1978 Yılıydı. Her gün kelle koltukta ve nereden geleceği belli olmayan bir serseri kurşunla hiç yoluna ölmek korkusuyla tam dört sene, hiç aksatmadan, boykot ve işgaller ile resmi ve dini bayram tatilleri dışında açık olabilen okulumu, yani İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünü bitirmiştim. Hem de liseyi matematik ve fizik dersi yüzünden beş senede bitiren ben, Fakültede derece yapmıştım. Yeniçağ bölümünde benden daha yüksek not alarak mezun olan yoktu.Aslında bilseydim sadece okulu bitirmek için yeterli notu almanın kafi olduğunu; bilseydim ileride bir takım koltukları doldurmak için ille de çok çalışkan, derece yapmış olmak gibi özelliklerin yetmediğini yine de o kadar çalışır mıydım? Çalışırdım sanırım. Çünkü İski de sayaç okuma memuru olarak çalışan abimin eline bakıyordum Beni okutabilmek için ayağına ayakkabı, sırtına palto alamayan abimin, ’ Bu benim kardeşim, kendisi üniversiteye gidiyor ’ diye arkadaşlarına ve dostlarına hava atan, gözlerime baktıkça gözlerinin içi parlayan abimin  yüzünü  kara çıkarmamalıydım.

Evet okulum bitmişti nihayet. Evde bayram coşkusu yaşanıyordu. Eyüp ilçesi Piyerloti Kahvesine çok yakın iki göz, kiracısı olduğumuz kontrplak çatılı gecekonduda bayram vardı. Bu evden bir öğretmen çıkacaktı.Biri İski de memur diğer ikisi mermer fabrikasında ciğerlerine mermer tozu çekerek çalışan kardeşlerin dördüncüsü okumuş adam(!) olmuştu. 

Öğretmenlik başvurusu için tüm evrakları tamamladım. Sıra ’ Yurdun her yerinde görev yapabilir’ raporuna gelmişti. Taksim İlkyardım Hastanesinden alabilirdik kolaylıkla. Çünkü oranın baştabibi abimlerin kurumun doktoruydu. Ama umduğumuzu bulamadık maalesef. O raporu alamadım ayağım sakat olduğu için.

Yapılacak tek şey vardı. O sırada İstanbul Defterdarlığının açtığı memurluk sınavına baş vurmak. Onu yaptım ben de ve Sirkeci Gider Vergi Dairesinde memur olarak işe başladım bir hafta sonra. Ama aklım hep öğretmenlikte. 

Öğle yemeklerini hep dışarıda çay-simit türünden şeylerle atlatırdım. O gün nasıl olduysa ben de Defterdarlığın yemekhanesine gittim. Bir de ne görsem iyi: Fakülteden arkadaşım Suna da orada. O da memur benim gibi. Ama o farklı. Raporunu filan halletmiş, öğretmenlik için tayin kuralarını bekliyor. Aradaki zamanda da biraz para kazanmak için girmiş bu sınavlara ve kazanarak memur olmuş.

- Oooo Sami merhaba.. Nasılsın ne işin var senin buralarda.
- Sorma be Suna. Bundan sonra artık hep buradayız.
- Neden, bir iki ay sonra öğretmeniz oluuum. Ne işimiz var bu evrak yığınlarının arasında
- Sen öğretmensin ben değil?
- Allah Allah neden?
Her şeyi anlattım Suna’ya
- Ya bak Sami ne diyeceğim. Benim Haydarpaşa Numune Hastenesinde bir hemşire arkadaş var. Şimdi sen hiç müracaat etmemiş gibi yeniden müracaat et. O arkadaşın da yardımıyla evel Allah alırız o raporu sana
- Olur mu ki
- Bir deneyelim. Hem ne kaybedriz ki?
- Haklısın be Suna ne kaybederiz ki

Bir Ermeni kızı olan arkadaşım Suna ( Bunu özellikle yazdım. İnsanlık denilen mefhumun din, dil, ırk, cinsiyetle bir alakası olmadığını vurgulamak için ) yeni bir umut ışığı yakmıştı benim için. 

Ertesi gün Suna da ben de üç gün izin aldık kurumlarımızdan. Birlikte Haydarpaşa Numune Hastanesine geldik. Bahsi geçen hemşireyi bulduk.Kızcağız aldı eline heyet kağıdını odalara dalıyor imzayı alıp çıkıyor. Tüm poliklinikler tamam. Sıra asabiyede. ’ İnşallah asabiyenin asıl doktoru yoktur. O Amerika’daydı. Gelmişse işiniz zor ’ dedi. kapıyı tıklattı. ’ Giiirrrr ’ sesiyle kafasını içeri uzatırken bize döndü ve ’ Eyvah ’dedi.

Amerikadaki asabiyeci dönmek için beni beklemiş anlaşılan. Adam beni çağırdı içeriye. ’İleri yürü, geri yürü, tek ayak üstünde dur’ filan derken yarım saat uğraştı benimle ve tamam çık dedi...Az sonra hemşire hanım da çıktı. ’Öğleden sonra raporun yazılacak şimdi isterseniz gidin öğleden sonra gelirsiniz’ dedi 

Suna ile hastane bahçesine çıktık ve öğleden sonra denilen o bir asırı beklemeye başladık.

Bir kaç asır sonra öğleden sonra oldu . Heyet kapısı önünde bekliyorum. Hemşire hanım elinde bir kağıtla çıktı odadan. yandaki camlı bölmeli odaya girdi. Biz de tabii ki. Oradaki memurelere ’ Bu belgenin altına ’ Yurdun her tarafında görev yapabilir yazılacak ’ dedi. Aman Allah’ım kalbim duracak sanki....Memure kız hemen yazdı denilen ibareyi... Aman Ya Rabbim ...Öğretmen oluyordum.....Sonra yine içeri girdi o belgeyi tüm doktorlara imzalatmak için. Ohhhh beeee...

Olamazzz....Yine mi asabiyeci. Taksim ilk Yardımda da asabiyeciydi raporu verdirtmeyen.

- Kızım sen Angutmusun? Ben sana ne dedim ha ne dedim? Bu rapora ’ Yurdun her tarafında görev yapabilir ’ yazsınlar mı dedim. Aşık mısın ne b.k sun? Hemen yenisini yazdır. Ben nasıl dediysem. Senin tanıdığınmış tamam da biz de okka altına girmeyelim onun bunun herifi için
- Özür dilerim hocam.


Hemşire ağlamaklı çıktı dışarıya...Ben ondan da ağlamaklı. Ve rapor yeniden yazıldı: ( Tıbbi ifadelerden arındırılmış hali şu: )

’ SOL BACAĞI ÇOCUK FELÇLİDİR. DURUMU YASALARA UYDUĞU TAKDİRDE ÖĞRETMENLİK YAPABİLİR ’

Yasalar mı? İyi ama O yasalar ayağı sakat olanlar öğretmenlik yapamaz diyor. ( O günün şartlarında öyleydi. Şimdi nasıl bilmiyorum ) 

Üzgün, Kırgın aldık elimize raporu ver elini İstanbul İl Milli Eğtim Müdürlüğü. Diğer evraklarla birlikte bir zarfa koyduk ve Ankara’ya postaladık. Böyle bir raporla öğretmen olmam mümkün değil ya yine de yüzde bir de olsa ihtimal, değerlendirmek lazım. Hem Allah’a şükür bir işim var. Aç değilim açık değilim.

- Samii çok mu üzüldün?
- Yok Be Suna ne üzüleceğim. Allaha şükür bir işim var. Maaşım var. Haylalerim vergi memuru olmak değildi ama naapalım nasip.
- Ağlıyorsun ama
- Ne ağlaması ya gözüme toz kaçtı.
- Kusura bakma yemedim. Haydi gel bir kahve içelim. Bendensin.

Of anasını satayım offff. Ne kahvesi ya şöyle doya doya zil-zurna sarhoş olmak istiyorum. Yanımda Suna olmasa uzanacağım Sultan Ahmet Meydanının çimlerine vuracağım şişenin dibine dibine ya, Suna yanımda...Ayrıca içki nasıl içilir onu da bilmiyorum. Pardon, babamdan çok gördüm ya , ondan her halde nefret ediyorum. 

Ah be Suna ... Sen ne güzel bir kızsın böyle...Fakülte yıllarında bizimkiler seni zorla yürüyüşe alınca bana gelmiştin hani ’ Sami biliyorum sen bizden değilsin ama iyi bir insansın . Öteklere benzemiyorsun. Şimdi bizimkiler beni, sizinklerin yürüyüşünde görürlerse canıma okurlar. Bana yardım et ’ demiştin. Ben de ’ Gel benimle deyip senin elinden tutmuş ve bizimkilere ’ Arkadaşlar benim ayağım sakat yürüyüşe devam edemeyeceğim. Bu da teyzemin kızı. Onu da yalnız bırakamam. Bize müsade ’ deyip o yürüyüşten sıyırmıştım seni. O gün ben senin elinden tutmuştum. Bu gün de sen benim....Zaten bir daha da hiç el ele tutuşamadık . 

Türkiye’nin en ücra köşelerinde, ıssız bir dağ başında bile olsa öğretmen olamaya razıyken piyangoda büyük ikramiye bana vurmuştu. Hem de hiç beklemediğim bir anda, beklemediğim şekilde. Hayatımda hiç görmediğim, tanımadığım, adını bilmediğim bir insanın elleriyle...O insan kimdi bilmiyorum ama bana kurada Antalya’yı çekmişti. Ben ’ Sol bacağı cocuk felçlidir. Durumu yasalara uyduğu takdirde öğretmenlik yapabilir ’ raoprum yüzünden kura çekimine bile gitmemiştim. Nasılsa olmayacaktı....Ama olmuştu. Bir mucize gerçekleşmiş ve raporun altındaki yazı kimsenin dikkatini çekmemişti.

30 Ekim 1978 de Manavgat’taydım artık. İmam-Hatip Lisesine verilmiştim. Ben daha okula adım atmadan ders proğramım da yapılmıştı. 8 Saat Sosyal Bilgiler, 4 Saat Tarih, 4 Saat müzik, 2 Saat Turizm, 2 Saat Beden- Eğitimi Dersine girecektim. Evet yanlış okumuyorsunuz Beden Eğitimi dersine de girecektim. O zamanki Okul Müdürüne ’ Hocam benim ayağım sakat, Beden Eğitimi Dersine giremem, Öğrenci iken bile Beden Eğitimi Dersine girmedim ben ’ dediysem de Müdür Bey ’ Ayağınızın sakat olması Beden Eğitimi Dersine girmenize engel değildir . Gerekirse 2. Dönem sizden alırız ama şimdilik devam edeceksiniz’ deyince ’ Tamam madem ’ dedim ve uzatmadım. Alt tarafı çocukların eline bir top verip bahçeye salacaktım. Diğerlerinin yaptığı gibi....Ama Aklıma Aziz Nesin’in ’ Yaşar- Yaşamaz’ı’ gelmişti. Öğretmen olmak istiyorsun ’ Olmaz sakatsın ’ , ’ Sakatım ’ diyorsun , ’ Olmaz sağlamsın ’ 

Kısa süre otelde kaldıktan sonra bir kerpiç gecekondu bulduk kiralık. Toplam bir kilim, bir yer yatağı, tüplü ocak, çaydanlık ve demlik,bir tel dolap, İki tencere ve bir kaç çatal, kaşıktan ibaret olan eşyamı eve attık...Haa bir de ütü. O, hayati öneme haiz..

Komşum Mehmet Abi ve Eşi Emine abla , az zamanda eksik bazı eşyamı da kendi eskileriyle tamamlamaya çalıştılar. Bayağı bayağı bir koprador evi!!! olmuştu evim. Ama yalnızlık koyuyordu hani. 

Eve iyice yerleştikten sonra gördüm ki yalnız değilim. Öce sivri sinekler ’ Hoşgeldin. Bir kanını içmeye gelmiştik ’ dediler. Onlara Sami kanı çaylar demledim. Doya doya içtiler. Misafirlik aslında bir gün olur ama onlar her gün arz-ı endam etiler sağolsunlar. Sonunda baktım çok yüzsüzler Önce camlara tel örgü koydurdum. Sonra da bir cibindirik ( Cibinlik değil- cibindirik...Manavgatlılar öyle diyor ) yaptırarak bu yılışık misafirlerden kurtulmaya çalıştım. Ama baktım ki evde benden başkaları da var. Kira mira vermeden yatıp kalkıyorlar....

Bu diğer dostların adı fareymiş. Büyük çoğunluğu fındık cinsi olmakla beraber tarla cinsi de var. Tarla Cinslerini sevemedim. Ama fındık cinsleri çok sevimli. Boncuk gözleri, minicik burunları, titrek bıyıkları ve sevimli kuyruklarıyla ’ Abi hoş geldin, nasılsın, peynir var mı peynir?’ dediler önce..(Ayyy Canlarım benim. İnsan ’ Al da ye ’ diyor).... Ben de ’ Peynir size kurban olsun ne demek’ diyerekten tel dolaptaki peynirden bir parça önlerine koydum. Kemal-i afiyetle yediler.

Farelerle kısa sürede çok samimi olduk. Artık deliklerinden burunlarını çıkarıp çıkarıp kaçmıyorlar.daha yakınıma sokuluyorlar...daha....daha...çok daha

Bir gece yatarken baktım yine tıpırdıyorlar. 

- Heeeyyyy uyuyacağım. Sessiz olun bakayım
- Abi korkulu rüya gördüm bu gece senin koynunda yatabilrmiyim?
- Olmaz. bak kocaman tarla faresi oldun neredeyse. Hadi yatağına bakalım.Korkacak ne var? Bak ben de buradayım nasılsa.
Sesler kesildi. Uykuya dalmıştım ki önce elimin parmağını ısırdı usulca...
- Boncuuukkk abicim bak ayıp oluyor ama
Sonra saçlarımdan çekiştirdi dişleriyle
- Boncuk dedim di mi ama? Hadi yatağına. Kızacağım yoksa.
Yorganı Tamamen her tarafıma sardım. Artık hiç bir şekilde koynuma girmesi mümkün değil. ’ sizi gidi sevimli yaramazlar siziiiii ’


Ertesi Güm Mehmet Abinin kapısın çaldım sabahın köründe. Onlar çiftçi oldukları için çoktan uyanmışlardı. 

- Oooo buyur hoca, gel içeri kahvaltı yapalım.
Hiç buyurmaz mıyım? Mehmet Abi’nin her ’ Buyur hoca’sı bir ziyafet.
Kahvaltı bittikten sonra:
- Abi ben aslında buraya hayırlı bir iş için gelmiştim
Mehmet abi ve Emine Abla birbirlerine baktılar. Bir oğulları vardı Mustafa ( Ki o benim öğrencim ) Bir de Zeynep’leri vardı ki o da henüz kundakta 4 aylık... 
- Abi ben sizin kıza talibim.
- Hoca bak seni severim ama bizim buralarda, sizin memleket gibi beşik kertmesi adeti yoktur. Hem Zeynebi kimle kertmeyi düşündün?
- Ya abi Ne Zeynebi ben öteki kızınıza Allah’ın emri peygamberin kavliyle talibim.
- Ya hoca ne kızı? Bizim başka kızımız var da bizim mi habarımız yok?
- Yav var ya şu sizin emektar Tekirin büyük kızı Sarman. İşte ona talibim. 
Mehmet abi ve Emine abla gülmekten yerlerde yatıyorlar.
- Allah seni davul ede e mi hoca? Ben de ne sandım. Verdim gitti. 

Hemen orada Mustafa, Zeynep ve Emine ablanın şahitliği Mehmet abinin memurluğu ile Sarman’ı kendime eş olarak aldım ve pembe pancurlu olmasa da mes’ut ve bahtiyar yuvamıza naklettim.

Boncuk ve diğer dotlarım, üzerlerine gelen bu kumadan hiç mi hoşlanmadılar. Kısa süre içinde baktım ortalardan kayboldular. Adam aklıllı küstüler galiba? Tek anlayamadığım şey onlar azaldıkça Sarman’ın şişmanlamasıydı. Buna hiç anlam veremedim. Hâla düşünür dururum fareler eksildikçe Sarman niçin şişmanlıyordu diye? Ne alaka olabilirdi ki?

 DEVAM EDECEK

( Fareli Köyün Sami'si 1. Bölüm başlıklı yazı Sami Biber tarafından 9.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.