5-) Hiçlik ve İzafi Nefsin Terbiyesi

 

                                 Arapça’da ki Hu (O) kelimesi, varlığın özündeki bu boyutsal öteliğe işaret eder. ‘Hu’nun manası, çokluk görüntüsünün ardındaki özdeki teklik boyutudur. Noktanın var olduğu Ahadiyyet’e işaret eden isimdir. Cüzün özündeki tekliktir. O teklik boyutu, oluşumun kaynağı olarak her an birimlerdeki tasarrufu oluşturmaktadır.

                                Maddenin özüne yönelip “zoom”lama yaparsak, molekül- atom- elektron/proton- nötrino- kuark- kuanta boyutlarına inip düşünebildiğimiz her şeyi parçacık-

 

dalga boyutunda hissederiz. Bu yaptığımız boyutsal zoomlama veya miraçtır. Noktadaki nükteyi kavrayıştır. Daha derin bir zoomlama ile ise Hiç’liğe yani ‘Hu’nun bizim boyutumuzda algılanışına ulaşırız. Zira daha önce de bahsettiğimi gibi ‘Hu’, Allah’ın Hiçlik anlamını veren bir ismi olarak da düşünülür. Elbette bu Hiçlik, Allah’ın olmadığı değil, aksine mevcudatın olmadığı anlamına gelir. Zat boyutunda dediğimiz üzre ef’al âlemi oluşmuş değildir.

                               Öyleyse Zat boyutu yani ‘Hu’, efal âleminden ancak Hiçlik olarak müşahade edilebilir. O nedenle, müminin yüzü, varlığın aslı olan yokluğa dönüktür. Herhangi bir tanrıya inananın yüzü ise, var zannettiğine dönüktür. Ancak böylesi bir Hiçliği idrak, subjektif olup gerçek manada olamaz. Bildiğimizle, ‘olduğumuz’dan ötesine eremeyiz. Bu yüzden, Allah’ın zatı itibariyle üzerinde düşünülmesi bile muhaldir. Çünkü biz efal âleminin sınırları içinde olduğumuza göre zamansızlığı idrak edemeyiz. Bundan dolayıdır ki, Hz. Muhammed tarafından tefekkür âlimleri uyarılmışlardır: “Allah’ın Zât'ı üzerine tefekkür etmeyiniz”.

                               Aslında zaten hiçbir zat sırf zatlığı itibariyle düşünülemez. Örneğin kişiye “ben” derken kastettiği şey sorulsa, ister istemez çeşitli isim ve sıfatlarıyla kendini tarif eder. Ancak “ben” mefhumunu zat olarak anlatamaz, hatta idrak edemez. İşte bu durum Tasavvufta, zât mertebesinden sıfat mertebesine rücû etmektir. Dolayısıyla tüm zatların çıkış kaynağı olan Allah’ın zatı da ancak sıfat ve isimleriyle bilinir. Bagavad Gitta’da(22)  da:

 “Bilinç eksikliğinden, insanlar benim görünmez olan varlığımın bir biçim aldığını düşünürler. Benim doğumu ve ölümü aşan gerçek özümü algılamayı başaramazlar. Pek az kişi görüntüler dünyasının ötesine geçebilir. Yanılsama içerisindeki insanlar benim doğmamış ve değişmez olduğumu bilmezler. Ben geçmiş, şimdi ve gelecek hakkında her şeyi bilirim Arjuna; ama beni tam olarak bilen hiç kimse yoktur.” ve“Ey doğmamış ve ölmeyecek olan; seni yalnızca sen bilirsin ey Yüce Ruh.” denerek bu gerçeğe dikkat çekilir.

                              Tasavvufta da, Allah’ın bilinmekten münezzeh olan mertebesine ‘ama’ mertebesi denir. “O, gökler ve yer yaratılmazdan önce, ne altında ne de üstünde hava olan bir ama da idi.” hadisinde geçen ‘ama’ kelimesinin anlamı, yüksek ve ince buluttur. Bulut,hava içre olan bir şey olduğuna göre, Allah’ın zatının hava içre olmayan bir bulut olarak sembolize edilmesi, dikkat çekicidir.

                                  Amaiyet mertebesinde, Allah’ı sıfatlarıyla tanımlamadan, yalnız O’nun içyüzü olan gaybi hüviyetiyle bilmek doğru olur. Bu nedenle bu düşünüş, 1. gayb ya da 1. mertebedir.  Vahadiyet mertebesi ise 2. gayb ya da 2. mertebedir ki, burada eşyanın hakikat ve mahiyeti Ayan-ı sabite olarak bilinir. Yani Vahadiyet mertebesinde eşyaya bakarak eşyanın özündeki tekliğe gidiş vardır. Amaiyet mertebesinde ise yok hükmünde olan eşya düşünülmez bile. Söz konusu olan direk tekliği algılayıştır.

                                 

 

                                 Tasavvufta, Allah’ın perdeleri, kendi sıfatlarıdır.”denerek, daha Esma boyutunda Zat’ın perdelenmiş olduğu, dolayısıyla Esma aleminin mana aleminden yansıması olan efal aleminde Allah’ın zatının müşahadesinin zorluğu üzerinde durulur. Nitekim, Kut-ül kulüb kitabında Ebu Talib-i Mekki çok yerinde bir tesbiti şöyle ifade eder:

 Allah, zatı sıfat ile, sıfatı efal ile perdelemiştir.” Yine bir kutsi hadiste(29), “Allah, nur ve zulmetten çekilmiş 70 bin perde arkasındadır. Bunları açacak olsa yüzünün nurlarındaki şiddet, daha ilk bakışta kendisini görmeye meydan kalmadan ne varsa yakar” denir. Bunun anlamı, Cebrail’in “O sınırı aşarsam yanarım sözüyle anlattığı, bizim de yukarıdaki paragraflarda değindiğimiz, bilincin gerçek bilinci ancak kendi yokluğunda kavrayabileceğidir. Yok olan şey kavrayışı da gerçekleştiremeyeceği için, bilincin kesintiye uğraması, ancak varlığına döndüğünde bu kesinti halindeki hissi kavrayışı gerçeğidir.

                                   Özetle Allah’ın Zatı, sıfatlarıyla çevrelenmiştir. Zat, ilim sıfatıyla mana âlemini yani meleklerin âlemini oluşturmuştur. Kudret sıfatıyla bu mana âleminden enerji katmanlarını yaratmıştır. Enerji katmanları ve türevleri olan maddi katmanlar, efal âlemini oluşturmaktadır. Öyleyse varlık âlemi, gerçek varlıktan yok hükmünde varlıklara doğru şu şekilde kategorize edilebilir: Zaat, Esma, mana ve efal alemleri. Düşünebileceğimiz her şey, bu âlemlerden birine tekabül eder.

                                      İmam Rabbani(13), alemlerin vehim ve hayal üzre olup hiçlik temelinde kurulduğunu, Zat boyutundan bakıldığında yok hükmünde olduğunu şöyle ifade eder:

“Allah, yarattığı varlıkların vücutlarını yokluktan başka bir şey yapmadı. Tüm bunları, his ve vehim (algı) derecesinde yarattı. Alemin varlığı his ve vehim derecesinde olup, maddi derecede değildir. Gerçek manada dışarıda (dış dünyada) Yüce Zat'tan başkası yoktur. O mevhum daire, hayalde resmedilir. O resmedildiği mertebede de görülür. Ama hayal gözü ile. Fakat dışarıda baş gözü ile görüldüğü sanılır. Ne var ki durum öyle değildir. Dışarıda onun ne ismi vardır ne de izi. Evet böyle bir durum yoktur ki orada  görülsün. Aynaya yansıyan bir kişinin yüzü dahi, bu şekil üzeredir. Zira onun dışarıda bir sabitliği yoktur. Elbette onun sabitliği ve görüntüsü: Her ikisi birden hayaldedir. En iyi bilen Sübhan Allah'tır." (İmam Rabbani Hz. Mektupları, Cilt II, 470. Mektup, sf. 1432) 

Bu gerçeği Mevlana Cami, "Kainatta ne varsa hepsi vehim ve hayaldir. Ya aynalardaki akislerdir, ya da gölgeler gibidir" Fahrüddin-i Iraki “Görünüşte cihan var görünüyorsa da Vücud’un nuruyla imkanın karanlığı arasında bir çizgiden başka bir şey değildir.” diyerek dile getirmişlerdir.

                                  Her çeşit oluş, mümkünat âlemindendir. Olasılıklar evreninin bir dışa vurumudur. Varlığı da yokluğu da eşit derecede bir zorunluluğu gösterir. Mantık, herhangi bir insanın, bir ağacın ya da bir mikrobun bu âlemde mutlaka olması gereken bir varlık

 

olduğunu ileri süremez. Tek tek bu birimler,  ‘Olsa da olur, olmasa da olur’dur. Mutlak Zat ise olması zorunlu olandır. Çünkü bu mümkünat âleminin dayanarak olabileceği bir Salt varlığın gerekirliğidir. Mantık, sadece mümkünat âlemine, hatta hadiste dendiği gibi sadece bir zerreye bakarak bile, bu zorunluluğu ortaya koyar. O nedenle Allah Vacib-ül Vücut’tur. Olması zorunlu olan tek Varlıktır.

                                     Bildiğimiz bilmediğimiz tüm olası varlıklar ise, mümkinat alemindendir. Vücud’un nuruna dayanarak var oluştadırlar. Hiç olmamış ve ya olmayacak olmaları da olasıdır. Yoklukları varlıklarıyla birdir. Yarım varlıkları, ancak Vücud’un nuruyla, olabilme-olmama olasılıklarının, yani imkânın karanlığı arasında vardır. Kuantum fiziği de günümüzde, bu olasılıklar evreni üzerinde birçok deneysel ve teorik veriyi fizik dünyasına sunmaktadır. Ancak âlemlerin gözünden, yani mümkünat âlemindeki herhangi bir birimin bilincinde Zat, belirttiğimiz gibi, ancak Hiçlik olarak idrak edilebilir. Zira âlem içre olan göz, gerçekte yokluk olanı varlık olarak görmektedir. Ve aslen yok olan varlıklara kendisi de dahil olduğundan, aslen Var Olan Mutlak Varlığı, ancak Yokluk diye bilebilir.

                                      Mevlana’nın satırlarıyla, bu gerçeği şöyle ifade edebiliriz:

 “Güzeller hep aynaya bakar. Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. Ey Hak aşığı! Eğer ahmak değilsen, Hakkın huzuruna yokluk götür. Eğer anadan doğma kör değilsen, yokluğu gör. Gör de bil ki, yoklukta güneşler var. Bil ki Allah, ölüden diri çıkarır. İbadet edenlerin, kulluk edenlerin ümidi yokluktadır. Ekilen tohum yokluktan biter, başak verir. Bundaki manayı biliyor ve duyuyorsan, düşün, anla. Sen de her an yokluktan anlayış, zevk, esenlikler, huzur, iyilikler, nimetler beklemektesin. Yokluk, Hak’kın sanatının hazinesidir. Her an ondan ihsanlar, keremler gelip durmaktadır. Allah yok olanı, yüce ve ihtişamlı bir var olarak gösterdi. Var olanı da yok şeklinde belirtti. Denizi örttü de, köpükleri meydana çıkardı. Rüzgarı gizledi de, sana onun kaldırdığı tozu gösterdi. Toprak, nasıl olur da kendiliğinden yükseklere çıkar?”

                                 İbn-i Sina da, “Bütün yaratılmışların aslı yokluktur. Ve yokluktan var olmuşlardır. Özdeğin de tabiatı yokluk olduğundan, o ancak biçim nedeniyle vardır. Biçimin yok oluşu da, özdek sebebiyledir. Özdek, çorak bir yer olduğundan, biçimler, orada sürekli kalamazlar. Çünkü söz ettiğimiz gibi, yokluk, özdeğin doğasıdır.”diyerek alemin yokluğunu anlatır. Taoizmde bu hal, “Gökkubbenin altındaki her şey varlıktan doğar/ Varlıksa Hiçlikten” “En dolu kap boş gibidir/ Kullanmakla bitiremezsin” cümlelerine yansımıştır. Halil Cibran(21)  da şöyle demektedir: “Yılan tarla kuşuna dedi ki: “Sen uçabiliyorsun ama, hayatın özünün mutlak sessizlikte kıpırdandığı dünyanın boşluklarına gidemezsin.”

                             

 

                                 Kur’an’da :

"Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız" (50/16)

denerek, Allah’ın kula yakınlığının maddi bir yakınlık olmadığı söylenir. Çünkü bir insan kendi bedeninin maddeden oluştuğunu zannettiğinde, hiçbir şey kendisine şahdamarından daha yakın olamaz. Oysa maddenin özündeki Hiçliği bildiğinde, Allah kendisini çepeçevre kuşatmıştır ve ona ‘sonsuz yakin’dir:

“Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakinim...” (2/186)

"Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır"(17/60)

"Hele can boğaza gelip dayandığında, ki o sırada siz (sadece) bakıp durursunuz, Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz." (56/83-85).

                                   Allah ilmiyle, bir gölge varlık olan insanı ve diğer her şeyi kuşatmıştır:

"Sizin ilahınız yalnızca Allah'tır ki, O'nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır." (20/98)

“Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, her şeyi sarıp-kuşatandır.” (41/54)

“Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, her şeyi kuşatandır.” (4/126)

                                Allah'ın Muhit sıfatı "Her şeyi kuşatan" anlamındadır. Ancak bu kuşatma, belirttiğimiz üzre, özsel boyuttan yani maddenin Hiçlik boyutundandır. Taoizm’de dendiği gibi:  “Hiçlik en sıkışık odada bile yer bulur/ Sadece hiçlik, boşluk olmayan yere sığar/ Hiçbir şey söylememeden çıkarılan derse,/ Hiçbir şey yapmamanın etkisine,/ Hiçbir şey denk olamaz.”

                                   Hiçliğin en sıkışık odada bile yer bulması anlaşılmadan, maddi alemi içten ve dıştan kuşatmaktan söz edilemez. Çünkü bir maddeyi dıştan kuşatan bir madde ya da maddenin herhangi bir türevi, (örneğin enerji,) ancak kendisi de dıştan kuşatılabildiğinde ve bu kuşatma sonsuz zincir halinde tekrarlandığında(veya kuşatan madde veya enerji, sonsuz boyutlarda bir uzama sahip olduğunda,) ilk maddeyi kuşatıyor demektir. Bu ise evrenin maddi veya enerjik yönü itibariyle sonsuz uzama sahip olan bir mekân olduğunu kabülle mümkün olabilir.    Benzer şekilde maddenin içten kuşatılması demek, maddenin özünün yine sonsuza açılması durumunda olabilecek bir şeydir. Maddi kıyaslamayla derininde derinine, küçüğün de küçüğüne veya dışın da dışına, büyüğün de büyüğüne, sonsuza kadar gidilmek zorundadır. Ancak bu sonsuza gidiş, mekânsal ve zamansal ölçekte anlamsızdır.

 

Karşımıza çıkan sonsuzluk, matematikteki bazı limit durumların belirsizliği gibi, olmaması gereken bir şey demektir. Aklın, bu anlamsızlıktan kurtulma zorunluluğu vardır. Bu durumda maddesel ölçekte karşımıza çıkan sonsuzluk fikrimizin, mekânın ve zamanın ötesinde bir boyuta açılması zorunluluğunu getirir. Böyle bir boyut bizim için, yani zaman ve mekân kaydından bakıldığında, ya sonsuz kere sonsuza gidilen veya sonsuz mekâna sahip olan bir anlamsız durum, ya da madde ve türevlerinin, zamanın olmadığı bir Hiçlik olarak algılanacaktır.

                                 Allah her şeyi kuşattığı için, insanların yaşadığı her şeyi de en iyi bilendir. Fakat yine Allah insanların tattığı duyguları tatmaktan uzaktır. Bu nedenle Allah'ın diğer sıfatlarından ikisi de Kuddüs ve Müteali’dir. Kuddüs hatadan, gafletten, acizlikten ve her türlü eksiklikten çok uzak, pek temiz’ , Müteali de ‘yaratılmışlar hakkında aklın mümkün gördüğü her şeyden her hal ve tavırdan pek yüce’ anlamlarına gelir.

 

                                 Allah'ın her yeri ve her şeyi kuşatması, O’nun bilinçten uzak, şuursuz bir yaratıcı olamayacağını kabul edenlerce; her şeyin gizlisini yani gaybını da bildiği anlamına gelir. Çünkü Allah, zati olarak zaten gaybidir. Ve bu biliş, maddi âlem verilerinin kıyaslanmasından oluşmuş bir biliş değil, özsel boyut itibariyle olan bir biliştir:

 

“Onlar bilmiyorlar mı ki, elbette Allah, onların gizli tuttuklarını da, fısıldaştıklarını da biliyor. Gerçekten Allah, gaybın bilgisine sahip olandır.” (9/78)

 

“Sözü açığa vursan da, (gizlesen de birdir). Çünkü şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilmektedir.” (20/7)

( Ya Hu Ve Adem -- 17 -- başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 19.01.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.