“Yaş otuz beş yolun yarısı eder.” Dizesiyle başlar Tarancı ünlü Otuz Beş Yaş şiirine. Benim yaşım henüz otuz beşlerde değil. Daha otuzlu yıllarımı yaşıyorum. Lakin meslekte yolun yarısını kat ettim sayılır. On beşinci öğretmenlik yılımı çalışıyorum. Oğlum ortaokul öğrencisi. Orta ikide okuyor. Bin bir güçlükle kentin bir varoş mahallesindeki okula atamam yapıldı. Artık her türlü olanaktan yoksun ve dar lojmanlarda yaşamaktan azat oldum.

 

         Seksenli yılların ortaları. Memlekette yapı kooperatifçiliği almış başını yürümüş. İşçiler, memurlar elde avuçta ne var ne yok biriktirdiği paraları ortaya koyup ev sahibi olma sevdasına kapılıyor. Aynı aşkı yaşayanlardan biri de bendim. Beş aile akraba, dayı, amca, teyze çocukları, yedi arkadaş daha bir araya gelip on iki ortaklı bir yapı kooperatifi kurduk. Sözü uzatmaya ne hacet. Kısa sürede arsa alındı. Plan, proje derken hiç ummadık biçimde on iki daireli bir apartman sahibi olduk.

 

         Üç oda bir salon, yüz metre kare alanlı bir daireye taşınmak büyük mutluluk kaynağı oldu bizler için. Gerçi köyümde baba evimiz köy koşullarına göre orta büyüklükte, bizlere yeterli mutfağı, konuk odası ve de ayvanları olan bir güzel bir evdi. Ya on dört yıl çalıştığım köylerde; konuttan yana hiç şanslı olamadım. Çok küçük lojmanlarda yaşadım. Demek ki çile çekmeden rahata kavuşmak pek olası olmuyormuş!

 

         Kooperatifimizin adını verdik apartmanımıza. Söz apartmanı. Sağlıkçılar, öğretmenler ve ziraatçılardan oluşuyordu kat malikleri. Her meslek grubunun ilk harflerini alınca ortaya çıkıyordu apartmanımızın adı. Bir yıl içinde taşındık yeni evlerimize. Bacalarımızdan kömür dumanı tütmeye başladı.

 

         Çoğu akraba olan bizler ve yeni komşularımızla kısa sürede kaynaştık. Komşuluk ilişkilerini dostluk düzeyine taşıdık. Farklı illerde oturan arkadaşlarımız dairelerini kiraya verdiler. Kiracılar, bizler adeta aynı köyde, bucakta doğup büyümüşçesine tanışıp kaynaştık.

 

          Otuzlu yıllarımızı yaşıyoruz genelde. Sadece yeni evli genç bir kiracı var aramızda. Eskişehirli dünya tatlısı insanlar. Seksenlerde aileler arasındaki ilişkiler bir farklıydı. Hemen hemen her gece bir arkadaşın evinde toplanıp birlikte spor karşılaşmalarını izlerdik. Okey oyunu oynardık. Şaka şenlik içinde günün yorgunluğunu atardık. Birlikte yeni yılı karşılardık. Teravilere gider, dini bayramlarda topluca bayramlaşırdık.

 

         Benim apartmanıma taşınmam bir ayı geçmemişti. Kat komşumuz bay bayan çalışan bir aileydi. Komşumuzun yaşlı anne ve babasıyla bir arada oturuyorlar. Okuldan eve henüz dönmüşüm. Yaşlı teyzemiz kapımızı çaldı. Çok heyecanlıydı. Beyinin aniden rahatsızlandığını söyledi. Aynı katta üç daire var. Diğer kat komşum iki kızı olan bir öğretmen arkadaş. O da okuldan yeni dönmüş evine, eşi ebe.

 

         Hemen komşunun evine daldık. Amcamızda ses sade yok. Bir taraftan alt katta oturan bir kiracı arkadaşın minibüsüm hazırlandı. Hastayı, öğretmen arkadaşla apar topar minibüse taşıdık. Yakında Asker Hastahanesi var. Hastahaneye kısa sürede vardık. Doktor geldi. Muayene etmek istedi. Yaşlı amcamız üç günün ölüsü. Kim bilir? Belki de aniden fenalaşan yeni tanıştığımız yaşlı insan, dördüncü kattan aşağıya taşırken kollarımızın üstünde can teslim etmişti. Oğlu ve gelini daha sonra gelebildiler.

 

         Komşuluk görevimizi yapmıştık. Lakin ölüme çare yok. Böylesi acı durumlarda da koşulsuz birbirimizin yardımına koşmak bizleri birbirimize daha da yakınlaştırdı. Benim kitaplarla aram iyi. Eskişehirli genç komşumla sık sık kitap değiştirip sürekli okurduk. Apartmandaki çocukların İbrahim amcaları olarak derslerine yardımcı olmak gibi bir görev üstlenmiştim. Matematik problemlerini birlikte çözerdik. Bazen de yanıma yaklaşır boyunlarını büküp, mahcupça söylerlerdi:

 

         “İbrahim amca, kompozisyon ödevim var. Yazar mısınız?” Yazmam mı? Hemen döşenirdim. Daha sonra sorardım:

 

         “Kompozisyon ödevinizden kaç aldınız?” diye. Elbette yeterli notlar alırlardı. Tembihlerdim. Kompozisyonlarınızı kendiniz yazın diye. Komşular arasındaki yardımlaşma üst düzeydeydi. Birimizin kömür almış. Hemen teklifsiz koşar yardım ederdik kömürleri taşımak için. Badana boya işlerini yardımlaşarak kendimiz yapardık.

 

         Bir gün ilginç bir haber bomba gibi düştü apartmanımıza. Trabzonlu kiracı bir aile oturuyor bizden bir alt dairede. Trabzon’un bende farklı bir yeri var. Dokuz yıl o güzel kentin altın kalpli, heyecanlı insanları arasında yaşadım. Üç yıl Öğretmen Okulu ve altı uzun yıl da köylerinde çiçeği burnunda bir öğretmen olarak çalıştım.

 

         Kiracı arkadaş kalfa, eşi ev hanımı. Onlarla da çok yakinen görüşüyoruz. Trabzonlu yengemiz beşi bir yerde altınını, bir o kadar da pahalı altın zinciriyle beraber kaybetmiş. Sobalar var evlerimizde. Kömür sobaları. Sobanın külünü apartman yakınlarında bir yere dökerken kaybettiğini ihtimal olarak söylüyor. Apartmanımızın yakınında bir gece kondu var. Yakınımızda başkada komşu konut yok. Olay apartmanda tayfun etkisi yaptı. Her gün konuşulur oldu aynı konu. Acaba sakinlerimizden birisi mi buldu kayıpları?

 

Altın bu! İnsanlar altın için ne büyük uğraşlar vermişler. İnsan tamahı. Kim bilir kim buldu. Aradan günler geçti. Trabzonlu komşu arkadaş kalfa. Farklı şehirlerde iş tutup hafta sonları evine geliyor. Her gelişinde aynı hayal kırıklığıyla karşılaşıyor. Kayıp bulunmadı!

 

Yine böyle bir hafta sonu kalfa arkadaşımız evine, apartmanımıza döndü. Bir haber uçuruldu. Bu haber kısa sürede tüm komşular arasında konuşulmaya başlandı:

 

“Halil Kalfa İstanbul’da bir büyücüye gitmiş. Eşinin beşi bir yerde altınını altın zincirle kaybettiğini anlatmış. Büyücü günah işleyerek çok etkili bir büyü yapmış. ‘ Eğer kayıpları bulan kişi altını geri vermezse onun sidikliğini bağlayacağım. Yaptığım büyü çok etkilidir. Kayıp bu anda bir odada yatakların altında duruyor… Dünyanın neresine gitse bu kişi bir daha ihtiyacını karşılayamaz. Doktorlar büyümü çözemez.’ ” Büyücü sözlerine devamla:

 

“Bu haberi bütün komşularınıza duyurun. Dairenizin giriş kapısına bir paspas bırakın. Kayıpları bulan kişi altını o paspasın altına bıraksın… Günahlara gark olarak bu büyüyü yaptım. Bir kez daha aynı günahı işleyip böylesine etkili büyü yapmayacağım.” Diyerek sözlerini tamamlamış.

 

 Şaka değil anlatılarım. Bu öykümü yazarken büyü konusunu Kuran-ı Kerim’de okudum.

 

Değişik görüşleri inceledikten sonra kuvvetli olan görüş doğrultusunda konuyu özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir. Hârut ve Mârut Hz. Süleyman döneminde Babil'de insan şeklinde ortaya çıkan, insanları "küfür"e düşmemeleri, kötülük için kullanmamaları şartıyla insanlara sihir öğreten, insanların bu yolla imtihan olmalarına vesile olan iki melektir. Sihir ilmini kötülük ve küfür yolunda kullanan fâsık insanlar ve şeytanların aksine Hârut ve Mârut insanlardan onu kötülükte kullanmamaları konusunda söz alıyor, sonra öğretiyorlardı. Fedakar KIRMAZ”

 

Buna yakın tefsirlere rastladım kutsal kitabımızda. Evet, sihir-büyü olgusu başlı başına bir başka bilinmezlik konusu. Büyük amcam aydın görüşlü bir mollaydı. İbadetlerini huşu içinde yapar, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmazdı. Ellili, altmışlı yıllarda köyümüzde gelenekleşen bir uygulama vardı. İlkokulu bitiren çocuklar bir yıl köyde kalıp amcam ve onun gibi mollalar elinde hatip ederlerdi. Bir sonraki yıl öğretim hayatına devam ederlerdi. Amcam yıllarca böyle bir görev yaptı. Ona sormuştum büyü konusunu. Amcam:

 

Bazı ayetleri tersten okuyup büyü yapıldığını ve böylesi eylemin aşırı günah olduğunu söylemişti.

 

Biz Söz apartmanına dönelim. Sözü fazla uzatmaya ne hacet! Halil Kalfanın büyü yaptırdığı haberinin duyulmasından bir hafta sonra altınlarını kaybeden yengemiz kayıplarının kapısının önüne bıraktığı paspasın altında bulduğunu söyledi. Nazmiye yengemizin mutluluğu bizleri de sevindirdi.

 

Bu konuda yorum yapmak gerekirse ilginç savlar ileri sürebilirim. Büyücü, büyü yaptığının tüm apartman sakinlerine özellikle duyurulmasını neden istemişti? Bu istekle kaybı bulan üzerinde bir tinsel baskı yapmak değil miydi? Bunun gibi daha neler düşünülebilir.

 

Ne diyeyim… Kutsal kitabımızda cinler, büyü hakkında ayetler var. Şunu diyebilirim çıplak gözle görünmeyen varlıklar olarak betimlenen cinleri artık aramızda dolaşıyor. Büyücüler de çok fazla. Bizler bilimden uzaklaştıkça sorunlarımızın çözümünde büyücülerden medet umuyor cinleşmiş hemcinslerimizin akıl almaz becerilerine kanıp çarpılıyoruz.

 

 Anladığım kadarıyla, kaybın bulunmasında büyücü gizemli büyü sanatını ve psikoloji biliminin inceliklerini harmanlayarak bir iş çıkarmıştı. Elbet zanaatı için de Halil Kalfadan yüklü bir miktar para aldığı da belirtmeden geçmeyelim.

( Bilim Mi Büyü Mü? başlıklı yazı sahara tarafından 20.02.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.