4-) Zat Boyutu, Esma, Mana ve Ef’al Alemleri

                                 

                                  Bu bölüme Ef’al Alemlerinin ve Esma Alemi’nin zamansal irdelemesini yaparak başlayalım:

                                 Tüm tanık olabildiğimiz ya da olamayacağımız boyutlarıyla kainat yani alemler, birer ef’al (fiiller) alemidir. Mikro düzeyden makro düzeye, atom altı âlemlerden atomsal düzleme, galaksiler boyutundan mikroplar âlemine kadar! Yani en gelişmiş mikroskop ve teleskoplarla, gözlemleyebildiğimiz her şey, bir hareket, değişim, ya da fiil üzerine kurulmuştur. Öyle ki, daha kaba bir görüşle, hareketsiz olarak gördüğümüz bir varlık

 

bile, hassas gözlemlerle, bünyesinde her an var olan hareketi, oluşu, fiili bize yansıtır. Örneğin; hareketsiz duran bir masa, atomsal boyutu itibariyle son derece hareketlidir. Bununla beraber, gözlemleyemeyeceğimiz manevi alemler ya da planlar bile stabil halde, fiil ya da oluştan uzak  olamazlar. Bu durumda efal, fiiller ya da oluş âlemi, Allah’ın zatı dışında tüm alemleri genel olarak kapsar.

                                  Mevlana’nın deyişiyle, Bu cihan da, öteki cihan da, hiç durmadan iş ve hareket doğurmaktadır. Allah ise, bunların hepsini berrak bir ayna gibi görüp bilmektedir.”

                                 Âlemler, insanların gördüğümüz alemi bu şekliyle algılaması gibi, belki bilemediğimiz bir çok bilinç düzeyinin ve o düzeylerde yaşayan varlıkların müşahade ettiği, mekansal olarak aynı, ancak boyutsal olarak farklı alemlerdir. Ortak nokta ise, hepsinin de fiiller âlemi oluşudur. Herhangi bir varlık ya da olay (hem varlığı hem de olayı genelleyeceğimiz bir ifade olarak oluş), değişim ve hareket olmadan gerçekleşemez. Değişim ve hareket ise, zamanın göstergesidir. Öyleyse fiiller âlemi zamanın hükmü altındadır; ya da fiilin oluşumu zamanı da doğurur

                                İkinci şıkka göre, esasen zaman kendi başına varlığı olan bir şey değildir. Oluşun vücuda gelişi, gözleyende zaman mefhumunu yaratır. Zaman sadece zihinsel bir gerçekliğe sahiptir. Birinci şıkka göre ise; oluşu dolayısıyla her şeyi zaman oluşturmaktadır. Bu bir çok düşünce ekolünün, örneğin Dehriyeciler’in kabulüdür. Bu taktirde zamana ‘yaratan’ vasfı verilmiş olur. Bu iki şıktan hangisi tercih edilirse edilsin, fiiller âleminde zamansızlık düşünülemez ve dolayısıyla geçicilik, yani sürekli değişim söz konusudur.

                              Esma âlemi ise zamandan bağımsızdır. Sonsuz- sınırsız sıfatlar her an daimdir. Bu âleme sıfat alemi de denir. Ve sıfatlar, Allah’tan sudur eder. Kemal, en olgun, en son haddede olduklarından değişimden münezzehtirler. Örneğin sevgi kavramı esma âlemindedir. Rahman ve Rahim sıfatlarıyla Allah’ a izafe edilir. Yaratılanlarda ise geçici olarak efal âleminde zuhur eder.

                            Esma âleminin varlığının kabulü, zamanın yaratıcılığı fikrini çürütür. Çünkü kavram olarak sıfat, zamandan bağımsızdır. Fiziksel olmayan bir boyutta, sırf düşünce bazında bile olsa sıfat kavramının varlığı, zamanın yaratıcılığı dışında bir sahanın da mevcut olduğunu, dolayısıyla mutlak yaratıcının zaman olamayacağını gösterir. Bu aynı zamanda Mutlak yaratıcının zamandan bağımsız olması gerekliliğini de ortaya koyar. Allah’ın zamandan bağımsız olması da, Allah’ın efal âleminden bağımsız ve bu fiiller aleminde oluşan hayali varlıklardan farklı olmasını gerekli kılar.

                                  İhlas süresinde, “ve lem yekün küfen ahad” (112/4) “O’nun dengi, misli, benzeri yoktur” denerek bu gerçek vurgulanır.

                            

 

                                Burada sıfatın kavramsal niteliğini açmakta fayda vardır. Örneğin; güzel sıfatı, fiziksel âlemde göreceli olarak (kimine göre güzel olan kimine göre güzel olmayabilir) ve geçici olarak (bir zamanlar güzel olan bir şey başka bir zaman çirkinleşmiş olabilir) bir görünüp bir yok olsa da, güzellik kavramı hep vardır. Elbette buradan hareketle ileri sürülecek aksi görüş, güzellik kavramının sadece insanın zihninde olan soyut bir şey olduğu, insanın maddi âlemi gözleyip sınıflandırarak bu kavrama ulaştığı şeklindedir. Tıpkı tüm sıfatlar gibi… Ancak biz de tam anlamıyla bunu söylemekteyiz. Şu farkla ki bu kavramlara insanın sadece maddi âlemi gözleyerek ulaşmadığını, bu kavramların bir şekilde İlahi bilinçle irtibatta olan bilinçlerin nüvelerinde bulunuyor olduklarını ileri sürerek! Yani Sokrat’ın dediği gibi, öğrenmenin, basitçe, hatırlama olduğunu söyleyerek.

                               Ayrıca zamanın, mekanın bir fonksiyonu olmaktan öteye bir varlığı olmadığının da açılmasında fayda vardır. En basitinden başlarsak, bizim yıl, gün ya da saat dediğimiz izafi zaman ölçü birimleri tam anlamıyla;  mekânsal değişimlere, harekete bağlıdır. Dünyanın kendi ekseninde dönüşü, Güneşe göre olan konumunun değişmesi gibi… Ya da zaman geçtikçe görülen eskime veya yaşlanma, temelde maddenin, kaba düzlemdeki bir değişimini gözlemekten başka bir şey değildir. Bir yerden bir yere giderken geçen zaman da, maddenin konum değiştirmesini, enerji harcamasını, hareketini gözlemekten çıkar. Öyleyse zaman, maddeden ve türevi enerjiden (veya bakış açımıza göre enerjiden ve türevi maddeden) bağımsız olarak var değildir. Yani madde ve enerji yoksa, zaman da yoktur. Madde ve enerji olduğunda da, zaman denilen mefhumun yokluğu düşünülemez. Çünkü hem madde, hem enerji, hareket üzere vardır.  Bu hareket, değişim, bize zaman olarak yansır.

                                Öyleyse zaman, insanın evreni algıladığı beş duyusunun eseridir. Ve tam da bu yüzden bilinci esir alarak zihinlerde şekillenir. Bilincin, mekan ve türevi olan zamanın esaretinden kurtuluşu, onu gerçekte başı sonu olmayan ‘evrensel tek bir an’ la yüzleştirir. Ancak bu yüzleşmede bilincin izafi zata yani benliğimize olan bağı ortadan kalkar. Bilinç Mutlak Zat’ın Mutlak idrakinde yok olacaktır. Çünkü deyim yerindeyse zaman ötesi olan Allah’ın zamanı, tasavvuftaki  An-ı daim anıdır. Bu nedenle de anla tarif ettiğimiz şey, kendinden başka varlık ve dolayısıyla varlığın yansıması olan zaman olmayan ‘Hu’nun özselliğinden olup tektir. Bu ‘tek an’, izafi kesretlerde, izafi bilinçlerinin algı kapasitesine göre çözümlenerek zaman şeklinde bilinir (ki zaman Einstain’ın ortaya koyduğu gibi, bu nedenle izafidir).

 

                           Zamanın söz konusu izafiliği konusunda Hubert Reeves şunları söyler: “Yaşamımızın bir zaman aralığında bulunduğunu, takvim yılı olarak hesaplandığını, bir yüzyıla ya da birbirini izleyen iki yüzyıla sığdığını düşünmek bize doğal geliyor. Ne ki takvim uylaşıma dayalıdır. Biz zamanın ne olduğunu bildiğimizi sanıyoruz. İnsan beyninin dışında zaman var mı? Biz yokken de akıp gidiyor mu? Dört mevsimin öylesine tanıdık olan sıralanışının birkaç yinelemesinin ötesinde, bir sürü dostumuzun sırrına erdiği o hiç bilinmeyen, hiç bilinemeyen alan (ölüm ötesi) uzanır.”

 

 

      4.1-) An-ı Daim ve ‘Oluş’daki İzafiyet

 

                                 Big-bang teorisiyle, ya da örneklerini sergilediğimiz/sergileyeceğimiz  biçimde, sırf felsefi çıkarımla maddi evrenin başlangıcının düşünülmesi, ‘başlangıçtan önce olan nedir ?’ sorusunu akla getirmektedir. Zamanın madde ve/veya türevlerinin değişiminin zihnimize bir yansıması olduğu kavranınca, evrenin başlangıcından önce madde de olmaması nedeniyle, zamanın olmadığını kabulleniriz. Bu noktayı  Tasavvuf felsefesi, yukarda bahsettiğimiz Esma boyutu şeklinde dile getirmiştir. Burada zamana yer yoktur. Onun yerini  An-ı daim alır. Maddi âlemin, ef’al aleminin kaynağı Esma (Allah’ın sıfatları) alemidir. Bu nedenle, şu anda da bu Sıfat alemi gerçekte olandır. Dolayısıyla şu anda da aslen olan zaman değil, An-ı daimdir.

 

                                  Hz. Muhammed,  anı bir hadisinde, “Allah vardı,  onunla beraber hiçbir şey yoktu” sözleriyle tanımlar. Hz. Ali’de O an, bu andır diyerek Allah’ın olduğu ve O’nunla birlikte hiçbir şeyin olmadığı anı tüm zamanlara yayar. Dikkat edilirse bu hadiste Hz. Muhammed, bizim bakış açımıza göre, varlıklar oluşmazdan önceki bir anı anlatmak için geçmiş zaman kipini kullanmıştır. Hz. Ali ise bu anlatılan gerçeği bir üst idrak düzeyinden yinelemiştir. Elbette burada, Hz. Muhammed’in bu üst idrak düzeyinden habersiz olmadığını, sadece o hadisi söylediği anda, hitap ettiği insanların anlayış seviyelerini muhatap alarak o idrak seviyesinden konuştuğunu belirtmeye gerek bile yoktur. Zira O’nun Fakr gerçekleşince,  Allah kalır” hadisi de bu üst idrak seviyesine işaret eder. Fakr, yani izafi benlikten sıyrılış, izafi benliğin yok olduğu an ya da fenafillah mertebesidir. Ardından gelecek olan Beka makamı da izafi bilincin yerini İlahi bilincin alması olarak ifade edilebilir. Tasavvufta An-ı daim ifadesiyle tanımlanan bu idrak, zamanın hükmüne bağlanmamış bir tecellidir.

                                                      

                                  Tao te ching de de “Benliğinden vazgeçmesi değil mi,/ Onun benliğini kemale erdiren”, “Derdin çokluğu benliktendir/ Benlik olmasa dert olur muydu” denerek bu izafi bilinci terk etme hali vurgulanır.

 

                                  Zamanın hüküm sürdüğü Ef'âl âlemi denen fiiller âleminde zaman mefhumu, sahip oldukları algılama araçlarına, duyularına göre mevcuttur.  Yine bu araçlara göre, bilinçten bilince hatta aynı bilincin hallerine göre değişir. Daha doğrusu zaman ve mekân, ancak gözlemleyenin algı kapasitesinin gözlemleyenin bilincinde oluşturduğu şekliyle mevcuttur. Yani görülen, bakan bilince göre değişir. Kısaca, izafidir. Paul Eluard’ın deyişiyle “Boşluk, bakışımın biçimini alıyor dur.

                                   Nasıl olmasın ki, aynı alemde olduğumuz halde örneğin köpeklerin duydukları ya da gördükleriyle bizimkiler farklı değil midir? Hatta iki insanın aynı isimlendirmeyi yapsa da ,aynı şeyi aynı şekilde gördüğü, örneğin aynı rengi aynı özellikte, vasıfta gördükleri ispatlanabilir mi? Aslında her insanın bilinci kendi algılarıyla sınırlı ve onlarla beslenir. Bir başka bilincin bu algıları müşahade etmesi teknik olarak imkansızdır.

 

Çünkü ister telepati gibi düşünceyi ya da ruhu kullanma kudretiyle, isterse geliştirilmiş ya da geliştirilecek cihazlarla olsun, kendi bilincimizin haricindeki bir bilinci kavramak o bilinci kendi bilincimizde kavramak demektir.

                                   Hubert Reeves: “Gördüğüm kişi onda ne gördüğümü bilmez. Ben de beni gören kişinin bende ne gördüğünü bilmem.” derken, bilincin bir başka bilinç olamayacağı ve bir başka bilincin idrak ettiklerini aynen idrak edemeyeceği gerçeğini vurgular. Veya önceki sayfalardaki bir örneğimize dönersek, önümüzdeki masa atom boyutunda ya da atom altı boyutta görme kapasitemiz olsa (ki görme kapasitemizi ek cihazlarla geliştirdiğimizde yani algı sınırımızı yükselttiğimizde bu olmaktadır) yine önceden gördüğümüz masa mıdır?

                                   Âlemlerin gerçeği, Allah’ın ilminde ve indinde bulunan hayal hükmünde, yani vehmi tabakalar oluşlarıdır. Kısacası, yaşadığımız Kâinât’a ait olarak bilinen her şey gerçekte vücut, varlık sahibi değildir. Sadece ve sadece Allah’ın ilmindedir. Basit ifadesiyle hayâl olan varlıklardır. Beş duyu ilmi ise, bilinci makro kozmosta ya da mikro kozmosta sayısız katmanlara ve boyutsal evrenlere , yıldızlardan hücrelere, galaksilerden atomlara, kara deliklerden atom altı parçacıklara bir evrenden bir evrene sürükler.

 

      4.2-) Kur’an’da Geçen Semalar ve Ardı Tabirleri

 

                                  Öncelikle burada sema kavramını açıklamaya  çalışalım. Semâ; Esma boyutunun mahalline denir. Sanıldığı gibi gökyüzünü değil, boyutsal bir derinliği ifade eder. Zira Esma boyutu (ya da Allah’ın sıfatlarının zatından tecelli ettiği boyut) ef’al, fiil, şehadet âleminin, yani gözlemlediğimiz alemin alt katmanını ve özünü oluşturur. Bu öz:

“Hiç bir şey yok ki, hazineleri indimizde olmasın!.. Ve, biz onu ancak mâ'lûm bir kader (ölçü) ile indiririz .” (15/21) ayetinde bahsedilen Allah’ın indindeki hazinedir.

                                  İhlas Suresi’nde Allah’ın Ahadiyet’inden bahsedilmektedir.Buna rağmen, günümüz Müslümanları genelde Allah’ı bir yönüyle âlemlerden ayrı olan yönüyle düşünürler. O’na sadece gökyüzünde oturan bir tanrı kimliği biçmişlerdir. Oysa Ahad, Tümel Tekilliği ifade eder. Salt, parçalanıp bölünmez, som varlığın, tüm varlıkların derin katmanında bir bütün olarak var olduğunu söyler. Bu deruni tekilliğin yerine uzaktaki yaratıcıyı kabul etmenin nedenlerinden biri de ‘sema’ kavramını ‘gökler’ olarak yorumlamaktır. Bunun sonucunda Allah ötelere, göklere taşınmaktadır. Oysa Ahadiyyet, boyutsal yani maddenin özüne yönelik  bir kavramdır. Sema katmanları ya da simgesel anlatımla yedi kat gökyüzü,  maddi âlemden (ef’al alemi) manevi aleme (Esma aleminin oluşturduğu mana alemi) ve

 

oradan da zat boyutuna (Sırf Allah’ın zatının olduğu, tüm mevcudatın yok olduğu hiçlik alemi) doğru yükselişi ya da maddi alemin özüne doğru bir inişi zoomlamayı simgeler.

                                Ayetlerde geçen ‘yedi’ ifadesi, çokluk anlamında kullanılan bir sayıdır.  Adet olarak 7 demek değildir. Yani rakamsal bir değeri değil, deyimsel olarak çokluk anlamını verir. Arapçadaki bu deyimsel kullanım, bizde de diğer bazı dillerde ve kadim metinlerde de, zaman zaman aynen kullanılır. Örneğin; yedi tepeli kent denilen İstanbul’da hangi tepelerin bu yedi tepeden olduğunu sayamazsınız. Çünkü bu deyimle, yedi adet tepeden değil, ‘bir çok’ tepeden oluşan İstanbul kastedilmektedir. Bunun gibi, yedi kat sema ile yedi tabaka gökyüzünden değil, ‘çok sayıdaki boyutsal düzlemden’ bahsedilir.

                                En üst sema katmanı, maddi alemin en alt katmanı olan gerçek özüdür. Maddenin ve enerjinin olmadığı bir boyutu, dolayısıyla maddenin ve enerjinin değişimi demek olan zamanın da olmadığı bir anı ve hali mekansızlığı gösterir .(çünkü o boyutta zaman ve mekan yoktur, Allah, mekandan münezzeh olan lamekandır) Bu da Zat boyutudur. Buraya bilindiği üzere Arş da denir.

                                Ancak hemen belirtelim, Kur’an’da ve hadislerde yerine göre sema; bildiğimiz gök, uzay, evren anlamına da kullanılır. Bununla birlikte, sadece bu anlamıyla kullanılmamıştır.  Dediğimiz anlamın baskın olduğu ayet ve hatta hadisler çoğunluktadır. Ya da bir ayet, idrak düzeylerinin farklılığına göre, bu iki anlamda da alınabilir:

“Semaları ve arzı (semavati vel arza) ve aralarındakileri yanlızca Hak olarak halkettik” (15/85),

“Ey cin ve insan toplulukları!.. Semâların ve ardının (semâvâti vel ardı) altlarından geçip gitmeye gücünüz yeterse, geçip gidin. Allah tarafından bir ferman, bir güç olmadan geçemezsiniz!..” (55/33)

Ayetleri buna örnektir. Bu ayetlerde semalar, arzı kuşatan gök ya da evren tabakaları veya bildiğimiz maddi âlemin boyutsal katmanları olarak yorumlanabilir. Benzer şekilde şu ayetlerdeki sema tabiri de, açık bir şekilde, boyutsal öz niteliğinde yorumlanabilir:

“Yedi sema, ardı ve bunların içinde bulunan her şey, (lehüs'semâvâtüs seb'u vel ardu) O'nu hamd ile teşbih ederler fakat, siz onların tespihlerini anlayamazsınız!.” (17/44) (Bu ayete adeta, Maddi âlemin özündeki atomsal faaliyete ve daha derindeki frekanssal titreşimlere yapılan bir göndermeyi bile bulabiliriz.)

“Rahman arşın üstünde istiva etmiştir.” (20/5)  (Arşın üstü derken bildiğimiz evrenin dışı değil, evrenin yani maddi alemin özsel boyutta dayandığı madde ötesi mana aleminin de özü kastedilir. Ancak arşı, yukarı, tepe, göklerin üstü olarak algıladığımız içindir ki göklerdeki tanrı kavramına eğilim gösterilir.)

 

 

“Emr'i, semâ'dan ardına (semâi ilel ardı) nazil olarak tedbir eder. Size göre bin sene süren, ancak, O'nun indinde bir gün olan bir vakitte, her şey tekrar, O'na rücû eder.” (32/5)

“Semaların ve ardının (semâvâti vel ard) kilitleri, O'nun dur ..” (42/12)

“Rızkınız da, tehdit edildiğiniz şey de, semâdadır.” (51/22) 

                                 Bu noktada, çok önemli diyerek şunu da belirtelim: Yukarıdaki çoğu ayette Arapçalarını da verdiğimiz üzere, sema ve ard kelimeleri geçer. Türkçe tercümelerde bu, sema ve arz olarak çevrilir. Bazı ayetlerde ise Arapça olarak da ‘sema ve arz’ aynen geçmektedir (örneğin yukarıda ilk verdiğimiz 15/85 ayeti). Orijinal Arapça metinde sema ile birlikte bazen arz bazen ard denmesi, ard ile arz kelimelerinin aynı olmadığını gösterir. Ancak biz Türkçe çevirilerde orjinali ard da olsa arz da olsa, arz (yer) diye çevirmişizdir. Oysa ard kelimesi, Arapça kelimelerin derin geçmişi ve zengin kök anlamları yorumlandığında bildiğimiz anlamda ardı, arkası, devamı anlamına da alınabilir. Bu durumda ayetler, semalar ve ardı, semalar ve arkası, sonrası anlamını verir. Yani maddi âlemin latif-süptil katmanları olan frekanssal, enerjisel tabakalar ve onlardan bir sonraki kaba boyutu olan maddi düzlem kastedilmektedir. Bu da, anlatmaya çalıştığımız deruni özsel tabakalar kavramını daha açık hale getirir.                                                                    

                                 Bizim bakışımıza göre madde önde; atomsal- frekanssal, enerjisel derinlik ard da iken, neden ayetlerde önce semalar sonra ardı denmektedir? Bu elbette ayetleri ileten Meleksel bilincin (Cebrail) mana âleminden varlığa bakmasından dolayıdır. Yani ayetler özsel boyutlardan kabuğa nüzul ettiği için böyledir. Zira ayetler bizzat Allah’tan südur eder. Sırasıyla Zat ve Esma âleminden, Mana ve efal alemine doğru bir gidişi gösterir. Bu durumda semalar önce, maddi-kaba âlem ya da semaların ardı veya arz sonra gelmektedir. Sema ve ard kelimelerini (arz değil) Ayet-el Kürsi’de ve daha birçok ayette de birlikte görürüz.

( Ya Hu Ve Adem - 15 - başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 18.01.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.