‘’YERDE YÜRÜYEN
HAYVANLAR VE İKİ KANADIYLA
UÇAN KUŞLAR SİZİN
GİBİ ÜMMETTİRLER’’ (
KUR’AN-I KERİM- EN’AM
SURESİ-38. AYET ) --- BİR HAYVANSEVERLİK ÖYKÜSÜ /FİLİZ
TEYZE VENÜS, OBAMA
VE PATİT--- 3. BÖLÜM.
Bu gün
konumuza ‘’ Geçmişte
Türklerde Hayvan hakları
nasıldı?’’ Sorusunun cevabı
ile devam edeceğim.
Türklerin İslamiyetten önceki
dönemlerinde hayvan sevgisi nasıldı sorusunun
cevabına en güzel
cevap sanırım kullandıkları 12 Hayvanlı Türk
Takvimi olacaktır. Bu
takvimde her yıla
bir hayvan adı
verilirdi ki bu
hayvanlar içinde horoz gibi
evcil hayvan yanında
domuz gibi -İslamiyetten
sona- sevmediğimiz bir
hayvan ve hatta
ejderha gibi artık
bilemediğimiz, sadece belgesellerden ‘’
Komodo Ejderi ‘’
diye tanıdığımız havyalar da
vardı.
O yıllarda ölen
bir kişinin atı da
öldürülüp mezarına konarken
Türkler atı öldürmez,
sadece kuyruğundan bir
parçayı keserek sahibinin
mezarına gömerlerdi. Ayrıca
ölen atlar ve bazı
hayvanlar için hayvan
mezarlıkları yapıldığı bilinmektedir’’
İslamiyetten sonra ise
Türkler Kur’andaki bazı
ayetlerin adlarının hayvan
isimleriyle isimlendirilmiş olduğunu
gördüler. Mesela Bakara (İnek),
Nahl (Arı), Ankebut (Örümcek), Neml (Karınca)
Gibi. Bu elbette
ki boşuna değildi.
Ayrıca En’am suresinin
38. Ayeti çok
açık bir şekilde
şöyle diyordu: “Yerde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla
uçan kuşların hepsi sizin gibi bir ümmettirler.(topluluklardır). Biz bu kitapta
hiçbir şeyi noksan bırakmadık. Sonra ancak onlar toplanıp Rablerine gelirler.”
Dikkat edilecek olursa
‘’Ümmet’’ İfadesi insanlar
için sadece Müslüman
olanları ifade ederken
hayvanlar için böyle
bir ayırım da
söz konusu değildir. Dahası etinden
kılına, kemiklerine kadar
her şeyi yasaklanmış
olan domuz ( ki Kur’anda
sadece etinin yasak olduğu
belirtilmiş’’ hakkında da ‘’ Öldürün, yok
edin, işkence edin’’ şeklinde bir
ayet yoktur ve
ayrıca İslami inançta
‘’Allah hiçbir şeyi
sebepsiz yaratmamıştır’’ inancı
vardır.
İşte bu
sebepledir ki Koskoca
Kanuni, sarayın bahçesindeki
ağaçları sarmış olan ve
ağaçlara zarar veren
karıncalar için bile
şeyhülislam Zembilli Ali Cemali
Efendiden fetva ister:
‘’Ağacı eğer sarmışsa
karınca.
Günah var mı karıncayı kırınca?’’
Ali Cemali Efendi de
aynen cevap verir
bir beyitle:
‘’Yarın Hakkın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır
karınca’’
Yani ‘’
Hayır padişahım. Karıncayı
öldüremezsin. Öldürürsen de
bunun hesabını Allah’a
verirsin’’ Demiştir.
Kanuni dönemi bilindiği
gibi 16. Yüzyıldır
ve 16. Yüzyılda
Avrupa’ da mesela Paris’te
her yıl yaz ayının belli bir gününde tüm sokak kedilerinin
çuvallara doldurulup yakıldığını ve halkın bugünü eğlencelerle bir festival
havasında kutladıkları bilinen
bir gerçektir. Yani Avrupa,
ancak 1978 Yılında
Hayvan Hakları Evrensel
Beyannamesi ile hayvan
hakları konusunda bir şeyler yaparken
Osmanlı Devletinde hayvan
hakları olabildiğince var
olan bir husustu.
Evet..Madem 1978 Tarikli
Hayvan Hakları Evrensel
Beyannamesi dedim o
halde o beyannamenin
maddelerini burada yazıp
sonra Osmanlılardaki hayvan
sevgisine devam edelim.
16. Yüzyılda kedilerin
çuvallara doldurularak yakıldığı
Paris’te 15 Ekim 1978 de
UNESCO tarafından Hayvan
Hakları Evrensen Beyannamesi
imzalanmıştır.
HAYVAN HAKLARI EVRENSEL
BEYANNAMESİ:
1. Bütün hayvanlar yaşam önünde eşit
doğarlar ve aynı var olma hakkına sahiptirler.
2. Bütün hayvanlar saygı
görme hakkına sahiptir. Bu hakkı çiğneyerek onları sömüremezler. Bilgilerini
hayvanların hizmetine sunmakla görevlidir. Bütün hayvanların insanca gözetilme,
bakılma ve korunma hakları vardır.
3. Hiçbir hayvana kötü
davranılamaz, acımasız ve zalimce eylem yapılamaz. Bir hayvanın öldürülmesi
zorunlu olursa, bu bir anda, acı çektirmeden ve korkutmadan yapılmalıdır.
4. Yabani türden olan bütün
hayvanlar, kendi özel doğal çevrelerinde karada, havada ve suda yaşama ve
üretme hakkına sahiptir. Eğitim amaçlı olsa bile özgürlükten yoksun kılmanın
her çeşidi bu hakka aykırıdır.
5. Geleneksel olarak
insanların çevresinde yaşayan bir türden olan bütün hayvanlar uyumlu bir
biçimde türüne özgü yaşam koşulları ve özgürlük içinde yaşama ve üreme hakkına
sahiptir.
6. İnsanların yanlarına
aldıkları bütün hayvanlar doğal ömür uzunluklarına uygun sürece yaşama hakkına
sahiptir. Bir hayvanı terk etmek acımasız bir davranıştır.
7. Bütün çalışan hayvanlar iş
süresi ve yoğunluğunun sınırlandırılması ve güçlerini artırıcı bir beslenme ve
dinlenme hakkına sahiptir.
8. Hayvanlara fiziki ya da
psikolojik bir acı çektiren deneyler yapmak hayvan haklarına aykırıdır. Tıbbi,
bilimsel, ticari ve başkaca biçimlerdeki her türlü deneyler için de durum
böyledir.
9. Hayvan beslenmek için
yetiştirilmişse de bakılmalı, barındırılmalı, taşınmalı, ölümü de acı
çektirmeden ve korkutmadan olmalıdır.
10. Hayvanlardan insanların
eğlencesi olsun diye yararlanılamaz, hayvanların seyrettirilmesi ve
hayvanlardan yararlanılan gösteriler hayvan onuruna aykırıdır.
11. Zorunluluk olmaksızın bir
hayvanın öldürülmesi yaşama karşı suçtur.
12. Çok sayıda yabani
hayvanın öldürülmesi demek olan her davranış bir soykırım, yani bir suçtur.
13. Hayvan ölümüne de saygı
göstermek gerekir. Hayvanın öldürüldüğü şiddet sahneleri sinema ve televizyonda
yasaktır.
14. Hayvanları koruma ve
savunma kuralları, hükümet düzeyinde temsil olunmalıdır. Hayvan hakları da
insan hakları gibi yasayla korunmaktadır.
Avrupa, hayvan hakları gibi
bir kavramın ancak
1900 lü yıllarda farkına
varırken Osmanlılarda durum
neydi peki?
DÜNYADA HAYVAN HAKLARI
İLE İLGİLİ İLK
DÜZENLEME.
III. Murat 19 Mart 1587’de İstanbul Kadısı’na
gönderilen fermanla, hamalların taşımacılıkta kullandıkları at, katır vb.
hayvanlara tahammüllerinin üzerinde yük taşıtmalarının yasaklandığı;
hayvanların bakım ve beslenmesine ihtimam gösterilmesi gerektiği ve fermandaki
ikaz ve hükümlere uymayanların cezalandırılacağı bildirilmiştir. Bu ferman aynı
zamanda “dünyada hayvan haklarına dair ilk düzenleme” olma özelliğine de sahiptir.
Ancak böyle bir
kanun çıkmadan önce
de Osmanlılarda hayvanlara eziyet
edilmesi hep cezalandırılan hususlar
olmuştur.
Şöyle ki:
Hayvan haklarıyla ilgili Alman seyyah Hans Dernschwam’ın, 1542’de (Kânûnî
döneminde) İstanbul’da şâhit olduğu şu hâdise de oldukça enteresandır: Sadâret
Kaymakamı Koca Mehmed Paşa, lokantanın önünden geçerken odun yüklü güzel bir atın
beklediğini görmüş ve atın sahibinin de aynı lokantada karnını doyurmakla
meşgul olduğunu öğrenmişti. Paşa bu vaziyete oldukça sinirlenerek, odunları
atın sırtından indirmekle kalmayıp sahibini de cezalandırarak odunları onun
üzerine yükletmişti. At için aldırdığı bir akçelik kuru otu da at yiyene kadar
odun yükünü sahibinin üzerinde bekletmişti.( Yani ‘’ Neden yemek
yerken odunları atın sırtından indirmiyorsun? ‘’un cezası
at karnını doyuruncaya
kadar atın sırtına yüklenmiş olan
odunları taşımak olmuştu.
Daha da ilginci 1829
yılında yük hayvanları
için Cuma günü
tatili getirilmiş olmasıydı.
Ve bir ilginçlik
daha: Yük hayvanları artık
tük taşıyamaz hale
geldiğinde emekliye ayrılıyor
ve maaşa bağlanıyordu. Onların öldürülmeleri ya
da kesilmeleri ( Manda
öküz gibi yük hayvanları )
kesinlikle yasaklanmıştı.
Başıboş bir şekilde
ölüme terk edilmeleri
de kat’iyyen yasaktı.
Mezbahalarda kesimi yapılacak hayvanlar için, bu işlemin en acısız şekilde
yapılmasına ilişkin kanunlar ise çok erken dönemlerde çıkarılmış ve söz konusu
titizlik asırlar boyunca geçerliliğini korumuştur.
Zabıtaların sık sık şehri gezerek sahibi olan hayvanların karınlarını kontrol
etmeleri ve iyi beslenip beslenmediklerini teftiş etmeleri de yaygın bir
uygulamaydı.
Fransız seyyah Thévenot’un 1656’da
İstanbul’da gördüğü, tanıştığı ve sohbet ettiği Türklerin hayvan sevgisiyle
ilgili kendisini hayrette bırakan izlenimleri, Osmanlı toplumunun vakıf ruhunu
kavrama ve tatbik etmede hangi noktaya geldiğinin, Batı’nın ve modern dünyanın
bu konuda Osmanlı’nın neresinde olduğunun göstergelerinden biridir: “Türklerin
bazıları ölürken haftada şu kadar defa şu kadar köpeğe ve şu kadar kediye
yiyecek verilmek üzere birçok iratlar (miras, nafaka) bırakırlar yahut bu
hayrın işlenmesini temin için fırıncılarla kasaplara para verirler ve onlar da
bu gibi vasiyetleri büyük bir sadâkatle ve hattâ dindarâne bir riâyetle yerine
getirirler. Onun için her gün et taşıyan birtakım kimselerin şart-ı vâkıfa göre
ya köpekleri veya kedileri çağırıp etraflarına toplanan hayvanlara et parçaları
atışları görülecek şeydir. Bunlar bizim nazarımızda çok gülünç olmakla beraber
onlarca öyle değildir.”
Fransız Şair Lamartine’nin tespitleri de Thévenot’la hemen hemen aynı
çerçevededir ama Lamartine şu noktaya özellikle dikkat çekmiştir: “Türkler kuşlara,
köpeklere, velhâsıl Allah’ın yarattığı herşeye hürmet ederler; bizim
memleketlerde başıboş bırakılan veya eziyet edilen bu zavallı hayvan
cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler.”
17.yüzyılda Osmanlı
topraklarına seyahat etmiş Fransız avukat Guer, Osmanlıların hayvanlara
besledikleri ilgi ve şefkati, onlar için yaptıkları akıl almaz hizmetleri
anlatırken, çarpıcı bir misal olarak Şam’da gördüğü kedilere ve köpeklere özel
hastaneden hayretle söz etmiştir. 1660’lı yıllarda İngilizlerin İstanbul’daki
elçilik görevlilerinden olan Paul Ricaut, Guer’in sözünü ettiği hayvanlara özel
vakıfların yanısıra Osmanlıların hayvan haklarına riayet etme noktasında da ne
denli büyük bir hassaasiyet, gayret ve hizmet ortaya koydukları hakkında şu
ilginç bilgi ve tespitleri aktarmıştır: “Fakir insanlar için kurulan
aşevlerinde insanlardan başka kedi ve köpek gibi hayvanlar da doyurulduğu gibi,
sırf kedi ve köpek gibi hayvanlar için özel vakıflar da kurmak âdetti. Bazı
şehirlerde kediler için yapılmış binalar bulunuyordu. Gıdaları için vakıflar
kurulmuş; kedilere hizmet için vekilharçlar ve uşaklar tahsis edilmiştir.”
Sultan II. Beyazıt; kendi adıyla anılan Beyazıt Camii’nin inşası esnasında
(1501-1505) tesis edilen Beyazıt vakfiyesinde, caminin ayrılmaz sakinleri
kuşlar için her yıl harcanmak üzere 30 altın lira yem parası tahsis olunmasını
emretmiştir. Buna göre kuşlar için pirinç ve darı, köpekler içinse ekmek tahsis
olunmuş; bir kişi de yem vermek, hastalıkları tedavi etmek, kırık çıkıkları
bağlamak üzere görevlendirilmiştir. Sultan Ahmet Câmiinin imaretinde kuşlar
için de yerler yapılmıştır. İmaret vakfiyesinde, artmış ve yenmeyecek durumda
olan yemeklerin kuşlar için yapılmış yerlere dökülmesi yazılmıştır.
Osmanlı halkından kuşlara
kolayca su bulmaları ve içmeleri için mezar taşlarına kuş havuzları koyduranlar
pek çoktur. Mimar Sinan, kendi köyü Ağırnas’ta yaptığı vakfın vakfiyesinde,
hayvanların su içmesi ve dinlenmesi için çeşmenin etrafındaki 260 arşın boyunda
160 arşın enindeki araziyi vakfettiğini belirtmiştir.
Osmanlı’da kuşlara duyulan
merhametin günlük hayattaki güzel bir yansıması da kuş satın alıp âzad etme
âdetiydi. Evliyâ Çelebi Seyahatnâme’sinde naklettiğine göre Kibar Bey ve hanımı
tâtil günlerinde İstanbul’da kurulan büyük kuş pazarlarına gidiyor ve parayla
satın aldıkları rengârenk kuşları büyük bir zevkle salıveriyorlardı.
Bunun yanında aynı Osmanlı
toplumu leyleklere; Mekke, Medine ve diğer kutsal yerlerden geldiklerini
hatırlatan “hacı baba, hacı leylek” gibi isimler vermiştir. Leyleklerin geçiş
yolu üzerindeki vilâyetlere bu hayvanların ihtiyaçları için çeşitli vakıflar
yapmıştır. Bunların dönüşleri sırasında hastalanıp sürüye katılamamış
olanlarının bakımları için vakıflar kurmuştur. Meselâ İstanbul Eyüp Sultan Camii
bahçesinde sürüsüne katılamayan sakat leyleklere bakan vakıf asırlarca hizmet
vermiştir. Ayrıca göçmen kuşların yuvaları -her yıl aynı yerlere
tünediklerinden- dokunulmayarak muhafaza edilmiştir.
Ahmet Hâşim’in, “Gurebâhâne-i
Laklakan” (Leylekler Bakımevi) kitabında bahsettiği, Bursa’daki Haffaflar
(Ayakkabıcılar) Çarşısı esnafının sergilediği hayırseverlik de örnek bir
hâdisedir: “Bursa’da, Haffaflar Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu
meydan, mâlûl (sakat) bâzı hayvanların dârülacezesidir (düşkünler yurdudur).
Kanadı veya bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar, kör veya sağır baykuşlar
burada halkın sadakasıyla geçindirilirler. Haffaf esnafın aylıkla tuttuğu belki
yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar amelimanda (aciz, işe yaramaz) bir
ihtiyar, toplanan sadaka parasıyla her gün işkembeler alır, temizler, parçalar
ve insan merhametine sığınan bu zavallı kuşlara dağıtır.” 19. Yüzyılda Bursa’da
hizmete açılan, dünyanın ilk ve tek leylek hastanesi olan “Gurabâhâne-i
Laklakan”, Ocak 2010’da restore edilerek tekrar hizmete açılmıştır.
Osmanlıda özellikle
kuş sevgisinin örneklerini
mimaride de görmek
mümkündür ki büyük
konak, kasır ve villaların
duvarlarına yerleştirilen ‘’Kuş
Sarayı’’ ya da ‘’Sırça
Köşk’’ denen ve
Resim… de gördüğünüz kuş
barınakları bunun en
güzel örnekleridir.
Castellan 1811’de kaleme aldığı gözlemlerinde "Bir Türk meskeni
inşa edilirken, güvercinleri ve diğer kuşların susuz kalmamaları için münasip
yerlere yalaklar yapmak Türk sivil mimarisinin vazgeçilmez
özelliklerindendir" diye yazmıştır.
Osmanlı toplumunda yaşayan insanlar yakın zamana kadar insan-hayvan arasındaki dostane ilişkiyi en güzel bir biçimde sürdüregelmiştir. Yazılı ve yazısız bir sürü hayvan hakları yürürlükte kalmıştır. Hayvanın da bir can taşıdığı ve onların da canlarının kutsal olduğu henüz İslâmiyet kabul edilmeden önceki dönemlerde de kabul edilmiştir.
19. yy’da
batılılaşmanın bir sonucu olarak sokakların başıboş hayvanlardan temizlenmesi
görüşü (özellikle dönemin aydınları arasında) ağırlık kazandı.
Galata’da
gezerken köpek saldırısına uğrayan İngiliz turistin,
köpekten kaçarken yüksek bir yerden düşüp ölmesi üzerine, Sultan II. Mahmut,
sokak köpeklerinin toplanıp şehir dışına bırakılmasına karar verdi.
Sultan Abdülaziz dönemlerinde ise köpekler toplatılıp Hayırsız Ada'ya
götürüldüler. Halk köpeklerin bu canice itlaf edilmesi girişimine isyan
etti. Birkaç gün sonra köpekler geri getirildi.
Kuduzu engellemek için
dünyanın üçüncü kuduz enstitüsünü, İstanbul’da
açtırdı. 1908'de Abdülhamit'in devrilmesiyle onun bütün değerleriyle
birlikte sokak köpekleri de yeni rejimin hışmına uğradı.
Talat Paşa'nın Dahiliye Nazırı olarak görev yaptığı 1910'da İstanbul'un tarihindeki en büyük köpek itlaf kampanyası başlatıldı. Köpek toplama ekipleri hayvanları yakaladılar ve bir daha dönmemeleri üzere Hayırsız Ada'ya sürgün ettiler.
Başta Türk halkı olmak
üzere, Petersburg ve Zürih’de bulunan dernekler gibi dönemin hayvanları koruma
derneklerinden gelen şiddetli tepkiler, Osmanlı Devletinde hayvanları korumaya
yönelik uygulamaları gündeme getirirken, “İstanbul Himaye-i Hayvanat Cemiyeti”nin
temellerinin atılmasını sağlamıştır.
Osmanlı'nın hayvanlara
gösterdiği insanlık dersi günümüzde çağdaş Batı dünyasında "Hayvan
Hakları" adı altında yasalaştırması ve AB sürecinde
bu yasaların TBMM'de de kabul
edilmesi için uyarılarda bulunması size de çok ironik gelmiyor mu?
Sonuç itibariyle, sokak hayvanları konusunda büyük sorunlar yaşamaya devam eden AB ülkelerinin koyduğu yasaları örnekler alma yerine bu konuda epey icraatları olan ecdadımızı örnek almak daha mantıklı geliyor.
NOT: Bu
makalede
1- Tarihçi yazar
İsmail Çolak’ın Osmanlı’da Hayvan
Sevgisi ve hayvan
hakları---
http://yenidunyadergisi.com/osmanlida-hayvan-sevgisi-ve-hayvan-haklari-1/
2- Onedio- 17 Maddede
Türklerde Hayvan Sevgisi
ve Hayvan hakları ---https://onedio.com/haber/17-maddede-turklerde-hayvan-sevgisi-ve-hayvan-haklari-632080
3- Wikipedi-Hayvan Hakları
Evrensel Beyannamesi- https://tr.wikipedia.org/wiki/Hayvan_Haklar%C4%B1_Evrensel_Beyannamesi’nden
alıntılar yapılmıştır.
RESİMLER
1-2-3 Osmanlı sokakları ve
sokak hayvanları
4- Bir Mancacı ve
sokak hayvanları
5- Davut Paşa Hayvan
Hastanesi
6- Gurabahane-i Laklakan
7-8- Kuş sarayları
9-Sokak Köpeklerinin Hayırsız
Ada’ya götürülüşü
10- Sokak köpekleri Hayırsız
Ada’da.