HOŞGÖRÜ, SEVGİ VE MUTLULUK
Bize yapılan
haksızlıklar bizi üzüyor mu ?
Dışımızdan iki şekilde etki alırız. Ya bu
bir fayda veya menfaattir, ya da zarar yani hayırdır. He iki halde de bizim
için menfaatler söz konusudur. Birisi bize bir iyilik yapmıştır. Bunun
neticesinde bir menfaat elde etmiş oluruz. Bu tabiî ki iyi bir şeydir ve biz
bundan sevinç duyarız. Ya da bize birisi bir kötülük yapmıştır. Bu olaydan
dolayı maddi bir zarar görmüş olabiliriz. Bu da bize kötü gözüken şer bir
olaydır ve bundan üzüntü duyarız. Halbuki bu kötü olay eğer sabredebilir ve
etkilenmezsek bizim için hayırdır. Çünkü bu olay karşısında, Allah bize yapılan
bu haksızlık ölçüsü kadar sevapları karşı taraftan alıp, anında bizim
hesabımıza yazacaktır. Sonunda bize kötü gözüken bu olayda bizim için hayır
olacaktır. İşte esas mesele bizim bu olaylar karşısında göstereceğimiz duygusal
tepkilerdir. Bu duygular ya iç ve dış dünyamızda bizi mutsuzluğa ya da
mutluluğa götürecek olan davranış biçimlerini oluşturacaktır.
2/BAKARA-216:
Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrehû şey’en ve huve
hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve
entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Savaş,
o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o,
sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o, sizin için bir
şerrdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Önemli olan olaylar değil, bizim bu olaylardan
aldığımız etkilerdir. Bir olaydan bir kişi az etkilenirken, diğeri çok
etkilenebilir, Veya bir başkası hiçbir şekilde etkilenmez. Etkilenmemizin en
büyük sebeplerinden birisi başkalarının bize karşı bizim istediğimiz şekilde
bir davranış biçiminde bulunması beklentimizden kaynaklanmaktadır.
Beklenti içinde ve mutsuzsak sebebi nedir acaba
?
Hayatın en önemli bir düş çıkmazı...
Beklenti...
Ne gibi
beklentilerimiz olabilir ?. Örneğin neye ne çok üzülürüz ? Haksızlık
yapılınca, kötü muamele ve hakaret edilince, hakkımız yenince, emeğimiz
görülmeyince, değer verilmeyince, fedakarlıklarımız bilinmeyince ...
İşte haksızlık yapıldığında aslında karşımızdakinden
adil olması beklentisindeyiz. Karşımızdakilerden, emeğimizi görmeleri, değer
vermeleri beklentisindeyiz. Ve bu beklentimiz karşılanmayınca da üzüntü
içindeyiz. Aslında yukarıdaki cümlede baktığımızda, kendi sahamızda değil,
karşımızdakinin sahasına girip onun bir şeyler yapıp yapmaması noktasında fikir
olarak müdahalemiz olduğunu görüyoruz ki, insanların yanlış yapma ya da yapmama,
haksızlık yapma ya da yapmama, emeği görme yada görmeme gibi kendi serbest
iradeleri ile karar verecekleri yapıdan kendimize üzüntü çıkardığımızı görüyoruz.
Oysa işin bu kısmı onların davranışları ve
onların kararlarıdır ki, "haksızlık yapmak, yanlış yapmak" ve
Allah'ın indinde bundan dolayı gerekiyorsa derecat kaybetme hakları vardır.
Yani bir insan hırsızlık yaptı diyelim.
İçindeki iki sesten biri yapma dedi, diğeri yap dedi. Bilir ki, yaparsa bu
davranışının sonunda hapis var, ama o sırada nefsi ağır basıp yanlış olanı
seçebilir ve sonucuna da katlanması gerekir. Sonuçta ''yanlış yapmayı"
seçme özgürlüğünü kullanmış ve seçiminin bedelini de ödemek durumunda
kalmıştır. Onun serbest iradesi ile yanlışı seçmesinden dolayı, olduğunu iddia
ettiğimiz bizim aldığımız tavır his düşünce, bizim kendi sahamızda onun
davranışından bağımsız gerçekleşen iki ayrı olaydır aslında. Biz de kendi
serbest irademizle o yapılana karşı bir duygunun seçimini yapıyoruz;'
öfkelenmek veya hoş görmek. Yani işin bu kısmı da bizim elimizde.
Sonuçta fark etmeliyiz ki serbest irademiz
ile nefsimizin taleplerine uyup uymama özgürlüğünü Rabbimiz bu dünyada bize
vermiş. Sadece sonucunda da o yanlışı, adaletsizliği vs. işlemekle
kaybedeceklerimizi ve işlememekle kazanacaklarımızı da başta ortaya koymuş. Ama
diliyorsan işle ve sonuçlarına da katlan diyor.
Şimdi Rabbimiz bizlere bu serbestliği
vermiş iken, bizim sorularımız genel de şöyle oluyor "Neden bana bunu
yaptı?" "Şimdi böyle düşünmesi gerekmez miydi? " "Burada
haksızlık etmedi mi? " Ve görüyoruz ki bu sorular aslında hep karşı
tarafın serbest iradesi ile yaptığı seçimleri yargılama soruları. Yani değiştirebileceğimiz
alanda değiliz, kendi sahamızdan çıkmışız, karşıdakinin sahasına girmişiz. Onun
neyi seçip seçmemesi gerektiği üzerine düşünüyoruz.
Halbuki karşımızdakinin yanlışı da seçme
özgürlüğü ve bundan dolayı derecat kaybetmeyi seçme özgürlüğü var. Rabbimiz
karışmıyor ama biz karışıyoruz "neden bunu seçti" diye. Bir de üstüne
üstlük onun bu fiilinden yapımıza göre az veya çok etkileniyoruz. Ama işte
unutuyoruz ki, karşımızdaki kişilerin yanlış yapma özgürlüğü var ve orası onların
sahası. Bu onun bedelini ödemeyecekleri anlamına gelmiyor aslında. Her kim bir
haksızlık yaparsa, seriul hisab olan Rabbimiz ona bunu anında ödetiyor. Burada
önemli olan bizim bu olaylardan aldığımız etkilerdir.
İşte bu noktada top artık bize geçiyor, o
davranışını seçti ve diyelim haksızlık yaptı. Bu onun seçimi, onun yaptığından
etkilenip etkilenmememiz tamamen bizim kararımız. Eğer beklentiyi büyütüyorsak etkileniriz.
Yani karşımızdakinin ne yapması gerektiğini düşününce beklenti oluşuyor. O neyi
isterse seçebilir, emeğimizi görmeyi veya görmemeyi, bizi hiçe saymayı ya da
saymamayı vs. Bu onun seçimi deyip, insan Nefsine de uyabilir ruhuna da
uyabilir, "Yanlış yapma özgürlüğü var" deyip. Beklentimizin yanlış olduğunu,
başkasının sahasında olduğumuzu fark edersek, o zaman oradan çıkarız ve bize
istediği gibi (ruhu ile ya da nefsi ile) davranma özgürlüğünü ona verdiğimizde,
biz de kendi sahamızda bundan etkilenmeyiz. Sonuçta bu onun seçimi, Rabbimiz
bile ona karışmazken biz nasıl karışabiliriz ki?
O zaman insanların yanlış yapabilmeleri,
yanlış karar verebilmeleri, haksızlık yapabilmeleri, o anda nefsi ve ruhu
arasındaki kavgadan yenik çıkabilmeleri son derece olağan bir durum ise lütfen
bundan dolayı etkilenmeyelim, çünkü onların bize karşı davranış seçiminden bağımsız
olarak, bizim onlara karşı oluşturacağımız duygusal davranış biçimi tamamen
bizim seçimimiz olacaktır. Bizdeki seçim o kişiye karşı ne hissedeceğimiz; öfke,
kırgınlık, üzülme, acıma, hoşgörü ve belki de sevgi… Bu duygulardan hangisini o
olay üzerine geliştireceksek, işte o bizim serbest irademizdedir.
Şimdi biz ilk üç ( öfke, kırgınlık, üzülme
) duygularını içimizde yeşertirsek, bunun sonucu olarak depresyona düşeriz. İç
dünyamızda da, dış dünyamızda da, sıkıntılar ve mutsuzluk yaşarız.
Eğer biz (acıma, hoşgörü, sevgi ) duygularını
içimizde yeşertirsek, bu hisler hiçbir zaman içimizde de, dışımızda da negatif
bir etki oluşturmayacaktır. Üstelik iç dünyamızda da, dış dünyamızda da bir
sulh ve sükûn meydana getirecek ve daima yüzü gülen, kalbi sıcak bir insan
olarak mutlu bir hayatımız olacaktır.
Olayları ayırmamız gerekmektedir. Karşı
tarafın davranışları ona ait, onun bu davranışlarına karşı bizim yeşerteceğimiz
duygular ve meydana getireceğimiz olaylar bize aittir.
Karşı tarafa ait bir şeyin olumlu veya olumsuz
yapılmasından dolayı bizim üzülmemiz yanlış. Çünkü bu onun kararı. Serbest
iradesi ile o davranışı yapma özgürlüğü var. Burada bizi bağlayan bir şey yok,
onun davranışını değiştirmek kısmı bizim müdahale edebileceğimiz alan değil,
orası onun alanı.
O zaman eğer bir olaydan etkilendiysek
önce bakalım:
İblis bize hangi soruları sorduruyor,
Onun sahasında dolaştıran soruları mı?
niye öyle yaptı? ama ben bunu hak etmedim, ama bu bana karşı büyük haksızlık vb.
Bu sorular bizim sahamızda değil, bizim
değiştirebileceğimiz olaylar değil, oraya müdahale etmemiz mümkün değil, orası
onun sahası deyip, derhal bu sorulardan çıkmalıyız.
Kendi sahamıza gelelim. Ben etkilendim.
Neden? Çünkü beklenti içindeydim, bana iyi davranılması, hakkımın verilmesi, hakkımı
yememeleri, beni küçük görüp hakaret etmemeleri vs. Ama böyle bir beklenti
hakkım var mı? Aslında yok, çünkü serbest iradeleri ile insanların yanlış yapma
özgürlükleri var. Hak enfüsi bir olaydır, bireyseldir. Adaletse afaki yani
toplumsaldır. Bu durumda Allah’ın vermiş olduğu bir hakkın başkaları tarafından
gasp edilmesi söz konusudur. Burada adalet mekanizması devreye girer. Bu yüzden
mahkemeler ve hâkimler vardır. Haksızlığa uğrayan kişi ya bu mahkemelere
başvurarak hukuken bu dünyada hakkını geri alabilir, ya da seriul hisab olan
Allah’ın el-adl esması uyarınca ilâhî adalete durumu havale edebilir ve
haksızlık yapıldığı anda karşı taraftan kendisine geçen sevapları daha uygun
görebilir. Her iki şekilde de hakkı zayi olmayacaktır.
Duygularımızı yönetmek, başkalarının serbest
iradeleri ile nefislerine uymalarını ve bunun bedelini ödemeyi seçmelerinin
kendi tercihleri olduğunu hatırlamaktan geçiyor. Onların sahasında cirit attıkça
mutsuz olmaya mahkûmuz, üstelik sonuç almamaya da. Çünkü başkalarının ne
yapmaları gerektiğini düşünmenin ne onlara ne de bize aslında bir faydası
olmayacaktır. O taraf zaten ne yapması gerektiğini fark etse yapardı. Biz ondan
yana düşünüp, ona şefkatle yaklaşıp, en güzel şekilde haksızlığı dile getirme
yöntemini seçersek, onun kaybetmemesi için takındığımız duygu "ona yardım
etme" isteği ise ve onun bu yaptığı haksız davranışı karşısında bile hoş
görüp onu sevdiğimizi belli ediyorsak, bu hem bizim iç dünyamızda bizi sükûn ve
mutluluğa, hem de dış dünyamızda mutluluğa ulaştıracaktır. Böylece insanların
sevgi ve saygılarını kazanmamıza sebep olacaktır.
Etrafına negatif etkiler yayan bir kişi bu
olaylardan iki defa etki alacak, sonuçta kötü davranışta bulunduğu kişilerden
daha büyük bir mutsuzluk yaşayacaktır. Negatif etki alan bir kişi ise bu
davranış karşısında pozitif bir yaklaşım gösterir, hoşgörü ve sevgi ile
yaklaşırsa, o kişide bunun karşılığı olan mutluluğu iki misli olarak
yaşayacaktır.
Eğer biz negatif etkilenmemeyi başarıp bir
de karşımızdakine o davranışına rağmen pozitif duygularla, ona yardım etme, o
yanlışı tercih ettiği için (o daha çok etkilenecek çünkü) ona nefse yenilmeme
açısından yardım etmek üzere sevgi besleyerek hoşgörü besleyerek
yaklaşabilirsek, kendi duygularımızla beraber karşımızdakilerin duygularını da pozitife çevirebiliriz. İşte o zaman Allah’ın
istediği istikamette doğru düşünen ve ilişkileri olumlu pozisyona oturtmuş insanlar olarak huzurlu ve mutlu bireylerin oluşturduğu sevgi
toplumunu oluşturabiliriz..
41 / FUSSİLET - 33 Ve
men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel
muslimîn(muslimîne). Allah'a
davet eden ve salih amel (nefs tasfiyesi) yapan ve: “Muhakkak ki ben teslim
olanlardanım.” diyenden daha güzel sözlü kim vardır?
41 / FUSSİLET - 34 Ve
lâ testevîl hasenetu ve les seyyieh(seyyietu), idfa’ billetî hiye ahsenu fe
izellezî beyneke ve beynehu adâvetun ke ennehu veliyyun hamîm(hamîmun).
Hasene (iyilik) ve seyyie (kötülük), müsavi (eşit) değildir.
(Kötülüğü) en güzel şekilde karşıla. O zaman seninle arasında düşmanlık olan
kişi, samimi bir dost gibi olur.
41 / FUSSİLET - 35 Ve
mâ yulakkâhâ illellezîne saberû, ve mâ yulakkâhâ illâ zû hazzın azîm(azîmin). Ona (kötülüğü
iyilikle karşılama hasletine), sabredenlerden ve hazzul azîm (en büyük haz)
sahiplerinden başkası ulaştırılmaz.
41 / FUSSİLET - 36 Ve immâ
yenzeganneke mineş şeytâni nezgun festeız billâh(billâhi), innehu huves semîul
alîm(alîmu). Ama
şeytandan sana mutlaka vesvese gelecektir. O zaman Allah'a sığın. Muhakkak ki
O, en iyi işiten, en iyi bilendir.
Biz bu düşüncelerle duygularla içi
dünyamızda mücadele ederken şeytanın da vesvese vereceğini söylüyor. Bizi
karşıdakinin sahasında dolaştıracak ve mutsuz edecek düşünceleri söyleyecek: o
sizi ezdi, çok büyük haksızlık etti vs.
Biz de iyi ama bu onların yaptıkları,
onların yaptıklarından biz mesul değiliz diyerek, başkalarının hakkında olumsuz
bir düşünce içine girmemeliyiz. O zaman Rabbimize sığınalım ve ondan yardım
isteyelim o içimizdeki feryadı en iyi işiten ve en iyi bilendir. Doğru düşünce
biçimine geçmek için ona yönelelim ve zikirle ondan yardım isteyelim.
Peki bu doğru davranış biçimini nasıl
kazanabiliriz?
Nefsimizin afetleri ile bunu yapmak pek de
kolay görünmemektedir.
3 / AL-İ İMRAN - 119 Hâ
entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tû’minûne bil kitâbi
kullih(kullihi), ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul
enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis
sudûr(sudûri). İşte
siz(müminler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz
kitabın tamamına îman edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca "biz iman ettik
" dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak
uclarını ısırdılar. De ki: "Öfkenizden ölün." Muhakkak ki Allah,
sinelerde olanı en iyi bilendir.
Peygamber Efendimiz ve Sahabe-i Kiram 1400 sene önce Tasavvufu yani Kur’an’ın
tamamını yaşayarak bunu başarmışlar ve kendilerinden sonra gelen Tabiin, Tebeüttabiin,
Etbeüttabiin ve günümüze kadar onların yolunu takip eden YUNUSLAR, MEVLANALAR, HACIBAYRAM-I
VELİ, HACIBEKTAŞ-I VELİ, SOMUNCU BABA, EMİRSULTAN gibi sayısız nice ALLAH
dostlarına örnek olmuşlar ve bundan sonrada olacaklardır. Kur’an eğer tamamı
yaşanırsa bunun GARANTİSİDİR.
Bunun için birinci olarak olmazsa olmaz kural samimi olmak, içimiz dışımız
bir olmalı ve ellerimizi açıp gönülden Allah’a yönelip, onun dostu olmayı, evliyası
olmayı yani ölmeden evvel ruhumuzu Allah’a ulaştırmayı dilemeliyiz. Allah’a
yolculuk bir adımla başlar. Önemli olan şeytan ve tağuttan kurtulup o bir adımı
atabilmektir. Bırakalım gerisini en güçlü dost olan Allah yapsın.
“Ne mutlu Allah’ın dostu olmayı gönülden dileyenlere…!”
“Ne mutlu Allah’ın dostu olanlara…!”
Allah razı olsun
Burhan AKSU