.

Sekiz yaşlarındaydım. Evimiz çıkmaz bir sokağın köşesindeydi. Küçük bir de bahçesi vardı. Güzel havalarda eve tıkılıp kalmaz, kardeşlerimle birlikte, bahçemizden daha çok, bu çıkmaz sokakta oynardık. Bazen de, mahalle arkadaşlarımızla, duvarında yılışık bir sarmaşık sarılmış olan evimizin caddeye bakan yüzünün tam karşısındaki ilkokulun bahçesine de oynamaya giderdik. Komşu çocukları Yadigâr, Sevinç, Nurşen, Doğan, Ali, Alev ve bir de Alev’in ağabeyi Kenan.

 
Kenan, benden üç yaş kadar daha büyüktü. Sarışın, mavi gözlü, havalı bir oğlandı. Sözüm ona yaptığı şakalar bazen beni canımdan bezdirirdi. Mesela yolda yürürken ayağını aniden ayağımın önüne koyar, yüzüstü yere kapaklanmama sebep olurdu. Gözyaşları içinde yerden kalkıp, ciyak ciyak peşinden kovalarken, “Yakalayamaz ki, yakalayamaz ki…” diyerek kaçması yok mu, beni daha da çok sinirlendirirdi. Taş, toprak elime ne geçerse arkasından fırlatırdım. Bazen enseme “Bugün Cuma, enseni kapa.” tekerlemesiyle bir şaplak indirir, bazen de top oynarken bilerek sert bir şekilde topu kafama atardı. Hiçbir şey bulamazsa burnumu, kulaklarımı sıkardı. Canımın yanması onu mutlu ediyordu, anlaşılan. Bu hareketleri yüzünden annem birkaç kez Kenan’ın annesine oğlunu şikâyet etmişti. Değişen bir şey olmuyordu maalesef. Beni, alay edip işkence yapacağı kurban olarak seçmişti bir kere. Bu yüzden ondan uzak durmaya çalışıyordum.
 
O gün hava yine günlük güneşlikti. Mahalle arkadaşlarımızla sokağımızda bir müddet oyalandıktan sonra, okulun bahçesine saklambaç oynamaya karar verdik. Sevinç, lider karakterli bir kızdı. Daha okulun kapısından girer girmez “Şöyle halka olun bakalım!” komutunu verince hepimiz etrafında bir yuvarlak oluşturduk. Kimin ebe olacağını belirlemek için, sağ elinin işaret parmağını ağzına sokup, sonra sırayla her kelimede birimizi işaret ederek tekerlemeye başladı.
 
- Oooo piti piti, karamele sepeti, terazi, lastik, cimlastik. Biz size geldik, bitlendik, hamama gittik, temizlendik. Tik tik tik! Dersimiz matematik, öğretmenimiz otomatik. Tik tik tik!”
 
Son “tik”in isabet ettiği Doğan, itirazda bulunmadan ebe oldu ve hemen yakındaki bir ağaca dayadığı kolu ile yüzünü kapatıp, bizim saklanmamız için yirmiye kadar saymaya durdu. Diğer çocuklar sağa sola kaçışıp kendilerine sote yer aramak için dağıldılar. Ben de kendimi okul merdivenlerinin altındaki boşluğa attım. Olduğum yerden ebeyi gözetliyor ve onun sağa sola seğirterek saklanan çocukları bulma çabalarını izliyordum ki ensemde bir nefes hissettim. Başımı çevirip baktığımda Kenan’ın sırıtan suratında ışıl ışıl yanan boncuk mavisi gözlerini gördüm. “Yine bir pislik yapacak.” endişesi ile kendimi dışarıya atmak üzereyken, o daha atik davrandı ve beni yanağımdan öpüverdi. Kendimi kurtarmamla birlikte merdivenin altından çıkıp bahçede deli gibi koştum ve “Yadigâr, neredeysen çabuk çık, Yadigâr!” diye bağırdım. Doğan, benim bu garip halime aldırış etmeden, “Sobe!” dedi. Ona da postamı koydum hemen.
 
- Hadi be oradan, sobeyse sobe; oynamıyorum işte! 
 
Derken, Yadigâr bir ağacın arkasından çıktı ve koşarak yanıma geldi. Yanık kahve gözleri, pembeleşmiş yanakları ile yarısı kesilmiş kayısı gibi gözüküyordu yüzü. Saklandığı yerden üzerine bulaşan tozları, eliyle silkelerken hafiften öfke kokan bir ses tonuyla sordu.
 
- Ne oldu Filiz, ne var?
 
- Çabuk bize gidelim, anlatırım.
 
Arkadaşım, hâlimde bir olağan dışılık sezdiğinden olacak, hiç itiraz etmemişti. Hızlı adımlarla evimize geldik. Annem o sırada mutfaktaydı. Geldiğimizi görünce göz ucuyla bize bakmış, yemek yapmaya devam etmişti. Biz de kardeşlerimle birlikte paylaştığımız çocuk odasına kapandık. Kapıyı kapatır kapatmaz, Yadigâr fısıltıyla beni sorgulamaya başladı..
 
- Anlat hadi! Meraktan öldüm. Neden geldik ki?
 
- Patlama! Anlatacağım ama dur biraz, önce nefes alayım.
 
Derin derin soluklandıktan sonra olanı biteni bir hamlede anlatıverdim. Kızcağızın ağzı açık kalmıştı. Yaşımız küçük olduğundan dolayı sanırım bu öpücük sayesinde ikimiz de şoka girmiştik. Bir müddet kocaman gözlerle hiç konuşmadan birbirimize baktık. Ne diyeceğimizi bilemiyorduk ki Yadigâr aniden beni daha da sarsacak bir şey söyledi.
 
- Eyvah! Kız ya sen şimdi hamile kalırsan?
 
- Nasıl yani? O da ne be!
 
- Ya bebeğin olursa ne yaparsın?
 
- Neden bebeğim olsun ki?
 
- E, öpmüş ya!
 
- Yanaktan öpülünce hamile mi kalınır?
 
- Kalınır kalınır, belli mi olur?
 
İşte şimdi ayvayı yemiştim. Kenan en sonunda bana bu kötülüğü de yapmıştı. Dövünmeye başladım. Yadigâr çözüm üstüne çözüm üretiyordu beni kurtarmak için. Konsolun üstünden getirdiği kolonyayı cebinden çıkarttığı mendile boca etti. Ve mendili, öpücükle kirlenen yanağımı silmem için bana uzattı.
 
- İyice sil. Belki iyi gelir.
 
O kadar çaresizdim ki ne derse yapacaktım. Bütün yüzümü, hatta boynumu dahi kolonyalı mendille iyice sildim. Yadigâr da yamacıma tünemiş, gözlerim yanmasın diye yüzüme üflüyordu. İçi rahat etmemiş olacak ki bu sefer de başka bir öneri getirdi.
 
- Şimdi de sabunla yıkaman lâzım. Hadi banyoya gidelim!
 
Allah’ım, neydi bu başıma gelenler? Ya hamile kalmışsam? Ya bir bebeğim olursa? Babam beni dayaktan öldürürdü. Annem de bu rezilliğe dayanamaz, arkamdan o da ölürdü. Piç kurusu bir oğlan yüzünden tam bir aile faciası yaşayacaktık. Panik içerisinde banyoya koştum. Arkadaşım da peşimden geldi tabii. Sabunluğu iyice köpürttükten sonra sıkı bir şekilde yanağımı silmeye çalıştım. Bir müddet sonra, derisi soyulan yanağım cayır cayır yanmaya başladı. Bol suyla çalkalayıp kuruladım ve kendimizi tekrar odaya kapattık. Canım çok acıyordu. Hırsımdan bir yandan ağlıyor, bir yandan da “Ben mahvoldum! Ölmek istiyorum!” diye çırpınıyordum. Yadigâr beni yatıştırmak için hemen yeni bir öneri attı ortaya.
 
- Bak şimdi! On gün bekleyeceğiz. Bu süre içinde belli olur hamile kalıp kalmadığın. Eğer karnın şişmezse, bir şey yok. Şişerse, gerçeği ailene anlatırız. Korkma, ben sana şahit gelirim. Kenan zorla öptü, derim.
 
- Gelir misin kız, sahiden mi? Bak; gel ama olur mu? Yoksa kimse bana inanmaz.
 
- Aaa, ne demek! Tabii ki gelirim.
 
Yadigâr’ın “Tekrar kolonya sürelim mi?” teklifini reddettim. Artık ne olursa olsun, kaderime razı olmuştum. El mahkûm, on gün bekleyecektim. Arkadaşımı yolcu ettikten sonra kendimi yatağa attım. Başıma kadar çektiğim yorganın altında, korkudan büzülmüş bir vaziyette, uyuyana kadar ağlamaya devam ettim.
 
Geçmek bilmeyen on koca gün… İştahım kesilmiş, neşem kaçmıştı. Sokağa oyun oynamaya da çıkmıyordum artık. Bebek korkusunu içimden atamıyor, Allah’a durmadan dua ediyordum. Evdekiler her zaman canlı, neşeli görmeye alıştıkları kızlarının hasta olduğuna hükmetmişlerdi. Annem birkaç kez yanağımın neden kızarıp şiştiğini öğrenmeye çalıştıysa da benim söylememeye kararlı tavrımdan dolayı pes edip sorgulamaktan vazgeçti. Merhem sürmekle yetindi. Her sabah ilk iş; duvarda asılı duran Saatli Maarif Takvimi’nin yaprağını kopartıp, bir kitabın arasında biriktiriyordum. Sık sık “Bu kâbusun bitmesine kaç gün kaldı acaba?” diye sayıyordum. Nihayet onuncu günün yaprağını da kopardım. Sabah kahvaltısından sonra, evimize bitişik oturan Yadigâr’ların kapısında aldım soluğu. Zile uzun uzun basıp bekledim. Annesi Hidayet Hanım ikinci katın penceresinden kimin geldiğini görmek için baktığında seslendim.
 
- Yadigâr evde mi?
 
- Evde. Ne vardı Filiz böyle sabah sabah?
 
- Aşağıya gelsin. Mühim bir şey söyleyeceğim teyze.
 
Hidayet Hanım, Yadigâr’ın öz annesi değildi. Çok küçükken evlâtlık edindikleri kızına öz çocuğuymuş gibi şefkatli davranır, her zaman temiz ve itinalı giydirir, hiçbir fedakârlıktan kaçmazdı. “Mühim bir şey” sözümden işkillenmesine rağmen, bütün itirazı “Fesübhanallah!” olmuştu. Ben de, onun bu aksi tavrını görünce, sırrımızı bilip bilmediğini zihnimde muhakeme etmeye ve sıkıntı ile volta atmaya başladım. Biraz sonra evin dış kapısı açıldı. Yadigâr saç-baş dağınık hâlde kapıda gözüktü. Hangi sebepten geldiğimi biliyordu. Sonucu sormaya korktuğundan olacak, söze benim başlamam için kollarını göğsünde kavuşturdu ve dudaklarını ağzının içine çekip kilitledi. Bu duruşu, annemin yaramazlık yaptığımda beni azara tuttuktan sonraki hâline benziyordu. Zaten bunalım içindeydim. “Ne olacaksa olsun artık!” düşüncesiyle “Gel şöyle, yandaki arsaya gidelim.” dedim.
 
O tarafa doğru ilerledik. Arsa, inşaat malzemeleri artıklarıyla ve molozlarla doluydu. Bir köşesinde, artık kullanılmayan, kırık dökük, eski bir kulübe vardı. Ayaklarımıza çivi, cam gibi kesici şeyler batmasından çekinerek, kalıntıların üzerinden atlaya atlaya, sıvaları dahi dökülmüş, is kokan kulübeye kadar geldik. Eğreti bir mandalla kapatılmış kapısını açtım ve arkadaşımı kolundan çekiştirip içeriye soktum. Gözlerimiz karanlığa alıştıktan sonra fırfırlı eteğimin belinden kurtardığım bluzumu yukarıya kaldırarak karnımı açtım ve  “Bak bakalım, şişmiş mi?” diye sordum. Yadigâr bu sefer de tam bir doktor havasına girmiş, kaşlarını hafifçe çatarak, çokbilmiş bir ifade ile beni inceliyordu. “Anlayamadım, bir de yan dön bakayım.” dedi. Sinirlerime hâkim olmaya çalışıyordum. Bluzumu biraz daha yukarı çekerek kendi etrafımda defalarca döndüm. Sağdan, soldan, tekrar önden, yukarıdan hatta arkadan epeyce inceledikten sonra müjdeyi verdi.
 
- Hamile değilsin!
 
- Yaşasın, yaşasın! Offff, kurtuldum ya! Harika, yaşasın!
 
Ellerimizi çırparak, gözlerimizden yaş gelinceye dek gülüştük. Birbirimizi sırayla kucaklayıp havaya kaldırdık. Sevincimize diyecek yoktu.
 
                                                            xx
 
O yılın sonbaharında, kiracılığa veda etmiş ve iki mahalle ötedeki kendi evimize taşınmıştık. Kenan belâsından da böylece kurtulmuştum. Aradan birkaç yıl daha geçmişti ve ben artık ortaokula gidiyordum. Okulun ilk günlerinden birinde, koridorda dolanırken aniden Yadigâr’la burun buruna geldim. Şaşkınlıkla birkaç saniye birbirimizi süzdükten sonra hasretle sarıldık. Boy atmış, pek güzelleşmişti. Beline kadar uzanan saçlarını iki örgü yapmıştı ve örgülerin bitim yerlerinde kocaman beyaz kurdeleler vardı. Eskiden benden daha kısaydı ama şimdi bana dört parmak yukarıdan bakıyordu. Birden aynı anda söze başladık: “Nasılsın?”
 
Bu halimize gülüştük. Eski candan arkadaşımı tekrar görmek beni çok mutlu etmişti. Biraz lâfladıktan sonra Yadigâr elini karnıma koydu ve sinsi bir gülümsemeyle “Hatırlıyor musun? Kenan…” dedi.
 
Ne diyeceğini hemen anlamıştım. Etrafımızda bir sürü öğrenci cirit atıyordu. Duymalarından endişe ederek, sözünü tamamlamasına fırsat vermeden, Yadigâr’ın ağzını kapattım: “Sakın ha! Onun adını…”
 
Bu sefer de o benim ağzımı kapatmıştı. Sonra kollarımdan tutarak güven verici bir şekilde sarstı. Gözlerimin içine bakarak “Tamam.” dedi.
 
Hayatımı bir aralar kâbusa çeviren kötü çocuk Kenan, küçük, masum kız arkadaşıyla yaşadığı bu sırrı, aynı hassasiyetle sakladı mı, yoksa merdiven altında sıkıştırıp öptüğünü iftihar vesilesi edip eline geçen her fırsatta kabara kabara anlattı mı; onu bilemiyorum. Zaten ne önemi var artık? Tıpkı Sezen Aksu’nun şarkısındaki gibi…
 
İçindeki çocuğa sarıl;
Sana insanı anlatır.
Eller günahkâr,
Diller günahkâr.
Bir çağ yangını bu;
Bütün dünya günahkâr.
Masum değiliz hiç birimiz.
 
Mücella Pakdemir 



ÖYKÜMÜ GÜNE SEÇEN DEĞERLİ YÖNETİME SONSUZ TEŞEKKÜRLERİMLE.
( Ya Bebeğim Olursa? başlıklı yazı M.Pakdemir tarafından 15.04.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.