İKİ TRAJİKOMİK ÖYKÜ: 1-
SANDIKTA TAŞINAN PADİŞAH NAAŞI
2- DİN DERSİNİ KİM,
NİÇİN ZORUNLU DERS
YAPTI ?
Önce sandıkta taşınan padişah
naşından başlayalım.
Öncelikle kim bu
naaşı sandıkta taşınan padişah?
Bu padişah son
Osmanlı padişahı VI.Mehmet
Vahdettin’dir. Ancak her
ne kadar ‘’Padişah’’
diye bahsetsem de öldüğü
tarihte yani 16 Mayıs 1924 tarihi
itibariyle artık padişah
değildir. Padişah olmadığı
gibi ülkesinin topraklarında
değil İtalya’nın San
Remo kentinde Villa
Manolya denilen konağında ölmüştür.
1 Kasım
1922 de Saltanat
kaldırıldıktan iki hafta
sonra 17 Kasım 1922 tarihinde
İngiliz Savaş Gemisiyle önce
Malta adasına, oradan da
İtalya’nın San Remo şehrine gelen Sultan
Vahdettin burada Villa Monolya’da halen bir
padişah gibi yaşamaya
devam ettiği için
maalesef sahip olduğu son
servet olan 50.000 Tl çok kısa sürede
suyunu çekmiştir. Çünkü sabık
padişahın hâla Osmanlı Saraylarında yaşıyormuş
gibi seccadecibaşısı,
ibrikçibaşısı, peşkircipaşısı,
berberbaşısı, arabacısı vesair bir sürü
hizmetlisi, aynen Osmanlı sarayındaki
gibi bir sürü
maiyet erkanı vardır. İşte
bu sebeple haliyle kısa
sürede müthiş bir
borçlanma içine girmiş
ve İtalya’ya yerleşmesinin
üzerinden henüz dört
sene geçmiş olmasına
rağmen tam anlamıyla iflas etmiştir.
Son Osmanlı Padişahının
ölüm haberi duyulduğu
anda Villa Manolya’ın
önü insan kalabalığı
ile dolmuştur.
Bundan sonra yaşananları
gelin doğrudan doğruya olaya şahit olan birinin anlatımından
okuyalım.
Son Osmanlı Padişahı
Vahdettin’in maiyetinde
bulunan Rumeysa Arebda anlatıyor:
Sultan Vahdettin’in
vefatının sabahı, padişahın ikamet ettiği Villa Manolyanın önü vefatı haber
alan insan kalabalıkları ile dolar, mahşer yerine döner. Rumeysa Hanım ve diğer
hanımlar taziyeye gelen misafirlerle meşgul olurlarken, villa içinde bir
kıyamettir kopar. Villaya polis nezaretinde gelen haciz memurları itirazlara,
ayıplamalara rağmen cenaze evinin odalarını ve eşyalarını mühürlemektedirler.
Bundan sonra yaşanan olayları Rumeysa Hanım aşağıdaki gibi anlatır:
Alt kattaki patırtı gürültü devam
ederken Hayreddin Ağa odaya gelmişti. Ağlıyordu:
Efendimizin naaşını haczettiler. deyince cümlemiz şaşkın ağaya baka kalmıştık. Allahım bu nasıl
olurdu. Bu insanlarda vicdan diye bir şey yok muydu? Cenazeye de mi haciz
konulurdu? Haykırarak tekrar ağlamaya başladık. Derhal alt kata koştuk ve kendi
gözlerimizle tabutun haciz edilmesini gördük. Seniha Sultan oradan atıldı:
Cest non humain que vous faites? diye bağırıyordu.
Seniha Sultanın feryadı esnasında
Müveddet Kadın bulunduğu yere düştü bayıldı. Memurlar zavallı kadına acımış
olacaklar ki yardım etmeye çalışırken o vakit odada bulunan Tahir Bey yanıma
gelerek sessizce:
Aman, Efendimiz tabutta değil, biz merhumu yan salona taşıdık,
memurları oyalayın, yoksa bu gözü dönmüşler zatı şahanenin naaşına haciz
koyacaklar demez mi?
Ben haliyle şaşırdım, ancak verilen
görev mucibince hiç düşünmeden İtalyan memurun koluna sarıldım ve:
a cause de Dieu, ils laident, ils vont chercher vite un
docteur! dedim.
Bunlar pek heyecanlanarak dışarıya
koştular.
Bundan sonra, memurlar bir doktor bulup getirirler. Neredeyse San Remo
ahalisinin tamamı villanın önüne toplanmıştır. Başkadın Efendi tabutun
üzerindeki haciz kâğıdını kızgınlıkla yırtıp yere atar. Bu kirli kâğıdın efendimizin tabutunu
lekelemesine izin vermem! diye
bağırmaktadır. Rumeysa Hanım hatıralarını anlatmaya şöyle devam eder:
Bu hadise memurları bir müddet oyalayacaktı. O esnada yan
salonda olan efendimizin naaşı hizmetçi merdivenleri kullanılarak alt kata
indirilmiş ve orada boş bir odaya konulmuştu. Haciz memurları bütün feryadımıza
rağmen tabutu tekrar mühürledikten sonra odadan ayrıldılar. Daha sonra bütün
Harem erkânı tekrar üçüncü kata çıkarıldı. Hayrettin Ağa orada bize her şeyi
anlattı. Cenaze alt kata indirilmiş ancak kapının önünde polisler nöbet tuttuğu
için dışarı çıkaramamışlardı.
Peki, şimdi ne olacak? diye soran Nevzad Hanıma Hayreddin Ağa şöyle cevap verdi:
Kadınefendiler alt kata insin ve büyük salonda yüksek sesle ağlasınlar, biz o
esnada cenazeyi Faruk Efendinin getirdiği arabayla serseccadecinin şehirdeki
evine götüreceğiz dedi.
Villada bulunan kadınların bir kısmı boş tabutun bulunduğu odada toplanarak
feryad-ü figan ederler. Burada bulunan İtalyan polisleri bu hengâme karşısında
şaşkına dönerler. Rumeysa, Besime ve Nazife Hanımlar ise Hayreddin Ağa ile
birlikte villanın zemin katına inerler. Bir masanın üzerinde kefenli vaziyette
bulunan Hâkanın naaşı etrafında Faruk Efendi, Sami Bey, Tahir Bey, İbrahim Bey
beklemektedir. Sami Bey kadınlardan birisinin arka kapıdan çıkarak bayılmasını,
diğer kadınların da nöbetçi polise giderek yardım istemesini söyler. Bayılma
rolünü Besime Hanım üstlenir. Diğer kadınlar nöbetçi polislerden, bayılan
kadının üst kata çıkarılmasını rica ederler. Kadınlar üst kata çıkana kadar,
beyler Hâkanın cenazesini Faruk Efendinin evvelden getirmiş olduğu arabaya koyarak götürürler.
Bu suretle Vahdettin Hanın cenazesi haczedilmekten kurtarılmıştır.
Bundan sonra
cenaze serseccadeci İbrahim Beyin şehirdeki evine götürülerek orada yeni bir
tabutun getirilmesine kadar bekletilir. Yeni tabut, şüphe uyandırılmasın diye,
başka bir isim adına sipariş edilmiştir. Sultan Vahdettin Hanın kaçırılan naaşı
Şama
götürülerek orada, Sultan Selim Camisinin avlusuna defnedilir
Villaya taziyeye gelenler, içi boş tabutun bulunduğu salonda taziyelerini
sunarlar. Bu durum, borçların Sabiha Sultanın mücevheratlarının satılarak
ödenmesine kadar, bir ay boyunca devam eder. Hacizli tabut, 1926 Haziran ayında
düzmece bir cenaze alayı ile villadan kaldırılır. Cenaze töreninde Faruk
Efendi, Ulviye Sultanın eşi Ali Haydar Bey ile kadın efendileri götüren
arabanın yanındaki Mazhar Ağadan başka hiç kimse bulunmaz.
Cenazenin Villa Manolya’dan
kaçırılması olayını gazeteci
Refi Cevat Ulunay ise
kendisinin ölümünden çok sonra 2002 de
yayınlanan ‘’ Bu Gözler
Neler Gördü’’ adlı
hatıralarında anlatmıştır.
Bu anlatıma göre Padişahın ölüm
haberinin alınması üzerine
ondan alacaklı olan bakal,
manav vesaire güruhu
Villa Manolya önüne
gelmiş, bağırıp çağırıyorlardı.
Bu arada şehzade Ömer
Faruk efendi Nice’de
bulunan Son Halife
Abdülmecit Efendi ile
telefon görüşmesi yapıp
durumu anlatmış, Abdülmecit
Efendi ise parayı San
Remo’da bulunan Sakallı
Reşit Paşa aracılığı
ile gönderdiğini, cenazeyi
Şam’a onun taşıyacağını
söylemişti.
Refi Cevat Ulunay
daha sonra şöyle
devam eder:
İki-üç saat sonra da Sakallı Reşid
Bey lazım gelen parayı hâmilen Villa Manolyaya geldi.
Tahir Bey, Ertuğrul Efendinin hocası
Mahir Beyle Sami Beyi, Hayreddin Ağayı, seccadecibaşıyı, ibrikçibaşıyı ağalar
dairesinde toplanıp bağırmaya devam eden bakkal, çakkal güruhuna gönderdi.
-Bu adamları avutunuz, o müddet zarfında biz cenazeyi kaçıralım.
Berberbaşı istasyona koşturdu. Tek atlı
bir yük arabası bahçenin açılmaya açılmaya kol demiri paslanmış kapısının önüne
getirildi.
Sandığın tabut olduğu belli değildi,
içinde bir ölü yattığı da malum olmuyordu.
Tahir Bey:
-Bir cenaze nakledildiğini belli etmeyin. İçinde öteberi olan bir
tahta sandığı Cenova’ya gönderiyoruz zannetsinler. Onun için yalnız iki kişi
tutup indireceğiz.
Adamlara yakalarını yırtarak yüksek
sesle ağlamaları emredildi. Sandığı başından Şehzade Faruk Efendi, ayak
tarafından da Tahir Bey tuttu. Bahçe kapısından çıkarıldı, arabaya konuldu.
Arabanın arkasında Sakallı Reşid Bey, bozuk kaldırımlar üzerinde haldır huldur,
istasyona doğrulduk.
İmparatorluğun bu inkırazı karşısında yüreğim burkuldu ve
içimden bağırdım:
-Koca Kanuni! Gel bak, kurduğun imparatorluk ne oldu?
******************************
Gelelim ikinci trajikomik
olaya.
Günümüzde en çok tartışılan ve
hatta Avrupa İnsan Hakları mahkemesine kadar
taşınan önemli bir
sorunumuz vardır: Zorunlu
din dersi.
O halde
gelin çok kısa olarak
Cumhuriyet döneminde din
dersinin durumuna bakalım.
Türkiye’de
1924-1927 Yılları arasında
Din Dersi ilkokul ve
ortaokulda zorunlu dersler
arasında iken liselerde
din dersi yoktur
1927-1948 Yılları arasında Din
Dersleri tüm ilkokul,
ortaokul ve liselerde
müfredattan tamamen çıkarıldı.
Yani bu dönemde
din dersi diye bir
şey yok.
1948- 1982 Yılları arasında
Din Dersi ilkokul, ortaokul
ve liselerde seçmeli ders
olurken Ahlak Bilgisi
Dersi zorunlu ders
oldu.
1982-2012- Din Dersleri ‘’ Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi
Dersi’’ olarak ilkokul, ortaokul ve
liselerde zorunlu ders olarak
okutulmaya başlandı.
2012- Günümüze kadarki
yıllar arasında ise
zorunlu olan Din Kültürü
ve Ahlak Bilgisi derslerinin
yanında seçmeli dersler
olarak ‘’ Temel Dini
Bilgiler, Hz. Muhammed’in
Hayatı, Kur’an-ı Kerim’’
Gibi dersler kondu.
Hem öğretmenlik yaptığım
yıllarda, hem de emekli
bir öğretmen olarak
bir özel okulda görev yaptığım bir
kaç senelik zaman
zarfında öğrencilerime zaman zaman
sormuşumdur ‘’ Din Derslerini
kim zorunlu hale
getirdi’’ Diye…Bu soruyu sorduğum genç
kuşağın yaklaşık tamamının
cevabı ‘’ Recep Tayyip Erdoğan ‘’ olmuştur.
Genç kuşak neyse
de ben yaşta
koca koca insanların
pek çoğu bile
Din Derslerini zorunlu
hale getirenin şu
anki Cumhurbaşkanımız olan Recep
Tayyip Erdoğan olduğunu
zanneder. Aslında böyle zannetmekte pek de
haksız sayılmazlar. Çünkü
her nedense onun
dönemine kadar hiç
kimsenin aklına ‘’ Zorunlu
Din Dersi de
ne yahu? Ben
Müslüman değilim, çocuğum
da Müslüman değil. İslamiyeti öğrenmek
de istemiyorum’’ demek, bunun
için AİHM e başvurmak gelmemişken
onun döneminde ‘’Zorunlu Din Dersine Hayır’’
Kampanyaları, yürüyüş ve
mitingleri tertip edilmiştir.
Oysa 1982 Anayasası
ile gelmiştir zorunlu
din dersi… O anayasanın
24. Maddesi der ki:
………
Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan
zorunlu dersler arasında yer alır. ……….
Yani
kısaca, Din Derslerini
zorunlu ders yapan
Recep Tayyip Erdoğan
değil, Kenan Evren’dir.
Kenan Evren’den Recep
Tayyip Erdoğan’a
1 Kez Bülent Ulusu,
2 Kez Turgut Özal, 1 Kez Yıldırım Akbulut, 3 Kez Mesut Yılmaz, 1 Kez
Süleyman Demirel, 3 Kez Tansu
Çiller, 1 Kez Necmettin Erbakan, 2 Kez Bülent
Ecevit başkanlığında olmak
üzere toplamda on dört
hükumet gelmiş gitmiştir.
İmam Hatip Liselerini
bitme noktasına getiren
Tansu Çiller ve
Mesut Yılmaz bile
anayasanın bu 24.
Maddesine dokunmamışken bu
maddenin kaldırılmasını Recep
Tayyip Erdoğan’dan istemek, gelip geçen
14 hükumet döneminde
‘’ Zorunlu din eğitimine hayır’’ demeyi akledemeyenlerin bu
dönemde nihayet uyanmış (!)
olmalarını anlamak da
en azından benim
açımdan oldukça zordur.
Neyse…Gelelim Kenan Paşa
Din Dersini neden
zorunlu dersler arasına
soktu, sokmakla da kalmadı
bu hususu anayasanın bir maddesi
yaptı?’’ Sorusunun cevabına…
Kanal A Genel
Yayın yönetmeni Alper
Tan’ın bir tv prormanında Sarp
Kuray ile konuşmasından pasajlar…Sarp
Kuray anlatıyor:
"Kenan Evren din dersinin nasıl zorunlu hale geldiğini bir akademisyen
arkadaşa anlatmış o da bana anlatmıştı. 1982
Anayasası hazırlanmış
Cumhurbaşkanının masasında duruyor işte o okuyacak ve onay verecek. O aşamada
beklerken Kurban Bayramı geliyor. O zaman Kenan Evren zannediyorum köşkte
kurban edilmek üzere 3 tane koyun almış, birisi kendisine diğeri eşine diğeri
ise kızı ve damadına... Kurban namazı kılarmış kesmeden önce. Kurban kesiliyor.
O sırada damat ortalıkta dolaşıyor. ( Bu
damadın Mit üyesi damat
Erkan Gürvit mi
yoksa TKP üyesi olan
damat Maksut Göksu mu
olduğu belirtilmemiş.) Kenan Evren damadına "Haydi sen de
vekaletini ver senin de kurbanın kesilsin" diyor. Ama damat oralı
olmuyor ortalıkta geziniyor. Sonra Evren tekrar soruyor "vekaletini
verdin mi" diye... Damat, "Efendim bugün pazar ve
noterler kapalı’’ diyor. Yani kurban kesmek için verilecek vekaletin noterden
alınacağını zannediyor. Evren ‘’Peki sen abdest al da namazını kıl da gel’’ diyor.
Damat bu sefer de "Ben abdest
almayı bilmiyorum" diyor. Evren bu olay sonucunda gidip kendi eliyle
anayasaya yazıyor." ……… Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim
kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. ……….’’
Bu tabii ki
absürt bir hikaye…
Esas itibariyle Kenan Evren’in
amacı oldukça farklıdır. Bu
amacın gerekçesi içinde yukarıdaki
hikayeye benzer bir şeyin payı
var mıdır yok
mudur bilinmez ama
her şeyden önce Kenan Evren
1982 yılında cereyan
ettiği söylenen bir
olaydan çok daha
önce Din ve Ahlak derslerinin zorunlu
dersler olarak okutulmasını
düşünmekteydi zaten. Şöyle ki:
Kenan Evren, 24 Temmuz 1981 yılında
Erzurum’da yaptığı konuşmada, din öğretiminin gizli yollarla yapılmasına
güvenilmemesini, din öğretiminin bundan sonra devlet okullarında zorunlu olarak
okutulacağını ilân etmiştir. Anayasada yer alacak olan bu durumu şöyle ifade
etmiştir:
“… Çocuklarını devletin okullarına
göndermeyip, gizli yerlerde Kuran kursu açan cahil kişilere teslim eden anne ve
babalara sesleniyorum.”Bunu yapmaya hakkınız yoktur. O çocuk ileride sizin
yaşınıza geldiğinde, size belki lânet edecektir. Bu vebal altında kalmamanız
için, çocuğunuzu devletin okullarında okutunuz. Kız erkek ayırımı yapmadan
okutunuz. Artık yeni aldığımız bir kararla, ilk ve ortaokullara, liselere
mecburi din dersi konacaktır. Bu suretle çocuklarımız din bilgisini bu
okullarda alacaklardır. Bugün batılı ülkelerin çoğunda okullar din dersi
vermektedir. Laikliğin dinsizlik demek olmadığını muhtelif vesilelerle dile
getirmiştim. Okullarımıza mecburi din dersi koymakla laikliğe aykırı davranmış
olmayız. Atatürk de “dini cehlin elinden alıp ehlin eline vermek gerekir” demiş
ve Tevhidi Tedrisat Kanununu çıkarmıştır. Bunun içindir ki, okullarımıza din
dersi koyacağız, ama müsaadesiz Kuran kurslarıyla da amansız mücadele
edeceğiz.”
Evren, 12 Eylül 1981 tarihinde radyo ve
televizyonda yaptığı konuşmasında, alınan bu kararı bir defa daha ilan
etmiştir:
“… Kişinin, ailenin ve toplumun ihtiyacı olan
din öğretimi ve eğitimi düzenli bir şekilde, devletin denetimi ve gözetiminde,
ilkokul, ortaokul ve liselerde 1982-83 öğretim yılından itibaren zorunlu ders
olarak okutulmaya başlanacaktır.”
Yani bence olayın
1982deki bir kurban
kesme, vekalet, namaz kılmamayı
bilmeme olayı ile uzak
yakın bir alakası
yoktur.
RESİMLER
1-Sultan Vahdettin’in
tabutu köşkün salonunda bekletiliyor.
2-Sultan Vahdettin’in tabutu köşkün
arka bahçesinden kaçırılırken
3-Sultan Vahdettin’in tabutu Şam’da
Yavuz Selim Camiinde Bekletilirken.
4- Sultan Vahdettin’in mezarı ( Soldaki.)
Diğer resimler de
‘’Zorunlu Din Dersine
Hayır ‘’ Kampanyalarından bazıları.