"Elindeki ağusuna
doyamadığımsın" dedim ona.
Baktı
bana masumca: "Ağu nedir a sevdiğim?
Bilmediğim kelimelerle sesleniyorsun ya bana, kafayı yiyorum. Anlamadığım an
sen krizine giriyorum o cümleyi anlamak için kafa yoruyorum. Bana net ve açık
bir şekilde yazsana!"
O,
böyle söyleyince hafiften tebessüm ettim.
- Sana dağarcığımdaki
bütün kelimelerle hitap etmek, kafamdan geçenleri beyan edip kalbimi aşikar
kılmak istiyorum.
- Nasıl?
- Kendimi tutamıyorum ki! O
an hangi kelime dolanmışsa dilime ve sana karşı olan samimi hislerimi tam
hakkıyla hangisi ifade ediyorsa onu kullanıyorum. Şunu bilmelisin ki, içimdeki
yanardağı azaltmak için kelimelerim kafi değil! İçimdeki seni ifade etmek için
kelime hazinem pek de zengin değil.
Yani benim güzel sevdiğim anlayacağın sen fakiriyim. Kendimi
çıplak hissediyorum sana yazarken. Yoksul...
Hoş gör beni.
Ona bunları söyleyince daldı gitti
güzelim gözleri gözlerimin kahvesine.
Kırk yıllık hatrı başlatmış oldum
böylece.
Gözlerimin kahvesinde fal baktı.
O böyle tutuklu kalınca gözlerime ben
devam ettim davam gibi gördüğüm kadına:
- Mesele senin anlaman ya
da anlamaman değil mesele benim içimi sana istediğim gibi dökemeyişimdir. Ağu,
zehir demektir ve senin elinde her ne olursa olsun; bu bir tas su da olabilir, siyanür
de gözümü kırpmadan içerim. Bir parça ekmek de olsa elindeki yerim, bir demet
çiçek de olsa koklarım. Yani senin net
olarak bilmen gereken şu; ölüm de olsa elinde gümüşten bir kadehle bana
sunulmuş olan, iftar vakti okunan ezan hasretiyle içerim. Sana nasıl susadığımı,
nasıl acıktığımı anlaman için yazıyorum bütün bunları. Afrika'nın suya
hasretidir benim sana olan hasretim. Kutupların güneşe, karıncaların buğday
tanelerine olan iştiyakıdır benim sana olan iştiyakım. Daha ne diyeyim.
Ahirde çözüldü.
Çok şükür.
- Of ya! Sen konuşunca ben
asla konuşmak istemiyorum daha, hele sen yazınca ben asla kalemi elime almam
diyorum. Bana söylenecek ve yazılacak hiçbir şey bırakmıyorsun. Söyle bana sen
nesin bana?
Sitayiş vardı sözünde.
Özleyiş vardı.
Saklı bir gülüş..
- Ben sana her bir şeyim
yeri geldi mi, hiçbir şeyim bazen de.
Yaz günü yağan yağmurum, kış ortaya çıkan güneşim. Soluduğun havayım, günlerden
nefret ettiğin pazartesiyim. Acıların ötesiyim sana, hüznün ertesi...
Duruydu sözlerim onun gözleri gibi dupduruydu. Kuruydu
dudaklarım onun yokluğuna delildi bu kuruluk, çatlamışlık, şerha şerha
yarılmışlık... Ya kalbim? Onu da Rabbim biliyor.
- Gönül bağımsın; kördüğümlenmişim sana aa!
Durmadan yaz bana, yalvarırım. Onun sesindeki bu cilve, tavrındaki bu işve,
bakışlarındaki bu edalı hâl beni çekip alıyordu benden.
- Öyle diyorsan öyle
olsun. Gönül bağı olsun aramızda, sen gönle düşen aşk katresi ol ben o gönlün
ta kendisi olayım ve bir ömür boyu görünmez iplerle gönülden gönüle bağlanalım
birbirimize. Sen kocaman bir dağ ol mesela ben o dağın taşı olayım. Sen
simsiyah bir gece ol ben o gecenin en parlayan yıldızı olayım, sen okyanus ol
ben yakamozun olayım.
Hiç
durmadan yazıyordum. Dolmadan kalp, yazmaz kalem biliyordum.
- Ne diyeyim sana adam! Rabbim
gönül vermiş sen yanıyorsun, can vermiş sen onu bana sunuyorsun, kalp vermiş
sen kalkmış beni seviyorsun.
- Sana şiirler yazmak
istiyorum. Dize dize senin kalbine girmek istiyorum, ak gerdanına kolye olmak,
yanağına gamze, dudağına gülümseme olmak istiyorum. Sakın başkasına gülümseme,
düşerim dudağından. Dalga dalga senin kıyılarına vurmak istiyorum. Rüzgar rüzgar
saçının her bir telini okşamak ve ipini koparmış bir at gibi yelelerini rüzgara
verip sana çılgınlar gibi koşmak istiyorum.
- Canımı aldın sen benim
adam, aklımı, kalbimi... Benliğimi talan, ömrümü yalan ettin. Saatimi başımda
duran asık yüzlü gardiyan, mekanımı dört adım zindan eyledin sensiz. Nasıl nefes alırım bundan sonra, göğe nasıl bakarım, suya nasıl girerim, çiçeğe
nasıl dokunurum. Bir of çeksem şehri
yakarım valla!
- Sesindeki buğusuna
dayanamadığım! Sen ne güzel bir şeysin be kadın. Bundan sonra bende 'Gönül bağı'
olsun adın. Gönül bağım; kopamadığım, gidemediğim, bırakamadığım.
Ben bunları söyleyince mutluluktan
öleyazdı kadın.