Mesleğe
ilkokul öğretmeni olarak başlayan daha sonra eğitimi devam ettirip ilköğretim
müfettişi olan bir arkadaşım anlattı bu öyküyü. Mesleğimin ilk yılları.
Rize’nin ilçelerinin uzak bir köyünde çalışıyorum. Köyde ikinci yılım. Üç
öğretmeniz, okul müdürümüz evli, okulun lojmanında oturuyor. Diğer arkadaşımla
biz bekârız. Hafta sonları Trabzon’a kadar gidip maç izliyoruz. Bol bol
sinemaya gidiyoruz.
Doğa bir
harika. Köyümüzün yamaçları yeşil çay bahçeleriyle kaplı. Çay dikilmeyen yerler
çok az. Mısır, fasulye, karalahana olmak üzere Karadeniz Bölgesi’ne has ürünler
yetiştiriliyor. Köyün yukarıları ulu kestane, gürgen, palamut ağaçlarıyla
kaplı. Doğa yaz kış yemyeşil. İlkbaharda ormanların kenarlarındaki makilerin
renk renk çiçeğe durmaları, ağaçların yaprak açmaları tam bir renk zenginliği.
Sadece bu bölgeye has bir farklı güzellik.
Karadeniz
insanı sıcakkanlı, hareketli cıvıl cıvıl. Sevecen ve konuk sever. Biz de genç,
deneyimsiz öğretmenleriz. İşimizi biliyoruz. Kimsenin etlisine- sütlüsüne
karışmadan öğrencilerimizle iç içe, gönül gönüle günlerimiz geçiyor.
Köy kahvesinde bazı
geceler daha çok orta yaşlılarla pişti, tavla oynuyoruz. Köy öğretmenisin!
Kahveye de gideceksin, camiye de. Lakin öğretmen olduğunu unutmadan.
Fikirlerinle, davranışlarınla, kılık-kıyafetinle farklı olmalısın. Hele de bekâr
öğretmensen sözlerine, davranışlarına daha bir özel önem vermelisin…
Okulda öğrendiğimiz
teorik bilgileri çocuklarla, yurttaşlarla birlikte pratikte de uygulayarak
mesleğin inceliklerini her geçen daha çok vakıf oluyorum. Uzun kış gecelerinde
çokça kitap okudum. Bazı gecelerde de ağabeyimden ödünç aldığım akordeonla
müzik yaptım.
Okullar açılalı hayli
zaman geçti. Rize ülkemizin en çok yağmur alan ili. Sonbahar, özellikle kış
mevsimi her gün yağmur yağar. Sisten, pustan görüş alanı daralır. İnsanın ruhu
sıkılır. Bir gün, beş gün olsa çekilir. Güneşe hasret günlerim aksak-topal
geçiyordu. Kurban bayramı yaklaştı. Hafta sonuyla birlikte bir haftalık tatil
yapma şansı yakaladık. Şavşat’taki köyüme gitmek için altın bir şans doğdu.
Bayramı köyde geçirir, anne-babamın ellerini öperim düşüncesi kalbimde bir
sevinç yumağı oluşturdu.
Sisli bir Kasım sabahı köyün
tek minibüsüyle Rize’ye kadar gittim. Yaşlı anne ve babama giysi türünden
hediyeler aldım. İlçemizde çalışan ağabeyime, yengeme, çocuklarına da hediyeler
almamazlık edemezdim. Onlar benim öğrencilik giderlerimi karşıladılar. Maaş
alıyorum. Sevdiklerimi çam sakızı çoban armağanı hediyelerimle mutlu etmek
farklı sevinçler yaşayabilecektim. Ağabeyimin akordeonunu da yanıma aldım.
Rize’den dolmuşla Hopa’ya gittim. Hopa’dan
direkt Şavşat’a vasıta bulmayı umuyordum. Mümkün olmadı. Artvin’de aktarma
yapıp ancak kendi ilçeme varabilecektim. Eşyalarımı Hopa otobüs terminalına
bıraktım. Bu arada biletimi de aldım. Otobüsün kalkış saatini beklemeye
başladım. Hopa denizin kıyısında kurulmuş şirin bir ilçe. Rize’den gelen kara
yolu sahil boyunca ilerliyor. Denizi seyredeyim diye sahil yoluna doğru
yöneldim. Bulutlar çekildi. Güneş yüzünü göstermeye başladı. Öğretmen okulundan
tanıdığım Hasan aniden karşımda bitiverdi adeta. Selamlaştık, sarıldık. Tatlı
bir sohbete başladık.
Hasan çok konuşan,
kızlarla ilgili ilginç fıkralar anlatan bir arkadaşımızdı. Aşırı samimi olmasak
bile yine de arkadaştık. Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz örneği Hasan
aynı fıkrayı ikinci kez daha farklı sürümle anlatırdı. Giresun’da çalıştığını
söyleyip başladı anlatmaya:
“Meslek değiştirdim
dostum. Polis oldum. Uzak köylerde öğretmenlik yapmak bana göre değil. Çalışan
bir kız buldum mu gerisi düğün bayram. Bir hemşire ile tanıştım… Sen ne
yapıyorsun? Köylerde canın sıkılmıyor mu?”
Sınavlara hazırlandığımı
söyledim.
“Yeterli puan
tutturabilirsem öğrenimime devam edeceğim. Köyden dönünce daha bir sıkı ders
çalışacağım…” diyerek sohbeti koyulaştırdık. Bir taraftan da saatime
bakıyordum. Hasan bu kez:
“Bu gece Hopa’da kalıp
bir arkadaşımla buluşacaktım. Neyse onunla sonra görüşürüm. Seninle birlikte
geleyim. Yolda bol bol sohbet ederiz.” Diyerek benimle gelmeye karar verdi.
Terminala doğru yürüdük. Hasan, bilet
satan elemana yaklaşarak söylenmeye başladı. Ses tonunu artırarak sert sert
konuşuyordu:
“Ben sivil polisim! Gizli
bir görev için ilçenizdeyim. Artvin’e kadar geçeceğim. Bu bey benim arkadaşım.
Bizden de ücret mi alacaksınız?”
Hasan yapma etme dememe kalmadı. Benim
ödediğim parayı geri aldı polis dostum. Otobüs kalkmak üzere. Yerlerimize
geçmek üzereyiz. Yanımıza uzun boylu, güçlü kuvvetli iki adam geldi. Polis
kimliklerini gösterdiler. Evet, bu beyler gerçek sivil polismişler! Film koptu.
Hasan’da söz bitti. Yüzü tebeşir beyazına dönüştü. İki memurun refakatinde
karakola kadar gittik.
Hasan’ın polislik
serüveninin gerçek polislerin kimliğini çıkardıkları zaman sona erdiğini
üzülerek gözlemledim. Karakolda yapmayın etmeyin. Bir yanlış anlama oldu
dememize kimse inanmadı. Nezarete kadar gitmek varmış kaderde. Bizi nezarete
gönderen nöbetçi polis:
“Bu gece nezarette bir
güzel dinlenin! Sabah ola hayrola. Durumunuz yarın değerlendirilir.” Vay be!
Gençlik. Öğretmen olmuştuk. Lakin başımızda hala kavak yelleri esiyordu. Hasan
aynı Hasan! Polislik öyküsü yalanmış. Benim gibi öğretmen olarak Giresun’un bir
köyünde çalışıyormuş. Ben de onun kayığına binmiş oldum bir kere! Nasıl da
inandım, diye hayıflanmaya başladım! İş işten geçmişti!
Nezarette bizimle
birlikte orta yaşlı bir adam daha vardı. Ona vukuatını sormadık bile. Küçük bir
oda, iki ağaç sandalye. Ahşap üçlü bir
bank vardı. İşte Hopa nezarethanesi! Valizlerimizi banka koyduk. Derin bir
nefes alıp birbirimizin yüzüne bakmaya başladık. İkimizi de bir gülme krizi
tuttu. Sormayın gitsin! Aptallığımıza gülüyorduk!
Sanat nelere kadirsin!
Yine imdadıma yetişti. Sabaha kadar yanımdan ayırmadığım akordeonla kader
arkadaşlarıma konser verdim! Karadeniz, Kafkas ezgileri nezarethanenin
duvarlarında yankılandı uzun uzun.
Bir ara yeni tanıştığımız
tüccar kılıklı yurttaş da vukuatını anlattı. Alacak-verecek yüzünden kavgaya
tutuşmuş. Parasını ödemeyen adama birkaç tokat atmış.
“Haklı iken haksız duruma
düştüm…” diye yakınıyordu. Bir ara Hasan yine coştu. Polislik marifetini iyi
bir iş yapmış gibi ballandıra ballandıra anlatmaya başladı. Adının Harun
olduğunu söyleyen adam başladı bizlere öğüt vermeye. Hasan’ın yüzüne bakarak:
“Yeğenin, ‘dilim sende
kale var, dilim sende bela var’ sözünü benden duymuş ol. Her yerde her şaka
yapılmaz. Bir hiç yüzünden buradasınız. Ben ise bedava tokat atmadım. On bin
liralık alacağım vardı. Adam her gün başka başka hikâyeler anlatıyordu parayı
ödememek için. Gerçi iyi oldu sizin burada olmanız benim için de. Arkadaşın
müziği ile bizi ihya etti.” Uyumadan sabaha kavuştuk. Karakola götürüldük.
Karakol amirine durumu
olduğu gibi anlattım. Amir babacan bir adamdı. Bıyık altından gülmeye başladı:
“Yoksa müzik aletini bir
yerden aşırdın mı?” diye de sordu. Birkaç nasihattin sonra beni azat etti.
Hasan’ı bırakmak istemiyordu.
“Arkadaşına kefil olur
musun?” diye sordu. Haliyle kabul ettim. Sefilce karakoldan ayrılıp terminale
doğru yürümeye başladık. Aynı araba ile yolculuğumuzu tamamladık
Şavşat’a vardığımız zaman
ikindi olmuştu. Açık kalplilikle söyleyeyim; yolculuk süresince Hasan’dan bir
özür, kendisine kefil olduğum için teşekkür bekledim. Beklentim karşılıksız
kaldı. Hayal kırıklığı yaşamadım değil.
Yaşadığımız serüvenden bana, “dilim sende kale var dilim sen de bela var” sözünü
yadigar kaldı.