Çok küçüktüm. Daha üç ya da dört yaşımda ya vardım ya yoktum. Babaannem vefat etmiş. Cenaze amcamlarda. Kır evimizden annemle cenaze evine gittik. Babaanne sözünü yıllar sonra duyduk. Biz babaanne yerine nine, büyükbaba yerine dede deriz köylerimizde. Evet, ninem Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu.

 

         Ninem, köy evlerimizde bulunan sökü diye adlandırdığımız tabandan bira yüksekçe divan diye nitelendirilecek kısımda yatıyordu. Annem yaşındaki kadınlar sıra ile upuzun yatırılar cenazenin yanına dizilip ağlıyorlardı. Annemden ayrılıp söküde yatan nineme yaklaştım. Ellerimle yüzüne dokundum. Zavallı ninem sessizce uyuyordu. Korku falan hiç hissetmedim.

 

         Ninemden bir yıl sonra da dedem ölmüş. Sıcak bir ikindi vakti kalabalık erkek topluluğu dedemin na’şını mezarlığa götürüyordu. Sadece o olaydan erkeklerin gürültülü bir biçimde tabutun altına girdiklerini anımsıyorum. Ne ninemin ne de dedemin yüzlerini anımsıyorum. Sadece babam anlatırdı. Dedemin özel bir sandığı varmış. Zaman zaman bana sandığından şekerler çıkarıp verirmiş.

 

Anne tarafından sadece anneannemi görmek kısmet oldu. Anneannem ortaokul yıllarımda ilçemizle dayımın kızı ile bana yemek yaptı. Sevecen güçlü kuvvetli tipik bir Anadolu kadınıydı.

 

Köydeki evimiz köyün hayli dışında, doğanın tam ortasında bir yerdeydi. Evimizin hemen yakınında yaz kış küçük bir deremiz akar. Derenin karşı yakasında alabildiğince uzanan geniş bir ormanımız var. Köknar, ladin ve çam ağaçlarının oluşturduğu yaz kış yemyeşil ormanımız görülmeye değer bir güzelliktedir. Hele kuşların ötüşünün oluşturduğu müzik armonisinin kulaklarımda kalan tınılarını hiç unutamam. Deremizin karşı yakasını geniş bir orman kaplıyor dedik. Derenin beri yakasında bizim ve amcamların evleri ve alabildiğine geniş çayırlar bulunmaktadır.

 

Babam koyunculuk meraklısı bir adamdı. Koyun sürüsünün kapımızı şenlendirmesinden uçsuz mutluluklar duyardı. Hele ilkbahar geldiğinde koyunların kuzularıyla çayırlara yayılması kuzu sesleri gerçekten hoş görüntüler oluştururdu. Bir de gökte bulut yoksa güneş altın ışınlarını cömertçe gönderiyorsa işte böylesi zamanlar öncelikle babamın ve bizlerin yaşamdan zevk aldığımız anlardı.

 

Koyun olur da kaval olmaz mı? Babam köyümüzün en usta kaval çalanlarından birisiydi. Yıllar sonra babamın kaval çalmasının methini birçok köylümden duydum. Kavalla beraber ünlü Karakoyun efsanesini de babam defalarca anlatırdı.

 

Evimiz köyden hayli uzaktı. Lakin Şavşat Ardahan Karayolu çok yakınımızdan geçiyordu. Yaz kış gelen gidenimiz çok olurdu. Hele kış günlerinde bozuk havalarda Ardahan yolu kapanırdı. Tanıdık tanımadık insanlar kapımızı çalar:

 

“Tanrı misafiri kabul eder misiniz? Hava bozdu! Bu havada dağı aşıp Ardahan’a gidemeyiz…” Diyerek konuğumuz olurlardı. Ebeveynlerimin konukseverliği dillere destandı. Annemin, “her geceyi kadir bil, kapına her geleni Hıdır bil.” Diye bir sözü vardı. Kapımızdan kimse geri çevrilmezdi. Şimdilerde taşıt bol. Yolda kalan olmuyor. Yine de yaz mevsiminde eskisi kadar olmazsa bile bazı günler evimizde konuk ağırlayabiliyoruz.

 

Evet, evimiz adata bir cankurtaran görevi yaptı yıllarca. Acil durumda olan hasta ağırladığımız da oldu. Hastayı köyden bize getirilirdi. Daha sonra araç temin edilip hastanın ilçeye, hastahaneye sevki sağlanıyordu. Ya da yaşamaktan ümidi kesilen hasta hastahaneden köye gönderilirken önce bizim eve getirilir. Daha sonra ölümü beklenen hasta evine götürülürdü.

 

Üçüncü sınıfta okuyorum. Mart ayı sonları. Havalar ısınmaya başlamış, yerlerde karlar hemen hemen kalkmıştı. Çayırlarımız yeşermiş sadece yamaçların kuzeylerinde parça parça karlar vardı. Ders bitiminde kardeşimle evimize geldik. Eve henüz varmıştık. Şavşat tarafından bir jeep gelip evimizin karşısında durdu. Ardahan yolu henüz açılmamış, dağlarda kar var. Acaba bu vasıta niçin evimizin karşısına kadar geldi diye meraklanmaya başladık.

 

Jeepten iki adamla bir kadın indi. Kadının yürüyecek hali yoktu. Belli ki hastaydı! Adamlardan birisi kadını arkasına alarak bizim eve getirdi. O yıllarda evimiz iki odadan oluşuyordu. Bir odada bizler otururduk ailece, çoluk çocuk bir arada. Diğer oda konuk odasıydı. Ayrıca bir de kilerimiz vardı.

 

Hasta için hemen konuk odasında yatak serildi. Hasta yatağa yatırıldı. Doktor hastadan ümidi kesmiş!  Evine, köye göndermiş! Jeep geri döndü. Annem ve babam seferber oldular. Hastayla ilgilenirken bir taraftan da sobayı tutuşturuyorlardı. Biz çocuklarda olup biteni merakla izliyorduk.

 

Kadın ortalama kırklı yaşlarında köyümüzün bir insanı. Beyi de hemen hemen aynı yaşlarda. Adam çok üzgündü. Olup bitenleri sessizce takip ediyordu. Hastadan ses sade çıkmıyordu. Annemin sorularına en ufak bir tepki göstermiyordu. Yüzünde renk diye bir şey kalmamıştı. Sırt üstü yatıp tavandaki tahtalara bakıyordu. Gitgide yüzünün rengi iyice solmaya başladı. Üçüncü sınıf bir çocuktum. Ölüm nedir bir derece öğrenmiştim.

 

Hasta resmen can teslim ediyordu. Babam Kuran-ı Kerim okumaya başladı. Annem, tutuşan sobada minder ısıtıp hastanın ayaklarının yanına koyma telaşı içindeydi. Hastanın beyi gayet üzgünce anneme:

 

“Yenge zahmet etme!” diye söylendi. Fazla zaman geçmedi. Gözlerimizin önünde daha kırklı yaşlarında yaşama henüz doymamış kadın sessizce ölüverdi! Beyinin yanaklarından katre katre yaşlar aktı! Evimizde bir insan ruhunu yüce yaratana teslim etti. Bizler de çok üzüldük! Yatağa sırt üstü yatırılan hastanın sadece yüzü gözüküyordu. İnce, zayıf, bembeyaz bir yüz. Bu sahne siyah beyaz bir fotoğraf karesi gibi hafızama kazıldı. Yıllarca unutamadım!

 

Bizler dışarı çıktık. Konuk odasının önünde balkonumuz vardı. Balkondan sağa sola geçip kadının yüzüne baktım birkaç kez. Ani ölüm herkesi şaşırtmıştı! Cenazenin yüzünü hemencecik kapatmak kimsenin aklına gelmemiş.

 

Ölümün yüzü soğuktur! Daha sonra geceleri balkona çıkmaktan korkardım. Bu korkuyu yıllarca üzerimden atamadım. Her dışarı çıktığımda konuk odasının balkonuna doğru yürüyeceğim zaman ölü kadının solgun yüzü gözlerimin önüne gelir benliğimi korku sarar.

 

Köye haber verildi. Köyden adamlar geldi. Gün batarken cenazeyi köye kendi evlerine götürdüler. Daha sonraki yıllarda hastahaneye kavuşturmak için evimize başka hastalar da getirildi.

 

Ninemin na’şının yanında bir şeyler anlamamıştım. Hatta kadınların niçin ağladıklarına da bir anlam yükleyememiştim. Bu kez ölümü, ölümün soğuk yüzünü yakinen gözlemledim! Ölümden kaçış yok! Kutsal kitabımızın dediği gibi: “Her nefis ölümü tadacak.” Ama er ama geç…  Konuyu fazla uzatmaya gerek yok. Yazımızı Tarancı’nın ünlü dizeleriyle noktalamak en güzeli:

Neylersin ölüm herkesin başında.

Uyudun uyanamadın olacak.

Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak,

Taht misali o musalla taşında.

 

 

( Ölümün Yüzü Soğuktur başlıklı yazı sahara tarafından 5.05.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.