III.2. İslam alimlerinde evrim fikri

 

                           Bu konudaki bilgileri, ağırlıklı olarak, (10), (11) ve (12) kaynaklarından aktaracağız:

 

III.2.1) Cabir bin Hayyan (öl. 815): Cabir’e göre Allah ilk önce dört unsuru yani hava, su, ateş ve toprağı yarattı. Sonra da onlardan maden, bitki, hayvan ve insan varlıklarının oluşumunu ve üremesini irade etti. Temelde ilahi yaratma fikrini kabul eden Cabir, bazı bitki ve hayvan türlerinin, hatta ilk insanın, kendiliğinden vucut bulduğunu da kabul eder.  Cabir, kendiliğinden oluşu, suni oluşumu ve ilahi yaratma fikirlerini, farklı terimlerle açıklamaktaydı. Bazı bitki ve hayvan türlerinin, hatta ilk insanın, kendiliğinden vucut bulduğunu kabul etmekten öte, minerallerin, bitkilerin, hayvanların ve insanların suni olarak laboratuarda üretilebileceğini bile iddia etmekteydi. Cabir İbn-i Hayyan’a kimya biliminin kurucusu diyebiliriz. Bilimsel görüşü, doğada hayvandan insana bir yükseliş olduğu şeklinde özetlenebilir. "Bu gelişme, en aşağıdan başlayarak maymun ve şebek gibi hayvanlardan geçip insana kadar yükselmiştir. İnsanın en aşağısı işte bu hayvanlardan başlamıştır" demiştir. (13)


III.2.2) Nazzam (öl. 845): Şair, düşünür, edebiyatçı, kelamcı ve filozoftu. Nazzam bir nevi kozmolojik evrim diyebileceğimiz bir teori savunmaktadır. Evrim firini kabul etmemesine rağmen, tür içindeki evrimi kabul etmesi ve ilginç bazı felsefi çıkarımları nedeniyle üzerinde kısaca duracağımız bir düşünürdür. Nazzam’ın, Kur’an’daki bazı ayetlere dayanarak kumun, buruz ve tecdid kavramlarıyla izah ettiği kozmolojik yaratıcı tekamül görüşü şöyle özetlenebilir:

                      Yaratılış, Allah’ın doğrudan doğruya bütün canlı ve cansız varlık türlerini, kendi içinden çıkaracak şekilde bir anda var etmesidir. Bütün varlıklar bu ilk varlık çekirdeğinde potansiyel kuvvet halinde gizliydi (kumun). İlk çekirdekte potansiyel kuvvet olarak gizlenen varlığın kozmik özü zamanla açığa çıkmakta, bariz olmaktadır (buruz). Bu açığa çıkış veya bariz oluş, evrenin, birbiri ardı sıra, madde (fizik), yeryüzü (jeoloji), gökyüzü (astronomi), hayat (biyoloji), şuur (psikoloji) hareketleri halinde varlık sahnesine çıkmasıdır. Ortaya çıkan canlı ve cansız türler varlık sahnesine çıkarken aralarında irtibatlar bulunmasına rağmen bağımsız olarak varolmaktadırlar. Her bir tür kumun halindeki bağımsızlığını buruz halinde de korumaktadır. Türler birbirine dönüşmemektedir. Türler ilk kozmik özden zamanla ayrı ayrı çıkmaktadır. İnsan vucudu ilk embriyodan sürekli hücre bölünmeleri halinde birbirinin içinden çıkarak oluştuğu gibi, evren de, kumun halindeki ilk özden sürekli yeni canlı ve cansız türleri çıkartarak oluşmaktadır. Her bir ana tür bir başka ana türe dönüşmemekte, aynı kökden yeni ana türler birbiri ardınca çıkmaktadır. Ortaya çıkan ana türler kaybolmaksızın, özünü ve türlüğünü de kaybetmeksizin, başka bir türe de dönüşmeksizin sürekli yenilenmektedir (tecdid). Bu yenilenmeler atmosfer/çevre şartlarının etkisiyle olmakta, bu sebeple farklı insan ırkları ortaya çıkmaktadır. Allah, varoluş süreçlerini, yaratıcı tekamül halinde böyle irade etmiştir.

 

III.2.3) Cahiz (öl. 869): Kelamcı, edebiyatçı, antropolog ve zoolog. Cahiz, Kitabu’l-Hayavan adlı kitabında biyolojik evrimi açıkca savunmuştur. Ona göre evrenin yaratılışını başlatan Allah, aynı zamanda onu evrimleşme yoluyla teşekkül edici, hem de türleri devamlı evrimleştirici kılmıştır. Bu bakımdan evrimin gerçek sebebi Allah’tır. O, yaratılışı yaratıcı tekamül süreci olarak irade etmiştir. Türler kendi içlerinde taşıdıkları potansiyel kuvvet sebebiyle evrimleşmektedirler. Bu potansiyel kuvvet onlara Allah tarafından konulmuştur. Türlerin içindeki potansiyel kuvvet, fiziksel çevre, iklim şartları, hayat mücadelesi ve doğal seçilimin etkisiyle ortaya çıkmakta, yaratıcı tekamül birbiri ardı sıra türleri ortaya çıkarmaktadır. Cahiz, hocası Nazzam’ın kumun ve buruz teorisi olarak bilinen fikirlerini benimser görünmektedir. O, Nazzam gibi, ilk yaratılışın, Allah’ın hür iradesiyle yarattığı bir çekirdek varlıkla başladığını kabul etmektedir. Fakat çekirdek varlıktan varlıkların nasıl türediklerinin izahı konusunda hocasından ayrılır. Cahiz tüm evrenin bütün olarak nasıl oluştuğunu izahtan ziyade, canlıların oluşumu ve aktüel evrimleri üzerinde durmaktaydı.

 

III.2.4) Biruni (öl. 1061): Büyük İslam filozofu. Jeo-kimyasal ve jeo-biyolojik evrim diyebileceğimiz bir görüşü savunmaktaydı. Biruni’ye göre evrenin oluşum ve gelişimi, Allah’ın öyle irade etmesi sonucunda jeo-kimyasal ve biyolojik bir evrimin sonucudur. Allah’ın ezeli planına göre evren, genel jeo-kimyasal evrimler geçirmektedir. Bu esnada, uygun şartlar oluştuğunda madenler ve canlı türler birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmaktadır. Her bir jeo-kimyasal zaman kendi türlerini ortaya çıkarmaktadır. Biruni ile birlikte İslam düşüncesindeki yaratıcı tekamül veya evrimci yaratılış teorisinin zirveye çıktığını görüyoruz. Ancak belli bir noktada Buruni, Cahiz’den ayrılarak Nazzam’ın görüşlerine katılır; yani türlerin birbirinden türemediğini kabul eder. Biruni’yi göre jeo-kimyasal evrim evrende meydana gelen yeryüzü (jeoloji), gökyüzü (astronomi), fizik (madde), mineraller (kimya), hayat (biyoloji) hareketlerinin (ekoloji) tümüdür. Evrenin yaratılışından bu yana meydana gelen tüm bu ekolojik değişim zamanları her defasında kendi canlı türlerini doğurmuştur. Türler birbirine dönüşmemiş, ekolojik denge değişikliklerine paralel bir şekilde birbiri ardınca bağımsız olarak tabiatın bağrından çıkmıştır. Bu, Hind-Budist felsefede olduğu gibi devri daim şeklinde (karma) değil, birbirini takip eden bir süreklilik içinde olmuştur, olmaya da devam etmektedir.



III.2.5) İbni Miskeveyh (öl. 1030): Ona göre varlığın hiyerarşik mertebelenişi, ana hatlarıyla en aşağıdan başlamak üzere inorganik cisimler, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve melekler şeklindedir. Dolayısıyla basitten karmaşığa, inorganik olandan organizmaya, fiziki olandan metafizik olana doğru yükselen hiyerarşik bir yapı söz konusudur. Her mertebe ayrıca kendi içinde çok sayıda katmanlara ayrılmaktadır. Miskeveyh, psikolojik evrim diyebileceğimiz bir görüşü savunmaktaydı. Mesela hayvanlar mertebesi, kendi içinde en basit türlerden yükselen katmanlar halinde bir hiyararşi oluştururlar. Hayvanların en yüksek katmanı maymunlardır. Maymunlar mertebesinin bittiği yerden itibaren insan katmanı başlar. İnsan katmanının bittiği yerden itibaren de meleklerin katmanı başlar. Ancak insan diğer mertebelerden farklı olarak kendi içinde bir bütünlük arzeden bir küçük alemdir. Bedeni ve ruhi yapısı tıpkı kainatta varolan gibi bir yapı arzeder; bu küçük alemdeki beşeri güçler kozmik mertebeler gibi bitişme ve ilerleme ilişkisi içindedirler. Türler arasındaki sınırları belirleyen ana etken, türlerin birbiri içinden çıkması anlamında değil, ilahi hikmete uygun olarak varlık hiyerarşisinde öyle sıralanmış olmasından kaynaklanan bir evrim sürecidir.

III.2.6) İbn-i Sina (öl. 1037): Canlı sorununa, gözleme dayalı bir ruhbilim anlayışıyla çözüm arayan İbni Sina'ya göre dirilik bir bileşimdir. Doğal organların, göksel güçler yardımıyla birleşmesinden canlılar ortaya çıkar. Bu olay da, belli aşamalara uygun olarak gerçekleşir. İlk ortaya çıkan canlı bitkidir. Bitkide tohumla üreme, beslenme ve büyüme güçleri vardır. İkinci aşamada ortaya çıkan hayvanda ise, kendi kendine devinme ve algı güçleri bulunur. Devinme gücünden isteme ve öfke doğar. Algı gücü de, iç ve dış algı olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan özü doğal evrim sürecinde en üst düzeyde gerçekleşmis bir oluşumdur, bu nedenle, öteki varlıklardan ayrılır. İnsanda dış algı duyumlarla, iç algı da, beynin ön boşluğunda bulunan ortak duyu ile saglanır. Duyularla alınan izlenimler bu ortak duyu ile beyne gider. Beynin ön boşluğunun sonunda, tasarlama yetisi bulunur. Bu yeti duyu izlenimlerini sağlamaya yarar. İnsan için en önemli olan düşünen öz, yapıcı ve bilici güçlerle donatılmıştır. Yapıcı güç (us) gerekli ve özel eylemler için gövdeyi uyarır. Bilici güç ise, yapıcı gücü yönlendirir. Özdekten ayrılan tümel biçimlerin izlerini alır. Bu biçimler soyutsa onları kavrar, değilse soyutlayarak kavrar. İnsanda iyiyi kötüden, yararlıyı yararsızdan ayıran yapıcı güçtür, bu nedenle bir istenç niteliğindedir.

 

III.2.7) İbni Tufeyl (öl.1185) ve İbni Nefis (öl.1288): Aynı adlı romanları Hay bin Yakzan (ki İbni Sina bu romanlara bir şerh (açıklama) de yazmıştır) insanın menşei hakkında tabiatçı bir teoriyi savumaktaydı. Her iki romanda da tabiatın çoçuğu olarak, annesiz-babasız, toprak ve çamurdan kimyevi/biyolojik tepkimelerle canlı haline gelen Hay bin Yakzan aslında Adem’in yani insanlığın yaratılışını anlatmaktadır. Ancak tabiatçı tekamül/evrim düşüncesi İslam düşünce tarihinde fazla rağbet görmemiş, genel olarak İslam dünyasında Yeni-Eflatuncu/Hristiyan etkisiyle cennetten kovulma ve yeryüzüne düşme görüşüne inanılmıştır. Roman diliyle ortaya konan bu görüşlere göre ilk yaratılış şöyle olmuştur:

 

                        Hayy bin Yakzan (Diri oğlu uyanık demektir, Hz. Adem kastedilir) Hind Okyanusu’nda ıssız bir adada, annesiz-babasız, toprağın çamur halinde mayalanması neticesinde canlı haline geldi. Bu oluşum kısa sürede değil aradan epey zamanların geçmesiyle gerçekleşti. Yavrusunu kaybetmiş olan bir ceylan Hayy’ı büyütüp hayvanlarla rekabet edecek hale gelinceye kadar emzirdi. Hayy, her ne kadar hayvanlarla birada yaşasa da kısa sürede derisinin çıplak olduğunu ve hayvanlara mahsus tabii savunma vasıtalarından mahrum bulunduğunu farketti. Yedi yaşına geldiğinde kendisini korumak için vucudunu yapraklarla ve hayvan derileriyle örtmeye başladı. Sonunda onu emziren ceylan öldü. Bu olay Hayy’ı çok üzdü ve ölümün sırrı üzerine düşünmeye başladı. Ceylanın cansız bedeni üzerine uzun süre düşündü ve sonunda ölümün sebebinin bedeni terkeden bir güç (ruh) olduğuna karar verdi. Çünkü ceylan’ın bedeni olduğu gibi durmakta fakat canlılığı sağlayan güçten yoksun olduğu için hareket edememekteydi. Böylece Hayy hayatı keşfetti (Ki Hay, Allah’ın Mutlak hayat sahibi anlamına gelen ve tüm canlılarda tecelli eden ismidir).

 

III.2.8) Muhyiddin-i Arabi (öl. 1240): İbni Arabi, “İnsanın atası olan Adem’in altıbin sene evvel halkolunduğunu söylerlerler” der; ve Mekkeyi tavaf ederken gördüğü ruhani bir zatın kırk bin sene önce vefat etmiş bir Adem olduğunu ekleyerek şöyle devam eder: “Bil ki; insanın ilk atası olan Adem’den evvel yüzbin Adem gelip geçmiştir.” Bu hikayenin önemi, Muhyiddin-i Arabi'nin o dönemde eski ve yeni Ahit’e dayanarak müslümanlarca da genel kabul görmüş olan 6000 yıllık Adem efsanesine inanmadığını göstermesi ve Adem'den öncede insanın bir geçmiş evrimi olduğunu ifade etmeye çalışmasından kaynaklanır. “Yüz bin Ademin yaratılmış olduğundan” bahseden hadisler de vardır. Endülüs’lü İbnü Hazım (öl. 1063)  da, Fisal adlı eserinde, insanın dünyaya yayılış macerasının başlangıcınına dair kesin dini bir sayı olmadığını, yüzbinlerle sene öncesine ulaşabileceğini, ama bununla beraber, ne ezeli ne de ani olmadığını söylemiştir. Taberi (öl. 923) tefsirinde de “Adem buz dağından indi” diye rivayet vardır. Bu ifadeyi, medeniyet buzul çağından sonra kurulmuştur, diye okuyabiliriz.

 

III.2.9) Mevlana Celaleddin Rumi (öl. 1273): Mevlana mesnevisinde şöyle der: "Tekrar ve tekrar çim gibi büyüdüm,/ Yediyüzyetmiş kalıp yaşadım./ Mineralken ölüp bitki oldum,/ Ve bitkiyken ölüp hayvan oldum./ Hayvanken ölüp insan oldum./ Öyleyken ölüp yokolmaktan neden korkulsun ki?/ Gelecek defa öldüğümde / Melekler gibi kanatlar ve tüyler çıkaracağım:/ Meleklerden daha yükseğe süzüldükten sonra/ Ne gelir tasavvur edemezsin./ İste ben o olacağım." Bahaeddin Sağlam (1960-), “Mesnevi’de “ İnsanlık hayvanlıktan terakki ederek Adem oldu” denir.” diyor. Mevlana, ölümüne doğru, yukardaki şiiriyle uyumlu olarak, şu sözü de söylemiştir: “Maden idim, bitki oldum; bitki idim, hayvan oldum; hayvan idim, insan oldum; insanım ölüyorum, ölmekle tekamül ediyorum niye üzüleyim.”


III.2.10) İbni Haldun (öl. 1406):
İbni Haldun meşhur Mukaddimesinde açıkça “Hurma ve üzüm ağacı sedef ve salyangoza, maymun insana, insan meleğe insilah edebilir” demektedir. Buradaki insilah kelimesi daha iyiye geçme, tekamül, dönüşüm, reform, değişim vb. anlamlara gelmektedir. Ibn-i Haldun önce toplumsal evrimi yakalar. Bu konudaki goruslerini şöyle belirtmektedir: “Tarih bilimiyle uğraşanları yanıltan, ulusların hal ve durumlarının, günlerin ve yüzyılların geçmesiyle değişmekte olduğunu unutmaktır. Bu değişme, yüce Tanrı'nın bütün varlıklar için koyduğu bir yasadır.” İbn-i Haldun daha sonra canlıların evrimini yakalayarak ortacağ karanlığından günümüze parıldamakta ve çağını aştığını birkez daha kanıtlamaktadır:

 

“Biz varlıkları birbirlerine bağlı olarak görüyor ve varlıkların birinden ötekine geçişini, yetkin bir düzen içinde izliyoruz. Maddelerden her biri, aşağıdan yukarıya doğru yükseldiği zaman, kendisine yakın olan maddenin biçim ve kalıbına girmektedir. Yukarıya doğru yükselen madde, kendisinden aşağıda olan maddeden daha hafiftir. Bu hal yıldızlar alemine çıkıncaya kadar sürer. Varlıklara bak, varlıkların maddelerden başlayarak yavaş yavaş ve tabaka tabaka biçimlenmiş olduğunu görürsün. Maden, bitki ve hayvanların ana maddeleri ortaktır. Maddenin en yükseği en aşağısına bitişiktir. Örneğin, tohumsuz yetişen maden tohumsuz türeyen sebzelerle, hurma ve üzüm gibi bitkiler inci sedefiyle kabuklu sümüklü böcek gibi hayvanlara yakındır ve onların biçim ve kalıplarına girebilecek durumdadır."(14)


                         İbni Haldun, bir anlık (tafra, mutasyon) için de olsa insanların fiilen melek haline gelebileceklerini göstermek, dolayısıyla nübüvvet ve vahiy meselesini izah etmek için evrim (tekamül, insilah) konusuna girer. İbni Haldun, Mukaddime’de Farabi (öl.950) ve İbni Sina’nın nübüvvet teorisini, Cahiz, İbni Miskeveyh ve İhvan-ı Safa’nın (temiz kardeşler anlamına gelen 10.yy da ortaya çıkan, ansiklopedik eserler veren, islami-felsefi bir hareket) evrim/tekamül düşünceleriyle bağdaştırmıştır. Burada İbni Haldun’un asıl amacı canlılardaki evrimi izah etmekten ziyade peygamberin gaybtan aldığı bilgi türüne açıklık getirerek temellendirmektir. İbni Haldun
Peygamberler bu haletten ayrılıp beşeriyetlerine döndüğü zaman ilimlerindeki vuzuh ve sarahat onlardan ayrılmaz derken bu dönüşümü bir anlık sıçrama (tafra) olarak anlamaktadır. İbni Haldun’un şu cümlelerinde, açıkca bildiğimiz evrimin savunulduğunu ileri sürebiliriz: “Bitkilerin en yüksek cinsi, hayvanların aşağı olan cinsine yakındır. Bu aşağı tabakadan türeyerek hayvanın nevi ve cinsi çoğalmış, tedrici bir surette fikir ve düşünce sahibi olan insanın teşekkülüne kadar yükselmiştir. İşte burda hayvanlardan insanın ilk çıkışı, yani insanın en aşağı derecesi başlamıştır.”

 

III.2.11) Erzurumlu İbrahim Hakkı (öl. 1780): İbrahim Hakkı, meşhur eseri Marifetname’nin çeşitli yerlerinde, evrensel evrimle ilgili, bir araya topladığımız şu bazı görüşleri söyler ki, bu konuda benzer birçok görüşleri vardır:

 

“Allah'ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört unsur (ateş, hava, su ve toprak), birbirlerine karışır ve birleşir. Bu karışım ve birleşmeden önce madenler meydana gelir. Bundan da bitkiler, maden ve bitkilerin birleşmesinden de hayvanlar meydana gelir ve hayvan soyu kemalini, en uygun şeklini bulunca insan hasıl olur. Bitki ile hayvan arasındaki madde hurma ağacıdır. Çünkü bu ağaç bitki iken hayvan gibi erkeğine yaklaşmadıkça (birleşmedikçe) hurma olmaz ve ağacın başını kesseler hemen kurur. Ne yaprak kalır ne de ağaç. Hayvanla insan arasında da ortam varlıkların en belirlisi maymundur. Çünkü bütün organları (kıl ve kuyruktan başka) dışı ve içi insana benzer. Yani şerefli vücudun yükseliş başlangıcı madenler olmuştur ki, onların başlangıcı kaygan çamurdur. Sonra ondan taşlar mertebesine yükselmiştir. Ta iş ve surette insana benzeyen nesnas ve maymun mertebesini bulmuştur. O mertebeden dahi yükselip insan suretine gelmiştir. Aracıların varlığının hikmeti şudur ki, her biri kendi mertebesinin aşağısından en yükseğine vasıl olup (ulaşıp), varlıklar mertebesi bir düzenle sıralanıp insan mertebesinde son bulur. Gaye, devr-ü zemânın tetimmesi (zamanın tamamlanması), cihanın özü olan insanın meydana gelmesidir.

Dört varlığın (maden, bitki, hayvan ve insan) her biri, kendi mertebesinin en aşağısından başlar ve sonunda en son şekline ulaşır. Varlıkların derece ve mertebeleri bu zincireleme içinde düzenlenmiş ve insan mertebesinde son bulmuştur. İşte dönen(devreden) akıp giden zamanın en son ve mükemmel varlığı, Cihan zerrelerinin özeti insan vücududur. Yedi gezegenin (feleğin) dört ana unsurun (ateş, hava, su, toprak) ve üç birleşik cismin (maden, bitki, hayvan) özetlerinin sonucu insan bedenidir. Belki her iki cihanın varoluşunun gayesi hazreti insandır. Bu felekler, unsurlar ve üç birleşik cisim, hep onun kabuğu içi ve kabıdır ve o (insan) hepsinin beyni, dimağı ve sözcüsüdür. Bütün eşya ve varlıklar insana hizmet eder, onun emrindedir. İnsan, bütün varlıkların en üsütünüdür, azizdir, eşreftir, muhteremdir. Çünkü o, bütün varlıkların en güzeli ve en bilicisidir.

İşte bu şerefli vücudun başlangıcı madenlerdir ki, onlarında başlangıcı yapışkan çamurdur. Ondan sonra bu da taş mertebesine yükselir. Bundan da süzülmüş halindeki cevher mertebesine erişi ki bunlarda demir, bakır, kalay, gümüş ve altın gibi madenlerdir. Bundan sonra la’la, yakut ve zümrüt gibi cevherler mertebesine yükselir, taki mercan şekline girip bundan bitki zerreleri, izlenimleri bitmeye, yeşermeye başlar. Sonra o mertebeden de yükselerek tohumsuz bitki mertebesine varır. Bundan da tohumla biten bitkiler mertebesine, ondan da ağaçlar şekline girer ve sonunda hurma ağacı olur. Hurma mertebesinden de hayvan mertebesine yükselir ve nice yıllar bu mertebede yaşar. Ta ki hareketlerinde ve suretinde insana benzeyen nesnas ve maymun mertebesi şeklini alır. Sonra bu meretebeden de yükselerek insan suretine girer. Sonra o insan ki kemal mertebelerinin suret ve siretlerinde (tuttukları manevi yolda) ilerleyerek insan-ı kamil meretebesine varır ve ilahi ahlakla bezenip ahlaklanır ve o kemal marifetini kazanıp külli akla erişir. İşte bu mertebede vücut dairesi tamamlanmış ve sonuçlanmıştır. Çünkü külli (genel) vücudun devredişi (şekilden şekile girişi) bitmiş ve bu akıcı vücud, bir daire şekilnde resim olunmuştur. Bunun başlangıcı ilk akıl, sonu da insan-ı kamil olmuştur. Yani vücut dairenin başlangıcına gelip insan-ı kamil ile birleşerek tamamlanır. Fakat ilahi fayız bütün varlıklara yayılmıştır. Bütün varlıklar da o tarafa yönelmiş, ona bakmaktadır. Yalnız her varlık kabiliyet ve yetisi kadar ilahi fayızdan payını alır. Çünkü akıcı vücut olan ilahi fayız, türlü görüntülerle varlıklarda belirir ve birçok mertebelerde kendini gösterir. Her varlığı kendi rengiyle boyamış ve o varlığa gereğine uygun şekilde ışık vermiştir ve tek vücut iken çeşitli, türlü vücutlar şeklinede belirmiştir ve her şeyin, her varlığın bir ismi vardır ki o isim ona Rab olmuştur. Kendi rabbına, sıfatına nefsinin terbiyesine bağlı kalan kimse Cenab-ı Hak’kı unutur. Yalnız kendini beğenen olur. Bütün zamanlarında insanlarla didişir, boğuşur, kendini inkar ederek ateşe salar ve yalnız işlerini başarma tedbirlerini düşünüp almak kaygısıyla üzüntüler denizine dalar ve gömülür. Kendi sıfatından, nefsinin terbiyesinden çıkıp Cenab-ı Hak’kın terbiye dairesi içine giren kimse ise tabiat hapisanesinden kurtulmuş, ruhların bulunduğu boşluğa (fezaya) yükselmiş olur. Bu durumda olan insan, nefsinin putunu kırmış, Allah’ın tapıcısı (abidi) olmuştur. Bütün zamanlarını insanlarla kardeşlik ve barış içinde ve onlara iyilik yapmakla geçirir. İşlerini Allah’a havale ederek her üzüntüden kurtulur ve ebedi (sonsuz) saadeti bulur. Çünkü insan-ı Kamil, Külli akla vasıl olmuş, ermiş ve dönüşünü tamalayıp her muradı , her dileği oluvermiştir.”(15)

 

                            İbrahim Hakkı’da, örneklerini verdiğimiz evrim görüşü o kadar baskındır ki, onun Darwin’den 100 sene önce evrim teorisini kurmuş olduğunu söyleyenler dahi vardır. Ancak bu görüşler, İbrahim Hakkı’nın düşünceleri, bilimsel gözlem ve metodlarla desteklenmediği için, ancak çağdaşı olan bazı yabancı düşünürlerin düşünceleri gibi, hipotez olmaktan öte gidemeyeceğinden, doğru olmamakla birlikte, İbrahim Hakkı’nın evrim düşüncesine dikkat çekmesi konusunda ilginçtir. Bu tür görüşler için A. Adnan Adıvar (öl.1955) şöyle der: “Modern evrim kuramının İbrahim Hakkı’ya atfı, romantik milliyetçiliğin bazı aydınlarımızı sürüklediği yanlış bir düşünce sonucudur.”(16) Aynı şeyi Prof. Dr. Sevim Tekeli’de (1924-) söyler: “Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname’de, canlının oluşumu ve gelişim çizgisiyle ilgili olarak bilgi vermekten geri kalmamıştır. Ancak bazı yazarlarımızın iddia etmiş olduğu gibi, bu açıklamaları, evrim teorisi ya da evrim teorisinin ilk adımı olarak değerlendirmek çok yanlış olur”(17)


III.2.12) Elmalılı M. Hamdi Yazır (öl. 1942): Çağdaşımız diyebileceğimiz tefsircimiz Hamdi Yazır’ın görüşleri üzerinde çok durmuş olmamıza rağmen, evrimle ilgili şu ifadelerini de ekleyelim(3):

“Zoolojide başkalaşma ve tekâmül teorisini takip edenler vardır. Ve bu görüş felsefi bakımından esas itibariyle uygun, vahdet (birlik) kanununa ve terbiyeye de mutabıktır. Hayvanların aralarındaki büyük farklara rağmen, kendi türleri içinde bir olan bir evrim doğrudur ancak bir türün diğer bir türe dönüşmesini düşünmek, şahsi bir hüküm hatasını içermektedir. Biz daima göğsümüzü gere gere ve ilmi görüşten hiç ayrılmayarak deriz ki, asıl birlik davası doğrudur. Evvela bütün hayvanlar için bu tek asıl, maddedir. Basit unsurlardır. Daha açık olmak için, topraktır ve bu maddeden hayatın ortaya çıkışı, bir yapıcı nedene bağlıdır ki o eksiğe kemal versin. Ve mademki tabiatın çeşitlemelerini görüyoruz, demek ki tabiat, ilk yapıcı değil, nihayet ikinci derecede bir faildir. Eksikten, tabiatıyla bir tam çıkmaz. İnsanda tüm hayvanlardan farklı olarak bir Külli (tümel) ruh vardır. İnsan bir hayvandan doğsaydı, yine tabi olmayan bir harika olurdu. Şu halde aradaki gelişme silsilesi, tümüyle beraber tabii değil, gayrı tabidir (doğal olmayan) ve Allah’ın eseridir. Bununla birlikte, yeryüzünde insanlık türü ezeli ve ebedi olmayıp, sonradan ağır ağır meydana gelmiştir.”, “İnsan tohumu olan nüfte, tamamen meni demek değildir. “Kendisi dökülen meniden bir nüfte (sperma) değil miydi?” (75/37) ayeti gereğince, meniden bir parça olan ve bir menide çok miktarda bulunabilen ve meni tohumu (bezr-i manevi) denen bir hücreciktir. Ve bunun 29 sene önce zannedildiği gibi hayvanlara özgü bir hayat ile yaşayan bir huveyn (gözle görünemeyecek kadar küçük hayvancık) değil, bitkisel hayatta bir büzeyr (tohum taneciği) olduğu kabul ediliyor.”

 

                          Yazır, doğal seçimle ilgili de şunları söyler: “Istıfa, varlık düzenindeki yaratılış olayında Allah’ın koymuş olduğu bir Rab’lık kanunundan başka bir şey değildir. O’nun koymuş olduğu bir sünnet, yürürlükte tutup geçerli kıldığı kuraldır ki, varlık düzeni içinde olup biten bütün değişmeler ve gelişmeler, ancak bu kanunun hasıl ettiği fiil ve tesirler sayesinde olmaktadır. Istıfa kanununun Frenkçesi selleksiyondur. Madenlerde milyonlarca yılda meydana gelen ıstıfa, yani cevherleşme, bitkilerde bir iki nesil içinde ve çok daha hızlı biçimde oluyor. Üçüncü olarak bir başka özellikleriyle hayvanlar alemi geliyor. İlkel bitkilerle ilkel canlılar arasındaki fark bizim için ister bilinsin ister bilinmesin, bunların şimdiki durumları aralarındaki gelişmişlik farkı o kadar açıktır ki, hiç kimse bir çiçek ile bir kelebeği karıştırmaz, çiçeği dalından koparır, kelebeği de kovalamaya mecbur kalır. Ve bilir ki bitkisel hayat, kelebekte fazlasıyla vardır. Fakat kelebekteki hayat çiçekte yoktur. Çiçek kelebek haline gelebilmek için topraktan bir daha silkinmiş, daha mütekamil bir ıstıfaya mahzar olmuştur. Bu suretle bitkisel özellikler, hayvansal özelliklere eklenerek gelişmişlik düzeninde bir de hayvansal varlıklar zuhur etmiştir. Tabiatta hiçbir olayın bir önceki olayla eşit şartlarda ve aynen tekrar etmediğini, bu yüzden tam anlamıyla ve sanıldığı gibi hiçbir değişikliğe uğramadan sürüp giden bir tabiat davasının batıl olduğunu ilim ve tecrübe ortaya koymuş bulunmaktadır. Tabiat davasıyla her şeyi değişmez bir tekdüzeliğe bağlayıp, onunla mukayese ederek izah etmek, yaradılışta ayan beyan görünmekte olan fevkalade terakki ve tekamülü, değişme, gelişme ve ayrışmayı inkara veya durdurmaya kalkışmak doğru bir yol değildir. Aslında ıstıfanın iradeye bağlı olduğuna, ilim ve eğitimdeki önemine en büyük misal, tabiat üzerinde iradesiyle tasarrufta bulunma kabiliyetine doğuştan haiz olan insanoğlunun kendisidir. Onun daha ileri ve daha mükemmel bir ıstıfaya da aday olduğuna dikkat çekmek için, iyice düşünüldüğünde, Kur’an’da, beşerin ıstıfasından başlayıp insanoğlunun bütün varlık içinde en gelişmiş, en çok ıstıfaya uğramış bir tür olduğunu gösterir ayetler mevcuttur. Istıfasız varlık olamaz, çünkü varlığın zaman içinde sürüp gitmesi, aynen ve ebediyen böyle sürüp gideceği anlamına gelmez. Çünkü bu onun zatından gelen kalıcı bir özellik değildir, yeni yeni benzer olayların tekrarıdır. Zatında bakilik özelliği, varlığın değil, onu yaratan Halik’in sıfatıdır. Tabiat,

 

haddizatında değişmez bir zaruret değil, alışkanlığa bağlı bir zaruret ifade eder. Evet tabiatta değişme, seçilme, gelişme yok değildir. Fakat o seçimi ve gelişmeyi yapan tabiat değil, tabiatlar üzerinde hakim olan Yaratıcı’dır.”

 

                         Yazır’ın tefsirinden edindiğimiz bilgiye göre, İbnü Türkete’l-İsfahani, Füsus Şerhinde, sonradan İbrahim Hakkı’nın da görüşlerine dayanak olacak şu sözleri söyler: “Yeryüzünde ilk meydana gelen madenler, sonra bitkiler, sonra hayvanlardır. Allah bu mevcut şeylerin cinslerinden her sınıfının sonunu, takip edenin başlangıcı kıldı da madenlerin sonunu ve bitkilerin evvelini mantar, bitkilerin sonunu ve hayvanların evvelini hurma, hayvanların sonunu ve insanların evvelini maymun kıldı ki, birbirine ulanma birliği bozulmadan, değişmeden, aralanmadan, kesilmeden korunsun ve birbirine bağlansın.”

 

III.2.13) Süleyman Ateş (1933-): Çağdaş tefsircimiz Prof.Dr. Süleyman Ateş’in de, Hamdi Yazır gibi, görüşleri üzerinde çok durmuş olmamıza rağmen, evrimle ilgili şu ifadelerini de ekleyelim (4):

                         “Yüce Allah, alemi bir tekamül kanununa göre yaratmıştır. İnsanı vücuda getirmek için önce anorganik maddeleri yaratmış, bunları süze süze bitkileri meydana getirmiş, bitkileri de olgunlaştıra olgunlaştıra canlıları yaratmış, canlıları da geliştire geliştire Adem’i ortaya çıkarmıştır. Ayetlerin ifadesinden, insanın yaradılışının bir evrim geçirdiği anlaşılmaktadır. Yüce Allah, çamuru insan olma yoluna yöneltmiş, kala kala vasfı değişen bu çamurdan oluşan hücreler, süzüle süzüle çeşitli aşamalar geçirerek insan düzeyine ulaşmıştır.”, “Bilginlerin incelemelerine göre, bütün hayvanlarda, döllenen yumurta, döllenme safhasından, kemik teşekkülü zamanına kadar birbirine benzer. Ancak bu aşamadan sonra varlığı belirlenir, diğer yaratıklardan ayrı bir görünüm alır.”

 

III.2.14) Bahaeddin Sağlam (1960-): Son dönem İslami düşünürlerimizden Bahaeddin Sağlam’da, eserlerinde genel olarak şunları söyler(13):

“Aslı İbranice olan, İbranice’de ‘buğday rengi, toprak renkli yaratık’ demek olan Adem, aslında Ademiyet olarak, insanlık demektir. C.G.Jung’un (öl.1961) geliştirdiği bir bilinç altı psikolojisi terimi olarak dersek, Adem bir ‘arketip’tir*. İnsanlığın kollektif kişiliğidir. İlahi ve kültürel yapısıdır ki, Kur’an’a göre, “insan bunu ancak dil ve bilim ile elde etmiştir” ( Bakara, 30). Yani Adem’le ilgili dini literatür insanlık aleminin manevi, kolektif, ruhi şahsiyetiyle ilgilidir. Adem ismi Tevrat’ta bazen insanlığın tümünü ifade için bazen de insanlığın biyolojisi için kullanılır. Mütercimler bu farkı görünce, birincisinde ‘Adem’i küçük harfle, ikincisinde büyük harfle yazmışlardır. Kur’an’da bahsedilen Adem ruhani, metafizik ve kollektif bir şahsiyettir ki, hem peygamberdir hem de putperesttir. Çünkü insanlığın kollektif kişiliği hem peygamberliğe sahiptir hem de zaman zaman putperest olmuştur (Bkz, Kur’an, 7/189-190). Kur’an’da bizzat Adem için peygamber tabiri kullanılmaz. İnsanlığın yüzde doksan dokuzu yüzyirmidört bin peygamber, yüzyirmidört bin evliya ve yüze yakın medeniyet doğurmuştur. İşte “Adem” bu kollektif manada arketip peygamber olarak gözükür. Ehl-i Keşf ‘misal alemi’ ya da ‘gayb alemi’nde peygamber olan, sakalsız, her tür bilgiye ve dile vakıf, 60 zira boyunda misali bir Adem’den bahseder. Bu, aslında dini metinlerde bahsedilen Adem’in hakikati, yani insanlığın manevi şahsiyetidir. Adem ‘insanlığın geneli’dir. Hadislerde de benzer anlatımlar görürüz. Adem’i böyle anlar ve değerlendirirsek mesajların da anlamı ve içeriği değişir, hatta zenginleşir. Ancak fiziki bilgi ile metafizik bilgi karışmış, ortaya hurafe olarak dayatmalar başlamıştır. Allah insanı ‘kendi suretinde’ yarattı. Yani soyut ve yüce değerleri anlayacak, akıl ve fikre sahip, geçmiş ve gelecek hissine sahip olacak şekilde insanı geliştirdi. Ancak bu mahluk ilk dönemlerinde bir çeşit hayvan gibiydi. İnsanlık uzun bir dönem böyle gitti. Ekolojik denge içinde yerini bulunca insanlık yavaş yavaş gelişerek yeni bir yapılanmaya girdi. Yani maddi ve yatay gelişmeden, manevi ve dikey gelişmeye doğru yönelmeye başladı. İnsan hayvanlardan farklılaşarak Adem olmuş, yani eşyayı tanıma, anlama, isimlendirme gibi soyut kavramları öğrenmiştir. Ademiyet ilk kıvılcımını dille kazanmıştır. Hayvan sürüsü gibi yaşarken, vahşet tam anlamıyla hakimken, dil Ademiyetin benzini olmuş, Teknoloji, din, kültür, sanat, medeniyet (insanı insan yapan her şey) dilden doğmuştur. Aile ve medeniyet kurmuş, soyut kavramlar anlanarak, bugün uzaya çıkma evresine kadar gelişilmiştir. Bahsetiğimiz bu konulara, İbn-i Arabi, Bediüzzaman Said Nursi (öl. 1960), Mevlana, Ali Şeriati (öl. 1977), Aliya İzetbegoviç (öl. 2003) gibi şahsiyetler de değinmişlerdir.”


                             
Bahaeddin Sağlam’ın esserlerinden edindiğimiz bilgilere göre, sufi edebiyatçımız Filibeli Ahmet Hilmi (öl.1914), 1900’lü yılların başında şöyle demiştir: “Evrim vardır ve bu sürecin tetiklenmesi için bütün atomların haberleşmesi gerekir”. Bugün kuantum fiziği bu yüksek görüşü ispat etme peşindedir. Ahmet Hilmi’nin bir tasavvuf romanı olan Âmâk-ı Hayal kitabında da evrimle ilgili görüşler vardır. Yine Said Nursi’de, 28. Mektup’ta “Beşerin başı vahşidir”, 8. Söz’de “Hayat ağacı bir tanedir, her tür bir daldır”, 16. Sözde “Her şey evrimleşerek yaratılmıştır.” gibi ifadelerle, evrim düşüncesine açık kapılar bırakır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BULUTUN ÖZLEMİ

 

Mahzun bir bulut yaşardı gökyüzünde. Yüzünde yumuşak bir hüzün, süzülürdü. Mahsunluğunu bilmezdi, neden üzgündü? Bir özlemi vardı bitmezdi, neyi özlerdi? Rüzgar okşardı iliklerini. İçinden geçerek taşırdı onu uzak ülkelere. Ama hiçbir yer, hiçbir şey özlemini dindirmezdi. O hep üzgün, salınırdı nazlı nazlı. Rüzgar onu halden hale koyardı. Kah bir adam yüzü olurdu, kah bir atlı, kah bir kadın. Ama girdiği hiçbir şekil, tattığı hiçbir hal o olmazdı. Kendini bulamazdı bulut, hep başkayı yaşardı. Kendi gibi olanlara karıştı sonra. Bulutlardan bulutlar doğdu. Kendi hamuruna kattı kendinden olanları. Dertleşti onlarla. Paylaştı yitik hasreti. Hiçbiri bilmezdi, bir bulut neyi özlerdi? Geçmişleri de bedenleri gibi, silik bir sisteydi. Nerden gelirdi bir bulut, nereye giderdi?

 

Ve kendini dinlemeyi denedi bulut. Yaşamını yaşadı yeniden. İşte, daha küçük bir çocuk… Neşeyle uçuşuyor güneşin ışıkları arasında. Gökyüzü, evi, o gizli bahçe. Ama şimdi anlıyor ki o zamanlar bile, sinsi bir sızı varmış içinde. O büyüdükçe büyüdü sızı. Azaldı neşe. Bir bulutun büyümesi, başka bulutları katmasıdır bedenine. Başka hüzünleri, başka başka acıları tatmasıdır. Bir bulutun büyümesi, bir sızının çoğalmasıdır.

 

Ve çoğaldıkça çoğaldı içinde acı. Büyüdükçe daraldı bulut. Öyle daraldı öyle daraldı ki, dayanılmaz bir sıkıntıyla akmaya başladı damla damla. Ağlıyordu bulut ilk kez. Ağlıyor ve rahatlıyordu. Ağladıkça azalıyordu. Gövdesinden kopuyordu gözyaşı. Gözyaşı oluyordu bulut. Değişiyordu. Ve anlıyordu. Çözüyordu özlemini, çözülürken tel tel. Yağmur olmuş, yağıyordu.  Özlemine, denizliğine varıyordu.

 

( Ya Hu Ve Adem - 2. Bölüm Adem Ve Evrim - 21- başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 6.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.