İhtilalin kara yüzünü asıl ertesi gece ve sonrasındaki günlerde gördük.
Saatin kaç olduğunu bilmiyorum. Ama yine sabaha karşıydı. Derin uykumuzdan ikinci gecede gümleyen
kapı sesi ile uyandık.
"Ne oluyor?" Diyerek kapıyı ben açtım.
Karşımda sivil giyimli dört adam duruyordu.
Kapı açıldığında en önde duran kirli sakallı siyah giyimli adam bir taraftan eliyle beni iterek içeriye
doğru yönelirken, aynı zamanda "Evde kaç kişi varsa ki dört kişi olduğunuzu biliyoruz. Salona gelsin ve
arkasını dönüp ellerini duvara koysun" Diye bağırıyordu.
Yanındaki diğer üç kişiden biri dünyayı kendisi yaratmış gibi dimdik, yer yer kırlaşmış saçları ve
vahşi bir hayvana benzeyen gözleri ile tam bir korku tablosu. Üçüncü kişi sanki işe yeni başlamış gibi
ürkek, dördüncü kişi ise elinde siyah kalın bir baston, heybeti ile dağları devircek kadar hepsinden
daha kilolu ve siyah gözlüklüydü.
Adamların hepsi sanki bakışlarını bana sabitlemişlerdi.
Sesler üzerine diğer üç arkadaşımda salona geldi.
Ben susmak-söylemek arasında dilimde yuvarlayarak ilk adama döndüm ve "Kimsiniz kimliğinizi
görebilir miyim" Diye sordum. Sormaz olaydım. "Sen kimsin ki bana kimlik soruyorsun o....çocuğu"
Diyerek üzerime atıldı. Olanca gücüyle suratıma bir kaç tokat attı. Yere çökünce bu defa vücudumun
her yerini tekmelemeye başladı.
Neye uğradığımı şaşırmıştım. İri kıyım adam kolumdan koparır gibi çekerek beni ayağa kaldırdı.
Burnumdan boşalan kanı silmeme bile fırsat bırakmadan hepimize arkamızı dönüp ellerimizi duvara
dayama talimatını verdiler.
Çaresizce ne diyorlarsa yapmaya başlamıştık. Bu zor anda bile insan neler düşünüyor saniyeler
içinde o döneme kadar olan hayatım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiverdi. Bakın bu
çok önemli, bundan sonra başıma gelenler esnasında da hep geçmişi düşündüm. Bu durum belkide
en zor anlarda bile beni ayakta tuttu.
"Evet o an ölüm korkusunu hissetmiştim ve birden rahmetli babamla ilk denize gidişimizi düşündüm.
İskenderun'daydık. Henüz sekiz, dokuz yaşlarındaydım. İki tekerlekli ama eski küçük bir bisikletim
vardı. Bir gün kapının önünde oynuyordum. Hava çok sıcaktı. Bir baktım babam ve bir arkadaşı
bisikletleri ile yanımda. Haydi dedi babam, içeri git annene söyle seninle birlikte denize gidelim.
Çok sevinmiştim, hayatımda ilk defa denize girecektim. Birlikte oldukça uzun bir yol gittik, ıssız
bir sahilde hep beraber denize girdik.
Yüzmeyi henüz öğrenmediğim için ben korkuyor ve kıyıda duruyordum. Babam bir kaç kere at kendini
yüzersin dedi ama nafile, sonunda beni kolumdan tutup atıverdi. Kendimi suyun dibinde bulunca o yaşımda
her halde ölürüm diye düşünmüştüm. Ama biraz sonra bir kol beni yukarı doğru çekti. Yüzüme gülümseyerek
bakan babam, "işte bu kadar ben yanındayım korkacak ne var" Dedi. Ama ben yinede çok korkmuştum."
Eve gelen adamların gerçekten polis veya asker olup olmadıklarını bile bilmiyorduk. Bildiğimiz
tek şey bizi çok zor ve kötü şeylerin beklediğiydi. Acaba bir suçumuz olmadığına askerler gibi,
onlarıda inandırabilir miydik? Tavırlarına bakılırsa hiç öyle görünmüyordu. Kesinlikle bir önyargı
ile geldikleri belliydi.
Üst araması yaptıktan sonra, her birimizi ayrı bir odaya aldılar. Bana yer kalmadığı için terasa
götürüldüm. Bizleri ayırmadan önce gözlerimizi bağladıkları için beni götüren adamın kim olduğunu
bilmiyordum. Yüzlerinizi gördüğümüz halde neden gözlerimizi bağlamışlardı. Belli ki bu iş burada
kalmayacak ve bizi götüreceklerdi. İçimden beni sorgulaycak olan kişinin kapıda ilk tokat ve tekmeleri
yediğim adam olmaması için dua ettim.
Ancak malesef yine kısmetime o adam düşmüştü. Belkide diğerlerinden birisi olsa da hiç bir şey
değişmeyecekti. Adam yaklaşık yarım saat terasta beni sorguya çekti. Cevaplarımı beyenmeyince arada
küfürler savuruyor, beni güçlü bir şekilde itip kalkıyordu. O dinlendiği zamanlar ben bildiğim bütün
duaları okuyordum.
Kırk yedinci bölümün sonu
Mehmet Fikret ÜNALAN