Bugünden itibaren 3 Word sayfalık yüz bölümün üzerinde bir yazı çalışmamı sunmaktayım.


İstiklal Savaşı Öncesi Esnası Ve Sonrası Durumlara Kısa Bir Bakış 1


Bu bir Kurtuluşun Felsefesidir


Bu yazınsal gayret kurtuluşçu bir felsefesinin kavranmasıdır.  Osmanlı uyruğu olan çoğu milletler, özellikle de Anadolu ne Fransız ihtilalini yaşamıştı; ne sanayi devrimini bilmiştiler. Ne de enikonu boyutlarıyla, güncel süreçli anlamlarıyla, aydınlanmayı yakalamıştılar. Dolaysıyla Osmanlı güncel olan bu aydınlanma süreçlerini genç cumhuriyete doğru enikonu olur yönleriyle miras etmemişti.  Ve bu konudaki deklarasyonlardan oluşan genel tutumla; doğrudan fikirci kadrolarını oluşturmuş olması, hemen hemen neredeyse söz konusu bile değildi.


Sürece sonradan bakıldığında “genç cumhuriyet”, insan hakları ve yurttaşlık beyannamesi ile sanayi, bilim teknik ve teknolojik devrimleriyle, aydınlanma çağının, yaklaşık 130 yıllık kayıp zamanını; 10 yıla sındırmanın başarı ve dehasıydı da bu. Kurtuluşun felsefesine bakanlar bunları asla göz ardı etmemeliler.


evgili Kemal Atatürk çıktığı yolun anlamını ilklerine kadar hissedişle, biliyordu. Yapılacaklara daha önceden az çok bir fikri taamla müdahil olmuştu. Daha Birinci Dünya savaşından önceki süreçte; hem okul yıllarında, hem sohbet meclislerinde, hem de ittihat ve terakki katılımlı cephelerde Osmanlının gidişatını tartışıp, "duru" bir fikirle duruma vakıf olmuştu. Bağımsızlık Savaşına çıkışta biliyordu ki; bu ağır sorumluluğun tarihi bilinciyle, boynunda idam fermanı; dilinde bağımsızlık ve demokrasi söylemi; kalbinde insan sevgisi ile yurt sevgisi oluşla, yollara düşmüştü...

A-

1] 'İttihat ve Terakki Partisi bizi savaşa soktu da, battık' denişle; bir tür söylemler kendi mantığı içinde, yaygın bir anlatımdır. Ama bu türden denişler, bir başka şekilde anlaşılışla da akamettir, verimsizliktir. Bu çeşitten fikirler, geçmişteki bir olguyu ya da olguları, kendi bağıntılarından koparışla; süreci vesile bir durum üzerinde abartmanın, genelleştirme biçimde, yanılan yanıltan kılmakla, söylenilmesidirler.


Bu kabil söylemler, sürer olanın bitişinde ve yeni başlangıcın öncesinde; alınması gereken rollerin bilinmeyişinden, sosyal ve toplumsal yapıdaki yönetsel rol alışların, iyi tespit edilemeyişinden; kaynaklıdırlar. Tarihsel yasalar içinde olmakla, altı çizilmesi gereken pek çok aktiflikler vardır. Bu altı çizilir olan tarihi aktiflikler içinde aktiflikler; her zaman tarihin kendi yasal değeri içinde olmakla değerlendirildiğinde; aktiflik olan tarihsel rolün uygun aktörlerce oynanmamış olması görülememiştir.


Ki bu türden söyleşili oluş içindeki en temel yanılgılar da, buralardan çıkarlar. Bu yanılgının bir yanı da tarihi hep; kişiler tarihi oluşla görmelerdir. Bir yöneticiler tarihi; bir krallar, padişahlar tarihi sanmanın dar görüşlülüğü içindeki sürü çoban öğretisi oflamaktan kaynaklı yanılsamalardır.


Bir tarihi süreç bin, bileşen yansımadan oluşuyorsa; sürü çoban ilişkili olan yanılsama bunların sadece birsidir. Sadece biri olan bu yansıma ve yanılsama, bin yansımanın yerine kona bilir mi? Ve konduğu takdirde tarih, doğru dürüst okunmuş olabilir mi? Tarihin, bizim bilincimiz dışında bir var oluşu vardır.


Bu kabilden abartılı söylemler yine, çöküşle eski dinamikliği içinde olmayan Osmanlı gibi köhnemiş bir yapının; kendi enkaz gücünden kaynaklı sürüklenişi olan kendi ivmeli kinetik enerjisi içinde olmalarını; görememiştirler. Bu sürükleniş içinde, sürer olanın bitişi sırasında ve yeni başlangıcın da bir öncesinde belirlenir olduğu süreç içinde olmakla; aktörlerin almaları gereken rollerini hiç, görememişlerdir.


Bu kabilden abartılı ve mistik söylemlerin uzantıları olanlar, tarihsel yasalara bağlı süreçlerin pek çok iç aktiflikleri olduğundan hareketle, her zaman bu aktifliklerin kendi değerleri içinde olan dinamiğine uygun aktörlerince oynanamadığı gerçeği; ciddi ciddi görülememiştir. Ki bu türden söyleşili oluşlar içindeki en temel yanılgılar, buralardan çıkarlar.


Kuşkusuz ki tarihi gidişte yöneticilerinde payı vardır. Ama bu tüm tarihi sürece sosyo toplumsa bilinç olmakla yüzde onluk, yüzde on beşlik yadsınamaz bir etki katkıdır. Bu yanılgıya gidişin bir yanında da; bağıntılı süreçler tarihini bunların kişiler tarihi olmakla görmeleridirler. Tarihi, bir yöneticiler tarihi gibi algılamakla; algılatmalarıdırlar. Tarihi, bir krallar tarihi sanmalarındaki dar görmüşlükle; bunlar hep böyledirler.


Osmanlı gibi tarihi misyonlu ömrünü tamamlamış; sırf kendi kinetik enerjili hızıyla sürüklenen yapılar da, kaçınılmaz sona gidişte es kaza; savaşlar kazanılsa da; roller en iyi aktörlerce oynasa da; bu türden sona gark olmak, mukadderdir. Ulus devlete dönüşen süreçte mevcut imparatorluktu yapı; mevcut konjonktür ile korunamazdı. Yapının içi Fransız ihtilalinden yansıma olan yeni ve aydınlanmacı fikirler ile kaynaşıyordu. Yapı içindeki yeni fikirlerin epeyi si sosyal kullanımlı argümanlar olmakla yapı iyice şişmişti.  Azınlıkların uluslaşma söylemleri bu türden sosyal argümanlarla, süreç içine yelken açmıştı.


Yine Fransız ihtilali ile yeni yeni ivmeler kazanılmıştı. Bu ivmeler köhne Osmanlı yapısına eklemlenip yapıya dinamizm kazandıramıyordu. Geleceğin belirleyicisi olan toplumsallık fonksiyonlu olan dağılım; güncel sanayileşmeyi içeriyordu.  Buna ilişkin kurumlaşmaları ve yeni kurumlaşmanın eski kurumlarla olacak entegrasyonları, eskinin yeniye olan direnç sıkıntılarını içeriyordu. Araştırma geliştirmeyi de ön gördü.


Bir zamanlar Osmanlının en büyük gelir kaynağı olan savaşlar; ne oldu da “savaşa sokulduk ta battık” türü argümanlara dönüşmüştü?  Bu tür olumsuz söylemler Osmanlı gibi türlü sosyal salınımlı hacimler içindeki yapı, kendi salınımını kargaşaya döndürüp; yapı kaosu üç kat hacme eşit olur maliyetle yapıyı büyütüyordu.


Bu hacim artışının muhafaza eden bir yüzey alanı vardı. Üç kat artan hacme karşı yüzey alanı iki kat artıyordu. Bu nedenle Osmanlının iç hacimden ötürü, çok büyük bir yüzey gerilimi vardı. İşte bu iç hacimle yüzey arasındaki bu farklı gerilmeler nedeniyle imparatorluk doğum yapıp, parçalanacaktı. Bunu görüp, bunu bilip, buna göre önlemler alan özneldi yetenekler tarihin seçeceği dehalar olacaktı.


Böyle olunca, kurum ve kuralları ile doğumunu yapmayan ve yeniden yapılaşamayan bu tür yapılar da kalıcı olamazdı. Eski, ölmeyince yeni olan yerini alamazdı. Eski oluşla travma geçirmeniz kaçınılmazdı. Olumlu ve bilinçli denk düş enliğe öznel müdahaleler de olmasa, yapı kendi kendine dönüşemezdi de.


Yeni yapılı gelişmeci dinamikleriniz eski sosyal yapı içerisinde kalma köhneliklerinizi, kanserleşmiş hücreler gibi algılayıp; onlara saldıracaktırlar. Ya da eski yapı yeni toplum dinamiklerinizi, sapkınlık olarak görürler. Eski olan sürece yeni gelişmelerin dinamikleri üzerinden değil de, sosyal değerler üzerinden saldırırlar. Tek kelimeyle söyleyecek olursak yeni, eskinin; “din elden gidiyor diyen” sosyal dil boyuta indirgenir. Yeniyi böylesi sosyal anlamaya tercüme eden bilmezlikle, yeni yapı mutlaka hesaplaşmaya gitmeliydi. Hesaplaşmazsanız, hesaplaşırlar.


Bir konuyu detaylı bilmek demek; bir şeyi genel kavranışıyla bilir olanlara göre, pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Bu tıpkı Avusturya Macaristan veliahdının öldürülüşünü, Birinci Dünya Savaşının, bu yüzden çıktığı bilgisini, biliyor olmak gibi konuyu detaylı bilmek; kısmen bom boş bir anlamadırlar. Avusturya Macaristan Veliahdı öldürülmese de 1. Dünya savaşı zaten çıkacaktı, bahanesini arıyordu.


Vesile neden belki çıkacak olanın kıvılcım aşmasını biraz öne alan çıngıydı. Tıpkı 'İttihat ve Terakkiciler bizi savaşa soktu da battık' denmesindeki gibi afakî ve yüzeysel bir hamlıktır, bu. Bu tıpkı, birkaç gün içinde doğal yolla ölümü gerçekleşecek olmakla kendisinden ümit kesilmiş olan bir kronik hastanın; insanı yatağa dahi düşürmeyecek olan, vesile bir gribal enfeksiyonla; üç gün önce ölmesi gibidir.


Otomasyonların seri ürettiği mallar; her gün yeniden ve yeniden pazara çıkarılmakla malların sürekli, yeni pazarlara sürümlerinin sağlaması gerekiyordu. Kapitalist çark içe kapalı olduğu sürece yeterli bir zenginlik oluşla dönmüyordu. Merkantilizm iflas etmişti. Kâr çarkı başka türlü dönmüyordu. Yepyeni bir sanayi ürünü olan mallar; yeni pazarlar bulunmasını gerektiriyordu.  Bu yüzden gelişmiş emperyal uluslararasında dünya pazarlarının her gün yeniden ve yeniden paylaşımı zorunlu oluyordu. Bu da yeni sürecin paylaşım savaşları demekti.


Üreten her bir rakip ülkeler, pazar ülkelerinin egemeniydiler. Bundandır ki bu ülkeler yeniden ve yeniden paylaşım siyasetini ortaya çıkarmıştılar. Tüketim fazlası ve kâr amaçlı malı ihraç etme eğilimi savaşın, için temel nedeniydi.  Mala dış ticaret sirkülasyonu yaptırmak demek yeni yeni pazar ülkeleri bulmak demek olmakla; savaşın birincil öz nedendirler. 


Kapitalist emperyalizmin öz nedeni Osmanlı için dış nedendi. Osmanlının yapısı bu tür pasif, hantal, edilgen pazar olma girdileriyle dolmuştu. Yapı üretmeden ithallerle iyice şişti. Şişkinlik yapan girdiler içte hacim yüzey gerilmesi yapmıştı. Hacim yüzey alanını da büyütmek zorunda oluşla doğum yapan yapının parçalanma kavgalarına dönüşmesi de, yapının kendi içindeki temel ve birincil iç nedendirler.


Gerek Avusturya-Macaristan veliahdının öldürülmesi, gerekse Terakkicilerin bizi savaşa sokması, bahane neden oluşla doğrudurlar. Ama Osmanlıdaki dağılmayı buna bağlamak bilmezi bir aydın savıdır. Sanki Osmanlı ilk kez mi savaşa giriyordu? Bildiğim kadarla 100'ün üzerinde olan savaşlardan 35 büyük meydan savaşından 18 ini kaybeden Osmanlı, her yenildiği savaşta dağılmıyordu da; sırf Birinci Dünya Savaş’ını kaybettiren ittihatçılar oldu diye mi, Osmanlı dağılmıştı? Bunlar tarihi ve tarihselliği bilmezliktirler. Konjonktürü okuyamamaktırlar

2 BÖLÜM

Konjonktürün Osmanlıdan yana estiği süreçlerde yenilgiler Osmanlıda çentik bile açamıyordu. Aksine galiplerine bile Osmanlı, karşısında diz çöktürüyordu.  Sözün özü dağılım öncesi çöküşe vesile olan süreçler, süreç içinde oluşmuş ur durumdular. Ama vesile neden, temel olmayan bahanece sebeptirler.


Her zaman olguların önünde mutlak vesilelerle, ana nedenler bir arada vardırlar: Gerek İttihatçı Hükümetin bizi savaşa sokması gibi vesile nedenlerle, gerek Avusturya Macaristan veliahdına suikast düzenlemek 1.Dünya Savaşın da vesile nedendirler. Vesile nedeni asıl neden saymak yanılgıdır.


Ama tarih bilinci olarak, önümüzü görmek ve güvenle geleceği plânlar olmamız için de, bu türden bilmezliklerimiz bizde; tam bir körlük saplantısı yaparlar. Bu türden anlayışlar, iz azdırıcı ve gerçeği saptırıcı söylemdirler de. Örneğin; Kenedi de (ABD başkanı da); Olof Palme de (İsveç başbakanı da); tıpkı Avusturya-Macaristan veliahdı gibi suikastla öldürüldüğü halde, bu vesilece nedenler; hiç de savaş nedeni olamamıştırlar. Nedendi, dersiniz acaba?


Çünkü Dünya konjonktürlü ufukta, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gibi böylesi ağırlıkla birikmiş, savaş koparacak denli ana neden henüz ortada yoktu. Bütüncül bilgi, sistematiğini kavrar olamadan bu kabil yetersiz ve yanlış uslamlamalarla yapılan analizler, sağlıklı olamazlar. Bu tür yanlış kanıca ileri sürüşler ile öz sel gerçeğin anlaşılması daima ketleştirilir. Bu gibi analizler araya, karşı devrim denen tutuculuk yapan düşünceleri monte etmekten başka, hiç bir işinize de yaramazlar.


Değilse Pazar paylaşımı yapma düzeyine gelmiş sanayi ekonomileri karşısında sizin hala kayıp toprakla fetih geliri peşinde olmanızla İttihat ve Terakki'nin bu anlamıyla, haklı olacak, savunulur tarafı elbet olmayabilir. İttihatçıların konumu, sadece o anın okunamayan bilinmezci durumu karşısında kadro kayıp toprakları elde etmenin duygusal heyecanı içinde olmakla, duygu aklın önündeydi. Salimen durumu değerlendiremiyorlardı.  Bu heyecan ittihatçıların imleciydi. Ama bu dahi, çöken Osmanlının çöküşü içinde sadece bir vesile nedendir.


Osmanlı o günün dünya koşullarını kendine özgü somut iç koşullarıyla birlikte yanlış kanılara bezedi. Sanayi olgulu üretim tüketim paylaşma olan realiteyi “küffarın küffarlığı” oluşla görüyordu. Eh yakışır olurdu “kel başa şimşir tarak”. Bu süreci Osmanlı kayıp toprakları tekrar ele geçirilmesinin fırsatı gibi okumuştu. “Dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan da olacaktı”. Konjonktürel diplomasi kayıpları da koşulların hep iyi biçimde değerlendirilememesinden ötürüdür ki iç öznel nedenlerle; vesile neden olan süreçler bu çöküşe çığlama yaptırmıştırlar.


Osmanlı fikir adamı yetiştirmekten çok, demokratik kültür ve bilinç kıvılcımlaşması olmayan; körü körüne ulul emre itaatçe gelenek içinde; ümmeti mantıklı, hanedan sevdalı, vatan sevgisi olan insan tipine daha çok ağırlık vermişti. Bu nedenle bilim sel düşünceyle çözümü olmayan mantıkegemendi. Etrafını vesile olan algıcı tutumlarla tanımladığından; konjonktürü kavrar değildiler. Bu nedenle özne bağlamlı düşünceyle fazlaca fevri ve heyecanlı olmuşlardı. Bu nedenle ittihatçılar maceracı ve hayli hırslı oluşun dramatik süreçlerini, amaç yapmışlardı.


Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşına girme nedeni içinde hem kendince hem de emperyalistler nezdince vaki bir rol üslenmesi vardı. Osmanlı’nın kayıp toprakları kazanma istekli rol üstleniş nedeni güncel olup bitene göre solda sıfırdı. Günceldeki olup biten; üretim ve pazar paylaşımlı sömürü taktiği  karşısında “kadük” kalıyordu. Kadük oluş, ittihatçıların sürece girişte vesile neden içinde olmalarıydı.


Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşına girmesi içinde bahane rol üsleniş nedenlerini, bir an görmezsek; şöyle bir somut durumla baş başa kalırız.  Bu kabil hantal yapılar kendisinin iniş aşağı olması nedeni ile sürüklenirler. İniş aşağı olan Osmanlı kütlesi, kendi kinetik enerjili hızıyla sürükleniyordu. Dizginleri (freni) olmayan bu kinetik enerjili sürükleniş içinde Osmanlı’nın başında Fatih Sultan Mehmet te olsa zamanında önlemleri alınmayan bu kabil sürece dur diyemezdi! Aslında her bir kişi öznesi de belli şartlara cuk oturan karakterlerdir. Bu şartlar içinde Fatih; Fatih oluşla kendisini dahi gösteremezdi.


Bu nedenle ittihatçı hükümetler sadece aşağıda sayılacak birkaç nedenler yüzünde bile savaşa girecektiler. Ya da Osmanlı gayri ihtiyari de olsa, savaşa sokulacaktı. Parçalanan yapı bir mirastı.


İttihat ve Terakki'nin savaşçı yaklaşımı olmasa dahi, ittihat ve Terakkiciler savaşa girmenin iradesini, hiç göstermeseler bile; Osmanlı bu savaşta olacaktı. İşte, güncel şartlarıyla oluşmuş Dünya atmosferin içi Osmanlıda saltanatçı olan o eski itibari günlerine özlem duymaktaydı. Günceli anlayamayan, eskiyi özler. Bu tarz özlemler bir uyumsuz oluşun hastalığıdırlar.


İçteki gerici ve güncele uyumsuz olan özlemli öznel yapı ile dıştaki emperyalist olan öznel olucu yaklaşımların elek süzgeci; bu gibi ittihatçı, özlemli heyecanlı yapıları seçmekle ittihatçı yapıları ortaya koyacaktılar.  Daha açığı Atatürk gibi güncel fikri donanımları olanları; özlemce heyecanı olanlarla kıyaslandığında emperyalistler ve temsilcileri daha baştan Mustafa Kemali eleyecektiler.


Atatürk’ü de, ayakta kalmak isteyen sosyo öznel ve toplumsa öznel olan yapıların ortaya koyacağı direnç seçecekti. Direnç koyan özneli oluşun, güncele yanıt oluşla akış yapar lığı seçecekti. Nesnel ve günceli süreçle duruma bakış yapan akışıyla emperyalizme karşı duran; iç özü; vatan, yurttaş olma sevgisi ile dolu olmakla hareketi enine boyuna tartıp aşama aşama dizgeler olan hareketi seçecektiler.


Bir örnek verelim. Savaşın ana akım tarafından biri olan emperyalist Alman, Osmanlı içinde savaşta kendince yarar umanların Alman müttefikliğini yeğleyecekti. Almanlar; emperiyalistlerin yanında savaşa karşı olan Mustafa Kemal’i değil de, bu alanda kayıp toprak özlemli heyecanları olan Enver Paşa’yı seçecektiler. Aslında kayıp topraklara olan özlem; emperyalizmi bahane kullanmak istemişti! Emperyalizm de Osmanlıdaki bu gerici açlığın çağ dış anlayışını; pompalayıp kullanmıştı. Oysa güncel olmayanlar, güncel olanları kullanamazdı. Zafiyet buradaydı. Gazi, Alman emperyalizminin bu öznelce seçilim şartlarına; hiç te denk düşmeyecekti!


Ve ittihatçı irade; sömürgeci savaşın dış şartlı gidişine uygun olandı. Sömürgeci ve Pazar paylaşımcı savaş Osmanlı içindeki ittihatçı olmakla eskiye özlemi olan savaş hırslı öznellikleri, seçip ortaya çıkartılacaktılar. Üreten; ürettiğine Pazar arayan bir yapı olmamakla ortaya çıkan ittihatçı vesile kişiler, yeni ile eski olanın amaç uyuşmazlığı nedenle adeta sömürgeci savaş sürecinin içinde sürüklenecektiler. Her sürüklenmeyi de kendi iradeleriyle oluşun, bir meşakkati gibi görecektiler.


Aslında eski durum içinde olmakla çöken yapı, öznel etkilerin güncelliği içinde dönüşemeyen ve inovasyon yapamayan bir yapıydı. Bu yapının da tıpkı tarihteki örnek benzerleri gibi dağılması da ittihatçılar gibi vesilesiler elinde olması da tarih sel gerekliliğin amacına da pek uygundurlar!


Dağılmakta olan yapı, Mustafa Kemal’i seçemezdi. Zaten Mustafa Kemal’de bu gidişe cevap ve çözüm oluşuyla kendilikten ortaya çıkamazdı. Kazandığı savaşlardaki zaferler, çöküşü önlemeye en ufak bir olumlu katkı verememişti. Dağılan yapı böyle bir diyalektiği değil de parçalanışın diyalektiğine eğilimli olanları seçecektir. Bu nedenle Mustafa Kemal’in hareketleri dağılan yapıya göre saçma ve fevri oluş olmakla zorundaydı. Ama Kurtuluş Savaşı arifesinde de, Mustafa Kemal küllerinde doğacak olanın ön gördüğü şartlara büyük oranda uygun düşecekti.


Mustafa Kemal bu savaşıma, görevden ayrılmış olmakla güçsüz ve mevcut pürü perişan hali melale göre bir sıfır mağlup olmanın, sıfatsız yetkisiz kişi olmasıyla ortaya çıkacaktı. Tek sıfatı donanımı ve genel bağıntılı bakışımla yurt sever olmasının içindeki heyecanıydı. Yetkili konum olarak değil; aydın ve kavrayıştı. Fikri oluşla sürece çok uygundu. Kadrosu olacak değerler de, kurtuluşun şartlarına konum olaraktan, yetkili olaraktan; özel bağıntılı bakış yetenekleri olmakla; ortalamanın üstünde bir beceri itibarlarıyla uygundular.


Karabekir’in deyimiyle; “kadrodakiler olmasa da Mustafa Kemal başka kadrolarla süreci götürürdü. Ama Mustafa Kemal Paşa olmasaydı, bu süreç başarılamazdı (biz başaramazdık diyordu)”. Bu işin içinde olarak, bu analiz çok doğru bir nesnelce tespitti. Onca çoban ateşleri içinde ikinci bir Mustafa Kemal çıkamamıştı. Ne kadar başarılıda olsa, bir çoban ateşi olan Ethem; gayri nizami birlikleriyle belli sınırına eriştikten sonra düzenli birlikler karşısında akim kalmaya mahkûmdu. Diyalektik, yoksunuydu.


Bir süreçte kolektifin ve konjonktürün bilinci olmakla, kadro hareketi olmak zorundadır. Başta bir Gazi gibi birinin olması gerekiyordu. Kadro işgali ve işgalde kurtulmayı ön gören yalın bir amacın düzeyinde olmakla konjonktürden yoksundu. Veya kadro genel eğilim olmakla konjonktürü saltanattan ayrı olma olmakla kavrayamıyorlardı. Oysa Gazi, işgale karşı savaşın yanında sosyal, siyasal, ekonomik, eğitimsel sağlığa dek bilim ve teknolojiye dek endüstriyel toplumsalı oluşuyla top yekûn Kurtuluş savaşını görüp projeler üretip, sevk idaresini yapan işlem gücüydü.


“Uygar olamayan ulusların uygar olan uluslara yem olacağını” çok iyi biliyordu Mustafa Kemal. Gelişmiş ülke olmakla araştırma geliştirme ve teknolojik üretimlerle uygarlığa lokomotif olan gelişmiş ülkeler karşısında; gelişmemiş olan bir ülkenin yetenekli yöneticileri ancak kukla olmakla ticari mallara esir pazarı olmakla; esirlerin ve asalakların alkışladığı vizyonu, gösterebilirler.


Atatürk, şümullü fikir arkadaşları olmamakla; tam bir yalnızlığı içinde olmanın devrimler başarmanın vizyon lideriydi. Ülke içinde üretim yapma baskısını kıran esir pazarlarına son vermişti. Elinin altında varlık fonları ve bütçeler yoktu. Vizyon şartları içinde olan padişahtan, hükümet kurucusu olan kişilerden hiç birisi bu vizyonu, gösterememişti. Göstermeyi de pek akıl dahi etmemiştiler.


Ha keza Atatürk’ün silah arkadaşları da böyleydi. Salt sosyal davranışlı bir tutumlu olan insanların başına, türban taktırmakla ya da sosyal davranışlı insanın başından türbanı çıkartmakla, namazla, niyazla ne çağdaş uygarlıktı vizyonun sahibiyetliği olunurdu, ne de devlet adamlığı olunurdu.


 Sevgili Gazi’nin kadrocu silah arkadaşları, vizyonlu oldukları sanısıyla demokratik unsurun gereği olan siyasi parti çalışmaları kapsamında da oldular.  Çağdaş vizyonu saptayan argümanlarıyla, genç devrimi daha ileri götürmenin vizyonuyla olacakla bunların sürdürülebilirliğini inşa eden proje geliştirecekleri yerde; hemen dinli imanlı; namazlı niyazla, şeriattı yaklaşımları öngören söylemler ucuz politikalar içine girerek geri düzlemli kutuplaşma içinde, yeni ve cenin devrimin fikrini ve şevkini gerdiler.


Böylece Atatürk’ün fikir arkadaşı olamayıp, kadrocu silah arkadaşları olan sevgili değerler; ne kadarla çağdaş uygarlık düzeyi içinde oluşlarının, vizyon sahibeyetliğini gösteriyorlardı. Savladıkları 1400 yıllık süreç, kesikli sürekli süreç olmayıp; mükemmel bir süreç olsaydı, zaten değişip dönüşmezdi. Bu kadar yalınlığı bile idrakten acziyetlikti. Büyük bir fikri zaaftı. Ülke adına, temsililik adına, üstlenilen devrimci misyon ruhu adına, çok büyük bir zaaftı.


Zaten kadro içindekiler, bir dış emperyalist ülkenin himayesi altına girmek dediğimiz mandacı görüşü tartışmanın içindeydiler. Bağımsızlıkçı süreci; fikren ve eylemsel oluşu içinde böylesi bir genel kongreli yapılanmaları içine sokamamışlardı. Bağımsızlığa eğilimleri olsa da, kuram ve eylem sellikleri, yoktu.


Sevgili Gazi’nin başlattığı bu süreci yavaş bulup itiraz eden bile vardı! Bu tarz düşünmeyi yapanlar; neyi, nasıl yapacaklarını ve neyi nerede nasıl başlatacağının içinde olamayanlardı. Tez canlılıkla davransalar da fikren ağızlarını açamaz durumdaydılar. Herkesin gördüğünü, herkesler hakkıyla kavrayabilmiş değildi. Herkesin gördüğünü Arşimet gibi bir tek Mustafa Kemal kavramıştı.


( Kurtuluşun Felsefesi 001. Ve 002. Bölüm Birarada başlıklı yazı Bayram KAYA tarafından 8.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.