REFERANDUM KUYRUĞU

-Yarın bir yere gidecekseniz iptal edin, hep beraber Zürih'e gidiyoruz.

Kızım:

-Naaayn! Niye daha önce söylemiyorsunuz?

-Pazar pazar bir insanın ne işi olur ki daha önce söyleyelim? Yarın tatil değil mi?

-Ama ama tatil de şeyy... Ben kuaföre gideceem, başka zaman vaktim yok diye beni evine alacaktı, kuaförüm.

-Niye?

-Baksana "dib" im geldi. İnsan içine çıkamaz oldum.

-Haa tabi tabi... O çook möhüm mesele... Kızım, 50 yaşındaki ananın "dib boya" sorunu yok da senin mi var?

-Yaa anam beyazlarıyla memnun olabilir, ama benim sorunum var.

-Yarın Zürih'e gidilecek, refarandumda seçimimizi yapacaaz işte o kadar... İtiraz istemiyorum. Dedelerimiz Kurtuluş Savaşı'mızda "Dibim geldi, tırnağım kırıldı " diye bahane etseydi, bağımsız bir devletimiz olur muydu?!

-Yaa ne alaka?... Çok mu önemli?

-Tabii ki çok önemli vatanını seven herkesin görevi. 

-Tamam...

Suratını astı, yürüdü odasına gitti. Oğullarıma baktım...

-Amman... nutuğa gerek yok, geliyoruz geliyoruz.

-Ha şöyle leb demeden leblebiyi anlayın.

Birbirlerine baktılar, gülmeye başladılar. 

-Niye gülüyorsunuz? Leblebiyi anlamadınız mı?

Türkçe'yi aksansız, seri halde konuşabiliyorlardı ama deyimleri anlamakta zorlanırlardı. 

Küçük hem gülüyor hem de

-Leblebi nerden çıktı, niye sadece "leb" diyeceez ki ?

Büyük:

-Herhalde annem çabuk anlayın beni uzun konuşturmayın diyor.

-Biz de onun için "tamam" dedik ya...

Deyip gülmeye devam ettiler. Ben de elime telefonu alıp Banazlı İsmail Ağabeyler'i aradım:

-Alo... 

-Alo İsmail ağbi, merhabalar nasılsınız?

-Hayırlı akşamlar yenge hanım, iyiyiz çok şükür siz nasılsınız?

-Biz de iyiyiz çok şükür... Yarın oy vermeye gideceez de siz de gelecek misiniz?

-Geliriz... Arabaya sığar mıyız? 

-Sığarız, sorun değil, arka koltukları da takarız.

-İyi o zaman... Bu bir partinin iktidar olması meselesi değil, sistemin değişmesi meselesi. Çok önemli... öyle bu defa gitmeyeyim olmaz, kararımızı göstermek zorundayız.

-Tabii ki öyle... O zaman yarın sabah görüşürüz. 

-İyi... sabaha görüşürüz...hayırlı geceler...

-İsmail ağbi ne bu hayırlı akşamlar, hayırlı geceler... Bana sanki oyunun rengini söylüyorsun gibi geldi.

-Ağız alışkanlığı yenge hanım. Yıllardır o kadar çok kullanmışız ki hayırlı sabahlar, hayırlı günler, hayırlı akşamlar, hayırlı işler... şimdi istemeden ağızdan kaçıveriyor. 40 yıllık Kâni, olur mu yani diyoz değiştirmiyoz biz de...

-İyi hadi neyse hayırlı alşamlaar...


İsmail Ağabeyler'le ilk tanışırken " hemşerim memleket nere?" aşamasında, "Banaz" demişlerdi. "Aa Banazlı İsmail'i tanıyor musunuz?" deyince de "Görünce tanırız kendilerini, ara sıra aynaya bakıyoruz." demişti. "Atilla İlhan'ın Kartallar Yüksek Uçar romanındaki Banazlı İsmail..." deyince de "TRT'de dizisini seyretmiştik, Rahmetli Sadri Alışık'tı." dedi. Tanıştığımız o ilk günden beri o aileye "Banazlı İsmail Ağbiler" deriz. Sık sık da Sadri Alışık'ın "Usûletle ve suhûletle gulüm..." repliğini söyleriz.


Sabah saat 7'de saatin alarmı çalarken kalktık, çocukların kapılarını vurup uyandırdık. Lavabo trafiği, el-yüz yıkama, saç-baş tarama keşmekeşi içinde kahvaltıya vakit ayırmadan bir an önce gitmek için hazırlandık. Oğullarıma bakıp "Siz siz ne zaman büyüdünüz... " deyip, abartılı bir şekilde "Tü tü tü maşallah" la sakallı yanaklarını iki elimle sıkıp sonra sarıldım. Sırtlarını tokatlarken "yaa anne yaa" diyorlardı. Burnuma güzel bir parfüm kokusu gelince arkamı döndüm; "Oo zarif eşim ne kadar şık böyle... korkarım yanında sönük kalacaaz... oyunu kullandıktan sonra düğüne mi gideceksin, ne bu hal...?" Takım elbise-kravat... sinek kaydı -sadece özel günlerde kullandığı-parfüm... Eşim; " İsviçre'deki vatan toprağımıza gidiyoruz. Üstelik de 5000 yıldır, gelişe gelişe bu günlere getirdiğimiz yönetim biçimimize oy vereceez, bugün düğün-bayram gibi gidip vazifemizi yapmalıyız." dedi. 

"Bugün bizim için düğün-bayram..." E tabii ki haklıydı. Vatanı kurtaran dedelerimiz kadar olmasa da bugün bizim de önemli bir görevimiz vardı.

Kızım; "Ben gitmesem olur mu?" diye mızmızlanacak oldu. "Olmaz!" deyip kestirip attım. "

-Ama anne, hazırlanacak vaktim yok, makyaj yapamadım saçlarım 2-3 renkli ben böyle kimsenin karşısına çıkamam...

-Kafana kese kağıdı geçir.

-Ne... o ne?

-Oy verirken sandık görevlisine yüzünü gösterirsin kimlik doğrulama için.

-Ama annee... olur mu? Herkes ne der?

-Hmmm...O zaman kara çarşaf giyersin. Yüzüne de peçe geçiririz. Olur biter. Saçını bile taramana gerek kalmaz.

-O ne be... Çarşaf, giyilen bir şey mi?

-Ya millet perde giyip çıkıyor mitinglere, hem de dantelli dantelli sen çarşaf giymişsin çok mu? Evde yok da dükkanda siyah bir nevresim vardı, iki tarafından yırtarız, giyersin.

-Anne sen ciddi misin? 

-Evet... Çok ciddiyim. Fransa'da bir aile oy vermeye Osmanlı kıyafetiyle gitmiş. Dizide gördükleri kıyafetleri diktirip giymişler. Verdikleri oyla Osmanlı'yı dirilteceklerini düşünmüşler. Oysa Osmanlı kıyafeti, bir dizide uyduruk yapılıp kullanılan sultan kostümleri değil, halis muhlis kara çarşaf- peçe kombinidir. Ne güzel sen de haber olursun. 

Kızım baktı ki kaçış yok, saçlarını sıkı bir at kuyruğu bağlayıp, büyükçe bir güneş gözlüğü taktı.

Evden çıkmadan önce Banazlı İsmail Ağabeyler'e telefon açıp yola çıktığımızı söyledim, "Kapıya inip bekliyoruz" dediler.


Banazlılar'ın sokağına geldiğimizde onları gerçekten de kapının önünde beklerken bulduk. Hemen arabadan inip, Gülsüm Abla'yla sarıldık. 

-Hayırlı sabahlaar, hoşgelmişsiniz...

-Size de hayırlı sabahlaar, hani oğlan-gelin nerdeler?

-Fatih, hafta sonu çalışıyor, onlar hafta içi gidip oy verirler, diyoruz ama giderler mi bilmiyoz açıkçası.

-Gitsinler gitsinler, bu defa iş ciddî.

-Bize de bir Emin kaldı. O da sizin cendermeler olmasaydı, aakedeşim yok deyip gelmiiceedi.

-Olur mu canım... Herkes görevini yapacak...Başka yolu var mı?

-Öbürlerine de söyledik de ısrar etmedik. Evli-barklı adamlar nihayetinde.

Her zamanki makam koltuğumu İsmail Ağabey'e bırakıp arkadaki koltuğa geçerken yine kendimi,  uyarımı yapmak zorunda hissettim. 

-Hayırlı sabahlar 'ı kuyrukta da söylemeyin yanlış anlaşılmasın sonra...

-Aman noolacak sanki yıllardır, camii cemaati olarak dilimizden düşmediydi şimdi mi kaldıralım "Hayırlı" demeyi... Bi şii olmaz olmaz...


55 dakikalık yolculuktan sonra konsolosluğumuzun caddesine geldik. İlk farkettiğimiz şey de bütün kaldırım boyunca uzanan kuyruktu. Biz arabadan indik, eşlerimiz de uygun bir park yeri aramaya gittiler. Gençler hızla karşıya geçip, kuyruğa girdiler. Biz karşıya geçmek için uygun ortam beklerken yakınımıza bir otobüs yanaştı. Kapılar açıldı, içinden bizim insanlarımız inmeye başladı. Her inen karşıya geçip kuyruğa ilave oluyordu. Aynı kalabalığın arasına karışıp biz de karşıya geçtik. Çocuklarımızın yanına geldik, arkadan "Hoop hemşerim kaynak yapmayın!" diye bağıran olmadı. Çünkü herkes aile öbekleri şeklinde sıraya giriyordu. İyi ki çocukları önceden göndermişiz. 

Biz vatanımızı, milletimizi seviyoruz arkadaş. Türk dernekleri, arabası olmayan vatandaşlarımız için otobüs ayarlamış. Herkes kendi üzerine düşen görevi nasıl da yapıyor. Şahsen gurur duydum. 

Biraz sonra karşıdan eşlerimizin geldiğini gördük. Arkamız çok uzun bir kuyruk olmuştu. Bizi görüp yanımıza geldiler. Yine hiç kimse "Hoop hoop" diye bağırmadı. Karşılıklı saygı çerçevesinde ne güzel bir topluluk olmuştuk böyle... 

Etrafımızı incelerken bir kaç tane polis arabasının olduğunu gördüm, arabalardan biri devamlı devriye geziyordu. 15-20 kişi kadar da özel güvenlik görevlisi vardı. Karşı kaldırımdaki kafelerde, dışarı konulmuş masa-sandalyelerde bir kaç yaşlımız oturuyordu. Büyük ihtimal yaşlılıktan dolayı oylarını önce kullanmış, çocuklarını bekliyorlardı. Normal günlerde, konsolosluktaki işimizi hallettikten sonra, bu kafeye gelir, dalgalanan bayrağımız manzarası eşliğinde kahve içerdik. Eşim "Hadi kahve içelim" dedi. Gençlere görev verdik, "Karşıdaki kafeden kahve alın gelin " diye. Çok geçmeden çocuklar ellerinde, karton bardaklarda kahvelerle geldiler. " Hadi bir de selfi çekelim, "referandum kuyruğunda kahve keyfi" deriz." dedim. Yakışıklı oğlum selfimizi de çekti.

Aslında kuyruk hızlı ilerliyordu.Bizden başka kahve içen de vardı, selfi çeken de... Bazen de önümüzde duran tramvayın içindeki yolcular ,telefonlarını çıkarıp fotoğrafımızı çekiyordu. İsviçreliler'in alışık olmadığı bir durumdaydık ne de olsa...

Gözlerim çöp kutusu aradı. Hiç bir yerde olmasa bile tramvay durağında vardır, diye düşündüm. Sadece durakta değil, bir çok yerde çöp kutusu vardı. Bize en yakın çöp kutusuna biten kahvelerimizin karton bardaklarını, süt, şeker ambalajlarını attık. "Sabah 8'den beri gittikçe yoğunlaşan kalabalığa rağmen çöp kutuları dolup taşmamıştı. Yerler de temiz görünüyordu. Gözümün önüne, yıllar öncesinin, stadyumlarda bayram kutladığımız günleri geldi. Türkiye'de, kalabalık olan her yerde dolup taşmış, dökülmüş çöpler görmek mümkündü. Ben bunları düşünürken arkamdan bir ses duydum;"Ençoldügon " yani "Afedersiniz" kenara çekildim, turuncu iş tulumlu bir adam, çöp kutusundaki poşeti değiştirdi. " Haa... belli bir süresi varmış, dolmasını beklemiyorlarmış." diye düşündüm.

Adım adım binanın önüne geldik. Kuyruk, bulunduğumuz yerden konsolosluğun bahçesine doğru gidiyordu. Bahçeden kıvrılıp tekrar yanımıza geliyor, sonra "S" çizip kapının önünde bitiyordu. Kapıdaki görevliler, binaya insanları beşer beşer alıyorlardı.

Kapıya yakın bir yerde bekleyen bir kadın, bize el salladı. Ben tanımıyordum ama Gülsüm Abla'nın tanıdığı imiş. O da ona el salladı. Kadın eliyle "gel" yaparken ağzıyla da "gelin" diyordu. Biz birbirimize baktık, "Niye çağırıyor ki? ... Bilmem ...Biz de sıradayız... Kadın hâlâ gelin diyor... Merhaba demek için mi çağırıyor acep?" şeklinde ne olduğunu anlamaya çalışırken, bariyerlere yaslanmış bekleyen başka bir kadın:

-Yaa merhaba demeye çağırıyor, gidin bir daha gelmeyin değil mii? 

-Öyle mi? Niye ki? Zaten bekliyoruz.

-Sizi çağırıyor ya... Gidin de burda beklemeyin, oyunuzu verin diyedir.

-Olur mu canım öyle şey... Bu kadar insanın hakkı yenir mi? Gitmeyiz zaten.

-Hadi hadi bilirim sizin gibileri üç kağıtçılıkta üstünüze yoktur.

-Kadın bizi niye çağırıyor diye yüksek sesle düşündük, üç kağıtçılıkla ne alakası var?

-Hadi hadi ben bilirim sizi... ben bilirim.

O sırada önümüzde bekleyenler ilerlemeye başlayınca biz de arkalarından gittik. 

-Kuyrukta beklemenin de güzelliği var canım. Yoksa sabahın 7'sinde kalkıp bir heyecanla buralara niye gelecektik ki...

Dedim ama kadının hakkımızda kötü şeyler düşünmesini, bizi "üç kağıtçı" olarak tanımlamasını istemezdim. Bu olay epey canımı sıktı.

Biz kaldırımdan bahçeye doğru akış hâlindeyken, bahçeden de kaldırıma doğru ilerleyen bir sıra daha vardı. Her adımda yanımızda devamlı değişen aile-arkadaş gruplarının sohbetlerine kulak misafiri olduk:

-"Bu oylamaya ne gerek vardı" diyenler var, olmaz olur mu? Güçlü bir ülke istiyorsak en güçlü liderin etrafında kenetlenmemiz lazım. 

-Liderlerden hangisini istiyoruz, oylaması değil ki bu. Anayasa, değişsin mi değişmesin mi oylaması. Yani "Evet" de çıksa "Hayır" da çıksa liderlerde değişiklik olmayacak, ama "Evet" çıktığı takdirde anayasa değişecek, buna göre yasama-yürütme-yargı görevleri cumhurbaşkanında toplanacak. Cumhurbaşkanının isteği doğrultusunda kararlar alınacak, meclis onaylayacak, bu kararlar yürürlüğe konacak. 

-Hadi canım yanlış biliyor olmalısın, cumhurbaşkanı o kadar şeyi nasıl bilecek de tek başına karar çıkaracak? Bir de yasa çıkaracak, yürütmenin başında olacak, yetmeyecek bir de yargının da mı başında olacak, mahkemelere o mu girecek?...Güldürme beni. 

-Yok canım olur mu, ne mahkemesi... Mahkemeye giren hakim ve savcıları denetleyen kurulları kendi seçecek, hoşuna gitmeyen kararlara imza koyan hakim ve savcıları sürgün de edebilir, görevden de alabilir. Şimdiye kadar, anayasaya aykırı  çıkarılan kanunların iptali için muhalefet milletvekilleri Anayasa Mahkemesine başvuru yaparlardı, "Evet" çıkarsa yapamayacaklar. Cumhurbaşkanımız, artık muhalefetin engellemeleriyle karşılaşamayacak.

-Türkiye'nin güçlenmesini hep onlar engelliyor zaten.


Konsolosluğun bahçe duvarının üstünde çok iri bir adam ayakta duruyor, kalabalığı seyrediyordu. Kimsenin dikkatini çekmemişti. Ayaklarında asker botları, siyah çok cepli pantolon, siyah kazak, kazağın üstünde asker yeşili her tarafında cepler olan bir yelek, kemerinde asılı telsiz... Hmm kalabalığı yukardan gözetleyen bir güvenlikçi... Biraz sonra aynı duvarın üstünde, bizim çocuklarla aynı yaşlarda bir genç rahat bir şekilde yürüyerek, kalabalığın içinde bulunan babasına kahve uzattı. Güvenlikçi gelen çocuğa ve babasına büyük bir dikkatle baktı, bir şey demedi. Kahveyi veren çocuk aynı yoldan geri dönüp kaldırıma atladı. 


Bu arada yanımızdaki grup değişmiş başka bir grup referandumun konusunu konuşmaya başlamıştı. Genç bir adam, yanındaki daha yaşlı bir adama:

-Türkiye ne çektiyse koalisyonlardan çekti. Biz bu sandıktan bütün partileri silip tek başına iktidar olacaaz.

Daha yaşlı olan:

-Yok o öyle değil. Partileri silme referandumu değil bu. Cumhurbaşkanının yetkilerini arttırma referandumu...Koalisyon ney biliyon mu?

-İşte öbür partilerin her işe karışması...

-Kaç yaşındaydın sen?

-28.

-Koalisyon demek, genel seçimlerde meclis çoğunluğunu hiç bir parti kazanamazsa, iki veya daha fazla partinin birleşip iktidara gelmesi demek. İktidar partileri bakanlıkları paylaşır, en fazla oy alan partinin lideri başbakan olur. Bir kanun çıkacağında bir araya gelip tartışır, karar verir, kanunu çıkarır ve yürütürler. İnceleme, araştırma, denetleme daha çok yapıldığından hiç bir başbakan canının her istediği gibi memleketi idare edemez. Yaşın gereği koalisyon dönemini hatırlaman zor, zaten şimdiki iktidar da 15 senedir tek başına iktidar, bu zamana kadar hiç bir şey yapamamışlar da sandıktan "Evet" çıkınca mı yapacaklarmış?


Bulunduğumuz yer, konum olarak dar bir yoldu. Duvarlara asılmış çöp poşetleri vardı. O dar ve kalabalık yere hiç bir temizlik görevlisi gelmemişti demek ki. Çünkü poşetler bir hayli doluydu.

Demin yanımızda konuşan genç ve nisbeten daha yaşlı olan vatandaşlar uzaklaşmış, başka bir aile grubuyla yanyana gelmiştik.


40-50 yaş aralığında olduğunu tahmin ettiğim bir kadın, biraz sinirli bir şekilde:

-1 Kasım seçimlerinde, hastaneden çıkıp gelmiştim buraya. Ben hastanede olduğumdan son güne kalmıştık. O gün bir kalabalıktı, sorma... 3 saat sıra beklemiştik. Oy vermeye içeri girdiğimde hem gözüm görmez, hem de ellerimin titremesinden mühürü basamaz haldeydim.

-Niye hastanede yattın ki, ben duymadım.

-Troidlerimde nodüller varmış. Radyasyonlu hap içirdiler. O radyasyon vücuttan atılana kadar yalnız bir odada, tecritte kaldım. Anca 10 günde tehlikesiz ölçüye gelebildim. Yine de bana " Küçük çocukların, hamile kadınların yanında durma, iki haftaya kadar" dediler. 

-Niye ki, mikrop mu kaparmışsın? 

-Yok canım ben değil. Etrafıma ışınlar saçıyorsam, çocuklara zararım olurmuş ondan. Geldim kalabalıkta bekliyorum, bizim çocuklar etrafımda geniş bir çember oluşturdular, yakınıma kimse gelmesin diye. Beklemekten sıkılan, orda burda koşuşan çocuklar vardı. Yanıma geldiklerinde ben kaçıyordum bu defa. Kız, " Anne öyle bir kaçıyorsun ki çok dikkat çekiyor, çocuklara öcü gibi davranıyorsun" deyip gülüyordu. Ben de "Yaa bak ben vampirellayım, günahsızlardan kaçıyorum." diyordum. Allah kahretsin... O sıkıntıyla gelip oy verdik ki anayasayı değiştirecek sayıları olmasın diye. Nerden bilebilirdim oy verdiğim zat, birilerine yedek lastik olacakmış.


Biz bahçeye doğru ilerlerken diğer sıra da bahçeden geri dönüyordu. Yanımıza gelen başka bir aile de kendi aralarında konuşuyordu. Karadenizli oldukları anlaşılan aileye yanlarındaki arkadaşları :

-Memlekette ne var ne yok? Finduk mu çay mu?

-Finduk var. 

-Kim bakaayı?

-Anam... bakıyor da bakamıyor aslında. Biz Türkiye'ye gideriz, adam tutarız, finduğu toplatır, satarız, findukluğa da bakım neyim yaparuz, masrafini burdan götürdüğümüz parayla öderiz. Anama da finduğun parasini verürüz. Kadın sevinir...

-Zararı, kârı nedir?

-Hep zarar... Eskiden Fisko Birlik vardı, taban fiyat verirdi, biz oraya satardık, devletin kuruluşuydu. Ya da taban fiyatından daha fazla fiyata tüccara satardık. Şimdi tüccarın peşinde koşup duruyok. Fiyatı onlar belirliyor.

-En aşşaa ne kadar olsa zararı karşılar finduk?

-14 olsa iyidir, 15 olsa daha rahat oluruz.

-Şimdi kaç?

-9 buçuk

-Çok az..?

-Geçenlerde 10'du...Sonra 50 kuruş zam yaptılar, çok sevindik. Sonra bir lira düşürdüler. Meğer düşürmek için zam yapmışlar.

-İyi de hep zarar, hep zarar... nereye varacak daa?

-Yaa anamız sevinsin, başka derdimiz yok. Anamdan sonra da ya satarız, ya da bırakırız dağa karışır. 

-Madem zarar ediyonuz, kim alacak ki bahçeyi?

-Alıcısı çok... Kuveytliler alıyor... Rabbim işlerini kolay etsin, cumhurbaşkanımız, "millet" demeyip, "ümmet" deyince, batı yerine, müslümanlarla işbirliği yapınca toprağımız değerlendi...Batı'ya muhtaç olmaktan kurtulduk...

-Yakında kesin dönüş yaparsın o zaman...

-Niye ki da?

-Batıya muhtaç değilsin ya...


Bahçenin en geniş yerine gelebilmiştik. İki tane seyyar tuvalet konmuştu. En çok küçük çocuklar kullanıyordu. 

İsmail Ağabey'le eşim, koyu bir sohbete dalmışlardı. Bir ara eşim:

-Bu bina, İsmail Cem döneminde Türk hükümeti için satın alındı. 

Dedi.

-Daha önce bizim değil miydi?

-Örgütün en civcivli dönemleriydi, bina kiralıkmış. O dönemin İsviçre hükümeti bize zorluk çıkarıyordu, o zamanlar hepsi örgütten yanaydı.İsmail Cem geldi, bir miktar Türkiye'den para getirdi, geri kalanını dernekler aracılığı ile biz topladık. Bu, Türkiye'nin onur meselesidir dedik, satın aldık binayı. Şimdi bu bina ve arazisi Türkiye Cumhuriyeti toprağıdır. Bu bayrak, sadece prosedür gereği değil, toprak bizim olduğu için de özgürce dalgalanır.


Bahçedeki ağaçlar çiçeklenmiş, öbek öbek duran nergisler ve zambaklar bize gülümseyerek bakıyorlardı.

-Vatanımın çiçekleri bile bir başka bakıyor be yaa...

Dedim. 


Geliş ve gidiş sıralarının gidiş bölümüne geçebilmiştik. Bu defa başka bir grubun yanındaydık. 

-Bahçeye tuvalet de koymuşlar. 

-Noolacak canım, senede iki defa gele gele öğreniyoruz oy atma, kuyruk bekleme işlerini.

-Neyse ki bu son olacak.

-Niye ki, son olacak?

-"Evet" çıkarsa, zaten bütün kararları bir kişi verecek, halka sormaya gerek duymayacaklar. Biz de gelip oy vermekten kurtuluruz o zaman...

-He valla... zaten bir büyüğümüz efendimiz var, bizim yerimize o düşünsün, o yapsın işte... Bize niye soruyorlar ki? Zaten seçmişiz başımıza getirmişiz. Hep bu muhalefet yapıyor bu işleri. Hep o muhalefet yüzünden çoluk-çocuk geliyoruz buraya. 


Önümüzdeki başka bir aile, karşıdan gelen aileyi görünce el sıkışıp selamlaştılar. İki eski arkadaş burda buluşmuşlardı.

-Kaç yıl oldu, görüşmeyeli... Nasılsın, neler yapıyorsun. çocuklar nasıl?

-İyi diyelim iyi olalım. 50'sinden sonra bizi işten çıkardılar, önce kart bastık şimdi de sosyal bakıyor, naapalım...Çocuklar da iyi... Kızı evlendirdik, oğlanlar da mesleklerini yaptılar, iş arıyorlar.

-Kızı kime verdin?

-Türkiye'de yiğenim vardı, onu getirdik işte... 

Deyip yanındaki genç adamı gösterdi.

-Öyle mii? Hayırlısı olsun...Sen nasılsın enişte, kızımıza iyi bakıyon mu?

-Bakmam mı dayı? O benim velî nimetim.

Ailelerin hanımları birbirleriyle konuşurken erkeklerin sohbetine katılmamışlardı. Adam yeni enişteye takılmak istedi, herhalde:

-Nasıl velinimetin? Sen buraya gelmek için mi evlendin, kızımızla?

-Hem öyle... hem de biraz mecburdum.

-Türkiye'de ne iş yapıyordun? Okudun mu?

-Yok be dayı, ne okuması... Köyde ortaokul vardı, biz de orayı okuduk. Sonra atadan dededen kalan tarla, bahçe işleri... Ne uzarsın, ne kısalırsın yani...

-Bu hükümet döneminde köyler değere bindiydi hani... Dağlarda mermer, granit ne buldularsa çıkarttırıyorlar, derelere HES yapıyorlar, maden ocakları açıyorlar... sizin oraya bir şey yapmadılar mı?

-Bizim oraya da Toki getirdiler dayı. Beni taşeron yaptılar, "İnşaatta çalışacak adam topla..." dediler. Ben de hem bizim köyden hem de komşu köylerden adam topladım. Ben de dahil hepimiz inşaatta çalışmaya başladık. Önce haftalıklarımızı verdiler. Sonra çamura yatmaya başladılar. Bugün-yarın diye diye ara ara az az vererek inşaatın kabasını bitirdik. Köylülerim beni biliyor, paralarını benden istiyorlardı. Elde avuçta yok ben ne yapayım... Sonra müteahhitler, inşaatı bırakıp kaçtılar.

-Nooldu sonra?

-Ankara'ya gittim, Toki Başkanlığına. "Biz orayı ihaleyi kazanan firmaya verdik, gerisine karışmayız." dediler. "E denetleme yapma hakkınız yok mu?" diyecek oldum, "yok öyle bir şey" dediler.

-Firmayı arasaydın.

-Aradım, buldum da... Benim gibi başka mağdurlar da vardı. Meğer o firma da başkalarına satmış. Soruyoruz bu yeni firma kim diye, onlar da ya bakan ya il başkanı yakınlarıymış. Bizimle muhatap olacak kimseyi bulamadık, geri döndük.

-Şimdi naapıyorsun pekii?

-İşte evlenip geldik, burda işe girdim. Hem hanım hem ben çalışıp çalışıp Türkiye'ye para gönderdik. Anca bu yıl, köylülerimin parasını ödeyebildim de memlekete dönecek yüzüm oldu. Amma ben de bittim, tükendim bu arada.

-İyi de enişte siz ne zaman evlendiniz de ne zaman ödedin o kadar parayı?

-10 yılı biraz geçti işte, evleneli. 10 sene boyunca Türkiye'ye para göndermek zorunda kaldım, bereket ki bitti.

-Şimdi de oy vermeye geldiniz.

-Hee geldik işte...

-Neye oy vereceksin şimdi?

-Neye olacak dayı... Bu kadar yolu, köprüyü başka kim yaptı, insanları Tokilerle kim ev sahibi yaptı, bütün dünyanın, Avrupa'nın korktuğu bir dünya liderimiz var, tabii ki onun dediğini yapacaaz.


Kuyrukta adım adım ilerlemeye devam ettik. İyice yorulmaya başlamıştım, artık kulak misafiri olmak istemiyordum. Başımı önüme eğdim. Bir şey dikkatimi çekti... Yerlerde sigara izmariti yoktu. Başımı kaldırıp etrafa baktım, sigara içen de yoktu. Açık havadaydık, sigara içmek isteyen içerdi ama o kalabalıkta sigara dumanı hepimizi rahatsız ederdi. Kimse de buna tevessül etmemişti. Bu düşünce ile biraz mutlu oldum. 

Yürüdüğümüz tarafta da duvarlara asılı çöp poşetleri vardı, hepsi de epey dolmuştu. Konsolosluğun bahçesinden çıkmış, büyük "S" ye dahil olmuştuk. 

Aramızda bariyer olmak kaydıyla bir kaç aile aynı bölgede bulunuyorduk. Yanımızdaki gruptan iki kişi konuşuyordu, istemesem de kulağıma çalınan konuşmada bu defa başka bir konudan bahsediliyordu. 

-Bu zamana kadar kimse gönül rahatlığı ile "müslümanım" diyemiyordu, kimse namaz kılamıyordu. Daha ne olsun şimdi dinimizi yaşıyoruz.

-Nerde? Burda mı?

-Türkiye'de...

-Türkiye'de dinini yaşayamıyor muydun? Camiilere giriş yasak mıydı? Çocukları Kuran Kursu'na gönderemiyor muydun?

-Yok onu demiyom, bu son 15 yılda oldu işte. 

-Kaç yıldır burda yaşıyorsun?

-40 yılı geçmiştir.

-Türkiye'de dinini yaşayamadığın için mi geldin buraya? Burda yaşayabiliyor musun, dinini?


Bir adım daha ilerledik. Başka bir grubun yanına geldik.

-Memleketini seven insan, milletini de sever. Bu milletin seçtiği cumhurbaşkanını da sever. Sen seçilmiş cumhurbaşkanını sevmiyorsan ta bii ki teröristsin. 

-İyi de terör örgütüyle masaya oturan, Habur'da seyyar mahkeme kurup teröristleri serbest bırakan, Bütün Fetullahçıları devletin en  önemli makamlarına getiren de

cumhurbaşkanını sevmeyenler miydi?

-Tabii... cumhurbaşkanımızı bile kandırmışlar. Adam o kadar saf ve temiz ki maalesef herkesi kendi gibi sandığından oluyor bunlar.


Artık sona iyice yaklaşmıştık, önümüzde beş kişilik bir grup vardı. Onlardan sonra bizi alacaklardı içeriye. O grup da önce etraflarına bakınıp,

-Hâlâ gelenler var... Bu kaçıncı otobüs böyle, maşallah maşallah...

-Daha mı görmesin milletimiz, kendisine bu kadar hizmet eden bir adamı. Gelsinler gelsinler...

-Yaa insan Allah'tan korkar, sakatları adam yerine koyan başka hükümet var mıydı?


Birden bire beynimden aşağı kaynar sular döküldü. Konuşulanları Gülsüm Abla da duymuş, rengi sapsarı kesilmişti. Birbirimize baktık, sonra dönüp çocuklarımıza baktık. Hiç bir şeyden habersiz, mutlu mesut sohbet ediyorlardı. Daha serî konuştukları için Almanca'yı tercih etmişlerdi. 

Gözümün önüne oğlumun uzun tedavi süreci, ana okuluna bebek arabasıyla gitmelerimiz, seri ameliyatlar, dışarda oynayamadığı için hırçınlık şeklinde patlayan enerjisi, bitmek tükenmek bilmeyen okul-öğretmen-doktor görüşmeleri geldi. Şimdi o günlerden eser kalmamıştı ama yine de dışardan bakınca farkedilen engeli, onun sıra beklemeden oy kullanmasına ayrıcalık tanınmasına yetecek kadardı. Buna rağmen kardeşleri ve en yakın arkadaşıyla birlikte sıra beklemek istemişti. 

Oğlum, okulunu yüksek bir puanla bitirmiş, işe girmiş, kendi biriktirdiği parayla, geçen sene sekiz ay kadar Amerika'da eğitim görmüş, tekrar döndüğünde, yaşı küçük olmasına rağmen çalıştığı iş yerinde "Şef" olmuştu. Gerek bilgisi, güvenilirliği, gerek sorumluluk bilinci, ahlakı, vicdanı, merhamet duygusu... onu bir çok adamdan daha çok "adam" yapıyordu,

"Sakatları adam yerine koymak"... bu nasıl bir cümleydi..? İyi ki de çocuklar duymadı... Vayy be!


Sıra bize geldi, içeri alındık. Kuyruğa ilk girerkenki coşkumdan eser kalmamıştı. Sandık görevlilerinin güler yüzleriyle azıcık rahatladım. 5 no'lu sandığın bulunduğu oda papatya bahçesi gibiydi. Bir ikisi hariç, bütün görevliler bembeyaz giyinmişti. Beyaz renk, geçici de olsa gözlerimize ferahlık veriyordu.Mührümü bastım, oyumu sandığa attım, imzamı da attıktan sonra hızla ortamı terkederken, görevlilerin "Hayırlı olsun" dileklerine karşı "Teşekkürler, size de kolay gelsin!" diyerek, oyalanmadan dışarı çıktım. 


Gittikçe uzayan kuyruğa baktım. Köylü, şehirli, yaşlı, genç, Türkiye'de doğan, İsviçre'de doğan, kapalı, açık... Avrupa'daki Türkler'in genel görüntüsü... İster istemez dilimden bir dua döküldü:


Allahım noolur, noolur Allahım...gerçi hak ediyoruz ama bize şimdilik, gene de müstehakımızı verme!






( Referandum Kuyruğu başlıklı yazı Seferii tarafından 19.04.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.