına dikti.

“Çivi çiviyi söker!”

Çikolatadan bir parça kopartıp ağzına attı. Şoförün gözlerini çikolatada hissetti bir an, ama umursamadı. Kendine ait şeyleri birileriyle paylaşmak ona göre bir şey değildi.

Fatih Sultan Mehmet köprüsüne geldiklerinde sıkışık trafik içinde bir durup bir kalkan araba midesinin dengesini bozdu. Arabanın camını açıp başını dışarı uzatarak kustu. Şoför onu görmezlikten gelerek trafikle cebelleşmeyi sürdürdü. Kanyak şişesinin kapağını bir kez daha açıp kalan kanyağı da içip bitirdi. Boşalan şişeyi camdan dışarı attı. Çikolatadan bir parça daha koparttı.

Moda’daki evinin önüne geldiklerinde indi. Şoföre teşekkür etmeyi yetiştiremedi, adam topuklayıp uzaklaşmaya başlamıştı.

Ceplerinde dış kapının anahtarını aramaya başladı. Bulamadı bir türlü. Nihayet kapıcı zilini çalmayı akıl etti. Evine haftada bir gelen temizlikçi kadınlara açmaları için evinin yedek bir anahtarını onlarda tutardı hep. Tabii ki sık sık anahtarlığını düşürerek sokakta kaldığı için de…

Kapıcının karısı geldi o ara, onu içeri aldı. “Anahtarlarımı bulamadım da,” diyecek oldu.

“Bildik hocam,” dedi kadın. “Rıfkı efendi, galibam hoca anahtarlarını kaybetmiş yine, yedeği götürüver dediydi.” Yedek anahtarı teslim etti.

“Dur sana bahşiş vereyim.”

Pantolon cebinden bir yüz liralık çıkarttı. Evine çıkmadan önce kadına kendisinden nefret ettirmek bu berbat geceyi şenlendirebilirdi. Parayı uzattı, sonra almak için uzanan kadını tuttu, kendine çekip sorgusuzca öptü. Tam sapık işi! Kadın memnuniyetle karşıladı onun öpücüğünü, dudaklarını teslim etti.

Ne zaman ki öpüşmeleri bitti, “a-aaa! Babam yaşında adamsınız be hocam, ne kadar ayıp!” diye söylenerek parayı aldı. Sonra aldığı bahşişi sütyeninin içine gizleyerek evine döndü.

Bitmişti. Köhne evine ve deliliğine, ama ondan başka kimselerin bilmediği deliliğine dönmüştü işte…Mutfağına girdi. Buzdolabındaki biralardan aldı bir tane açtı, yemek masasına oturdu. Böceğin teki sinecek karanlık bir yer arayarak masanın üstünde dolaşmaya başladı. Tuzluğu eline alıp üstüne bastırdı. Tuzluğu kaldırdığı an mahpushane kaçakları gibi sıvışmaya çalıştı böcek. Baktı, tuzluğun altı çukur, o yüzden ezememiş. Peçeteyi kapıp saklanmak üzereyken üstüne bastırıp yakaladı, ezdi. Dağılan vücudu peçeteye sıvaştı. Durduk yerde bir yaşama son vermenin iğrençliğini duyumsadı ruhunda. Kendinden nefret etmekte o kadar çok haklıydı ki!

Bu günkü kadar çok hiç içmemişti. Karaciğeri o kadar sağlıklı değildi. Yanaklarını sarmış ateşi hissedebiliyordu. Nefes alışları sıklaşmıştı iyice. Aşırı yorgun hissediyordu.

“Sıçayım partisine!” diye söylendi.

Kusacağı geldi yine. Kusmak için mutfak lavabosunu kestirdi gözüne. Kalkamadı, olduğu yere kusacaktı çaresiz. Kusamadı da! Kusmuklar gırtlağında kalakaldı. Nefesini kesti bu. Kalkıp mutfak balkonunun kapısını açmayı düşündü. Yok, kalkamıyordu. Boynunu sıkan kravatı gevşetmek istedi, bu defa da elini kaldıramadı bile.

Kendini toparlayabilmek umuduyla hareketsiz bekledi bir süre. Sırtından aniden vuran keskin bir sancıyı hissederek oturduğu sandalyeden yere devrildi.

*

Gazetelerde pek de önemsenmeyen küçük bir haber olarak yer aldı ölümü:

“Ünlü yazar Alikemal Yavuz, evinde geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etmiştir…”

( Parti başlıklı yazı AliKemal tarafından 5.12.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.