III.5. Evrim teorisinin bazı bilimsel destekleri

 

                           Evrim kuramı, fizik, astronomi, kimya v.b. bilim dallarındaki herhangi bir kuram gibi, birtakım olgusal veri ve ilişkilere açıklama sağladığı ve çok sayıda güvenilir kanıtlara dayandığı için ayakta durmaktadır. Bugün kuram paleontoloji (fosil bilim), genetik ve embriyoloji (gelişim biyolojisinin bir alt dalı olan, zigot oluşum ve gelişimini inceleyen bilim dalı) gibi bilimler tarafınca sürekli yenilenmekte ve geliştirilmektedir. Evrim kuramı, tıbbi tedavilerde kullanılan, pratik yararı bakımından da önemi ve gerçekliği olan bir kuramdır. Bu kuramın bilimsel desteklerini başlıca beş grupta kategorize edebiliriz: Fosil kanıtları; türler arası yapısal benzerlikler; embriyolojik veriler; yeni formların ortaya çıkışı; türleri sınıflandırabilme çalışmaları.


                       Fosil, tarih öncesi dönemde yaşamış bir hayvan veya bitkinin, toprakta gömülü taşlaşmış kalıntısıdır. Milyonlarca yıl önce ortadan silinmiş kimi organizmaların varlığını fosillerden öğrenilmektedir. Bir canlının kalıntısının fosilleşmesi için iskelet türünden sert, dayanıklı bir yapıya sahip olması gerekir; yumuşak parçaların korunması ancak sonradan kayalaşan çamura benzer tortular içinde kalmasıyla olasıdır. Aslında fosil oluşumu kolay değildir, belli koşulların bir araya gelmesini gerektirir. Bu nedenle, türler arası geçiş formlarına ait fosil bulguları gerçekten yetersizdir. Henüz pek çok organizma gruplarının kökeni tahmin olarak kalmış, fosilsel olarak kanıtlanarak belirlenememiştir. Ne var ki, evrim sürecinde kimi varyasyon ve mutasyonların sağladığı hızlı geçiş, bu türlerin üyelerinin cesetlerinin fosilleşecekleri ortamlarda kalma ihtimalini düşürmektedir. Bir tür ne kadar uzun süre varlığını korumuşsa, türe ait cesetlerin fosilleşecek ortamlarda bulunma olasılığı o derece artar. Birçok organizmanın fosilleşme olanağı bulamaması ve yeryüzünün tüm katmanlarındaki fosillerin bulunamadığı göz önüne alındığında, yetersiz de olsa, eldeki kanıtların değeri küçümsenemez. Evrim karşıtlarının tüm geçişlere ait yeterli kanıt istemeleri, paleontologların da dile getirdiği bu tür güçlüklere dayanır. Örneğin, pek çok türü kapsayan farelere ait yeterince fosile rastlanmamış olması, bunların anlık bir yaratma eyleminin ürünü olduğunu göstermez. Çünkü fareler, bilindiği gibi, küçük yapılı, yumuşak, kıkırdaksı bir iskelet sistemine sahip, çabuk bozulmaya elverişli organizma türlerindendir. Fosil olarak korunma şansları son derece zayıftır.

 

                         500 milyon yıl gerilere uzanan en eski fosiller bitkilerle basit omurgasız hayvanlara aittir. Yapısı daha karmaşık organizmalara ait fosillere daha yakın dönemlerde oluşan kayalarda rastlanmaktadır. Omurgalılardan en eski olan balıkların 420 milyon, bilinen ilk memelilerin 170 milyon yıl öncesine uzanan fosilleri çıkmıştır. İncelemeler hem hayvan, hem bitki dünyasında fosillerin giderek daha ileri ya da karmaşık canlılara ait olduğunu göstermektedir. Bu, evrim olgusunu kanıtlayan önemli bir veridir. Yani fosillerin gösterdiği, karmaşık organizmalardan çok önce tek hücreli canlıların varolduğudur. Aynı derecede önemli bir kanıt daha vardır: 300 milyon yıl öncesine ait kimi fosiller karada yaşayan bir balık türünün varlığını göstermektedir. Benzer şekilde kuşlardan sürüngenlere geçiş formlarına ait fosiller de bulunmuştur (örneğin Archaeopteryx adı verilen bir fosil). Ayrıca fosiller, bildiğimiz atların da beş tırnaklı, ufak yapılı, kısa bacaklı atalarından bir dizi ara değişikliklerle bugünkü forma ulaştığını göstermektedir.


                         Bir diğer evrimsel kanıt olan türler arası yapısal benzerliklere de kısaca değinelim: İnsan kolu iskeletinin yarasa, kuş veya şimdi artık var olmayan uçan sürüngen kanadı, ya da balina yüzgeçleri ile benzerlikleri vardır. Bu tür yapısal benzerlikler, bu organizmaların evrim sürecindeki ilişkileri bilindiğinde açıklık kazanmaktadır. Kimi hayvanların görünürde hiçbir işlevi olmayan organlar taşıması açıklama gerektiren başka bir olaydır. Örneğin tavşan ve başka bazı otobur hayvanlarda oldukça büyük olan apandisitin selüloz sindirimini sağlayan bakterilerle yüklü olduğu bilinmektedir. Oysa insan, maymun ve diğer etobur hayvanlarda işlevsiz görünen apandisit küçüktür. Gene tavşan, kedi ve pek çok memelilerde ses dalgalarını yakalamak için dış kulakları hemen harekete geçiren kasları insanda da bulmaktayız. Ancak insanda bu kaslar gelişmekten öylesine uzak kalmıştır ki, tavşan ve kedilerdeki belirgin işlevini yerine getirmesine olanak yoktur. Özel yaratılış düşüncesiyle, bu tür yapısal benzerlikler kolay kolay açıklanamaz. Evrim düşüncesi ise bir açıklama getirmektedir: Yapısal benzerlik gösteren canlıların ortak bir atadan geldiği, kimi organ ya da özelliklerin yeni türlerin bazılarında işlevsiz kalmaları nedeniyle köreldiği gibi.

                              

                       Sınıflamada da kanıtlar bulabiliriz. Daha önce de değindiğimiz gibi, organizmaları gruplamada yapısal benzerlikleri temel alan bir sınıflama sistemi oluşturulabilir. Buna göre, örneğin, "Felis" cins ismini taşıyan kedileri, köpek, kurt, sırtlan, ayı, vb. hayvanlarla gruplayarak daha genel "carnivora" adı altında geniş bir sınıfta toplayabiliriz. Üstelik bu sınıf "placental" memelilerini kapsayan daha geniş bir sınıfın bir parçası olarak alınabilir. Bu türden bir sınıflama olanağı evrim olgusunu kanıtlayıcı niteliktedir. İlk memelilerden bir bölümünün etobur alışkanlığı edindiği, aradan geçen uzun sürede, bugün tanık olduğumuz grupların oluşumuna varan dallanma sürecine girdiği düşünülebilir. Evrimi varsaymaksızın öyle bir sınıflama olanağını açıklamak çok güçtür. Ya da sınıflandırmada güçlük çıkartan türlerin, örneğin yılana benzer kertenkelelerin, kertenkeleye benzer yılanların varlığı göz önünde tutulduğunda, yılanlar ile kertenkeleleri iki ayrı özel yaratılmış cins saymak pek kolay görülmemektedir.

 

                      Evrim bir bitmeyen açılma, sürekli değişme ve gelişme sürecidir. İnsanı da içine alan tüm canlı türler, daha basit ya da daha ilkel diyebileceğimiz organizmalardan kaynaklanmıştır. Bunların da kökeninde organik moleküller yer alır. İnsanın evrim sürecinde oluştuğu görüşüne karşı çıkıldığında, bir mikroskopik hücreden ergin insana ulaşan sürece tatmin edici bir açıklama getirilemez. Allah, değişmediğini Kur’an’da söylediği sünnetullahına ters olarak, insanı bu haliyle gökten indirerek yarattıysa, neden şu anda da insanları öyle değil de, doğal süreçlerle yaratsın? Hücrenin döllenmesiyle bölünme, büyüme, gene bölünme, gene büyüme sürecinde hücre sayısı milyarları bulan son derece karmaşık, yetkin bir organizma oluşur. Embriyodan insana uzanan bu oluşumda organizma, insan öncesi dönemlerde taa tek hücreli ilkel canlı formlarından başlayan, atalarımızın geçirdiği evrim aşamalarının işaretlerini taşıyan birtakım özellikleri açığa vurur. Örneğin, organizmamızda taşıdığımız apandisit, gizli kuyruk gibi işlevsiz organlar, hayvan atalarımızdan kalan izlerdir. Ne yönden bakılırsa bakılsın insanı doğadan koparmaya olanak yoktur. Dahası, İnsan cenini, ana rahminde tüm geçmiş evrimsel değişiklikleri yeniden yaşar. Adeta tek hücrelilikten muazzam bir organizma haline geçişin kısa bir tarihi seyridir bu süreç. Tüm safhalar, diğer memeli ceninlerinin safhalarıyla benzerlik gösterir. Embiryolojinin gelişimiyle, ceninin büyüyerek o türün yavrusu haline gelişi artık tüm aşamalarıyla gözlenip kaydedilebilmekte ve tüm memeli türlerinin bu gelişimleri arasındaki benzerlikler ispatlanabilmektedir. Bu ispatlar, evrim teorisini yıkıcı değil, destekleyici türdedir. Birçok bilimsel yayında insan yavrusunun rahimdeki gelişiminin evrimsel izlerle ve akraba memelilerle benzerliğinin ortak ata veya atalar teorisiyle açıklandığını görürüz. Aşağıdaki alıntılar daha o dönemde, Darwin'in insanla hayvanlar arasında anatomik ve fizyolojik benzerliğe ilişkin verdiği kanıtları sergilemektedir: “İnsanın diğer memelilerle aynı model üzerine kurulduğu gözden kaçmayacak kadar açıktır; insan iskeletindeki tüm kemiklerin maymun, yarasa veya fok balığında benzer karşılıkları vardır. Aynı durum kaslar, sinirler, kan damarları ve iç organlar için de söz konusudur. Organların en önemlisi beyin bile ortak modelin dışında değildir. Hayvanlarda görülen kimi hastalıkları insanda da bulmaktayız. Bu hastalıklar hayvandan insana, insandan hayvana bulaşır türdendir. Bu gözlem kan ve dokulardaki yakın benzerliği, mikroskop altındaki incelemelerden ya da kimyasal çözümlemelerden daha iyi gösterir.”

 

                          Bu arada insanın gelişimiyle ilgili şu çok ilginç evrimsel yorumu anmadan geçmeyelim: Tüm canlılar ve özel olarak memeliler içinde, en korunmaya muhtaç olarak doğan, insan yavrusudur. Öyle ki bir tay en çok 1–2 saat içinde ayakta durmaya, yürüyüp koşmaya başlar. Bir insan yavrusu ise, beyinsel gelişimi bile daha tamamlanmadan doğar. Kafatası o yüzden kıkırdaktır ve beyni, doğumdan sonraki yıllarda, vücuduyla birlikte, daha büyük bir oranda büyür. Yani tüm bebeklerin aslında prematüre (erken doğum) olduklarını söyleyebiliriz. Bu neden böyledir? Bu gerçeğin evrimsel yorumlanışı çok basittir. İnsan, insansılağa geçiş aşamasında, dört ayakla yürümekten iki ayak üzerinde yürümeye başlamıştır (“Onu doğrulttuğumuz zaman”). İnsan; maymun, şempanze, goril ve orangutan ile birlikte, Hominioidea üstfamilyasında bulunan çift ayaklı pirimattır. Evrim teorisine göre, bu canlılar ile ortak bir atadan evrilmiştir. Ancak sürekli olarak iki ayak üzerinde yüreyen ve yerde yaşayan başka herhangi bir dört ayaklı canlı yoktur (diğer primatlar genelde ağaçlarda yaşar ve yerde sürekli olarak iki ayaküstünde yürümez). Ama bu doğrulma ve iki ayak üzerinde yürüme, elleri boşa çıkarıp birçok şeyi ellerle yapma imkanı sağladığından ve ellerle yapılan işler, giderek beyinsel gelişmeyi de doruk noktasına çıkardığından ve beyinsel gelişimle eller kullanılarak gerçekleştirilen alet yapımı, kullanımı v.b. işlevsel gelişmeler birbiriyle sıkı sıkıya ilişkili bir bütünlük olarak birbirini sürekli geliştirdiğinden, insan olmanın en temel özelliğidir. Bu nedenle özellikle bu aşama, Kur’an’da da, insan oluşa bir vurgu olarak ortaya konur (“O’na güzel bir şekil verdiğim zaman”). Ancak iki ayak üzerinde yürümek için, leğen kemiğinin belli bir sınır genişliğinden daha geniş olmaması gerekir. Çoğu maymun türlerinde leğen kemiğinin çok geniş olduğunu ve bunun da iki ayak üzerinde yürümeyi zorlaştırdığını gözlemleyebiliriz. Demek ki iki ayak üzerinde yürümek, leğen kemiğinin evrimsel olarak genişlemesine engel olan bir süreçtir. Ancak yine bu süreç, anlattığımız üzere, beyinin evrimsel gelişiminin de nedenidir. Öyleyse şöyle bir çıkmaz oluşmaktadır: İki ayak üzerinde yürüdükçe, gelecek nesiller, evrimsel olarak daha büyük beyinlere (ki tüm canlılar arasında beyin hacminin vücut hacmine oranı olarak bakıldığında en büyük beyne insan sahiptir), ve daha dar leğen kemiklerine sahip olacaklardır. Oysaki daha büyük beyinli bir yavruyu doğurmak, ancak daha geniş bir leğen kemiğiyle mümkündür. İşte bu aşamada artık doğal yöntemler değil, kültürel evrim başlamıştır denebilir. Öyle ki leğen kemiği genişliği sınırlandırmasından dolayı yavru yetersiz, tam gelişememiş bir biçimde doğacak, gelişimini türdaşlarının ve özellikle ana- bababasının yardımıyla dış ortamda sürdürecek ve ancak 3–5 yaşlarında göreceli bir olgunluğa erişecektir. Bu bilinçsiz doğanın değil Allah’ın insana bahşettiği büyük bir mucizedir. Ana- yavru ilişkisi, Rahman ve Rahim olan Allah’ın şefkat ve sevgisinin anne ve yavru arasında tecellisinden başka bir şey değildir. Tüm memelilerde anne-yavru arasındaki bu ilişki belirgin olmakla birlikte, en olgun haliyle insanda oluşmuş, bu tüm türün dayanışma ve paylaşma kültürüne yansıyarak gerçek anlamda bir kültürel evrimi, insanın insan olmasını sağlamıştır. Gerçekten de balıklar, sürüngenler ve daha hafif düzeyde kuşlarda, yavru- ebeveyn ilişkisi çok sınırlıdır. Hatta evrimsel halkada sürüngenlerden de ilkel olan çoğu balıklar, kendi döllenmiş yumurtalarını yiyerek kendi yavrularının yamyamı olurlar. Kuşlar ise sürüngenlerden sonraki bir gelişmişliğin yani evrimin sonucu olduğundan, memelilere yakın bir tarzda yavrularını korur ve büyütürler.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

AYNA

 

Adam aynaya baktı ve dedi ki: “Sen, içinde evrenler gizleyen bir cam parçasısın. Ne yöne tutulursan, o yönü içine alırsın. Kendi yüzün yok. Kendine ait bir varlığın yok ve olamayacak. Hep yansıtansın. Ama sen, yansıttığın şeyler de değilsin, yansıttığın şeylerden de… Gerçek kara yüzünü, sırrının altında gizliyor, bize, olmayan bir sırrı aratıyorsun. Sen, düz yüzeyde derinlikler illüzyonu yaratan bir sihirbazsın. Boyutunun üstüne çıkan, iki boyutta üç boyutu yaşatansın. Ama tam da bu yüzden, yansıttıkların hayalden öte bir şey değil. Sen de, kendisi bile olamayan bir yalancısın.”

 

Ve ayna, adama dedi ki: “Ben, hayali değil, gerçeği yansıtıyorum; çünkü, yansıttığım şeyler, özde hayalden öte şeyler değil. Kendinin ve var bildiğin evrenin, koskoca bir aynadaki hayallerden farkı olmadığını öğrendiğin zaman, yalancının kendin olduğunu da hatırlayacaksın. Çünkü öğrenmek, basitçe hatırlamaktır. Hiçlik boyutunun üstüne çıkan sen, kendini var zanneden ve tam da bu yüzden yalancı olan bir hayalden ibaretsin.”

Ve adam, aynayı kırdı. Şimdi her parçasında, kendisinin ve evrenin bir parçası vardı. Varlıkların çoğalan hayallerine baktı. Hiçbiri birbirinin aynı değildi ama aynı şeydendi. Ve kendine dedi ki: “Bu ayna, gerçekten yalancının tekiydi. Hala da öyle/ler. Ama şu da bir gerçek ki, aynalar, ancak bakacak birini bulunca yalan söyler.”

 

Ve adam, cam kırıklarına sırtını dönüp, “hayatına”  yürüdü…

( Ya Hu Ve Adem- 2. Bölüm Adem Ve Evrim-- 24 - başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 8.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.