ALLAHIN  SOPASI

BİLİYORUM..ROMAN  GİBİ  OLDU  AMA  PEK ÇOK   GERÇEK ÖYKÜDEN  OLUŞTURDUĞUM  BU  ÖYKÜYÜ  BÖLMEK ONA  YAPILACAK  EN  BÜYÜK  HAKSIZLIK  OLACAKTI...
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Torununun  çocuğunu  görmek  her  kula  nasip  olan  bir  durum  değildi  ama  Eyüp  Ağa  ve  onun  gibi  Kafkas  Dağlarının  havasını  ciğerlerine  doldurmuş,  buz  gibi  sularından  içmiş  insanlar  uzun  ömürlü  oluyorlardı  genellikle.  O  da  doksan  yaşına  merdiven  dayamasına  rağmen  hâla  bir  delikanlı  kadar  dinçti.  

Torunu  Neslihan'ın  ilk  çocuğu  olan  altı  yaşındaki  Gökçe'ye  seslendi.

-Kız  kepçe.  Zilli.  Çalıştın  mı  dersine  bakayım?

Neslihan,  Eyüp  Dedesini..Pardon Ağa  Dedesini oldukça severdi  ama  çocuğuna  Gökçe  yerine  ''Kepçe''  Demesine  de  için  için  bozulurdu.  Ağa  Dedeyi kırmamaya  çalışarak  ama  yine  de  sitemkar  bir  tavırla  seslendi.

-Ağa  Dedem. Onun  adı  kepçe  değil  Gökçe'dir.  

Eyüp  Ağa kar  gibi  beyaz  sakallarını  sıvazlayarak  cevap  verdi:

-Ahhh  ahhh.  Bu  İstanbul  sizi  temelli değiştirdi.  Ayşe'nin,  Fatma'nın, Hacer'in,  Hatice'nin  suyu  mu  çıkmıştı  da  gittiniz  kızın  adını  Gökçe  koydunuz?  Gökçe  ne  Allahını  seversen?  Haydi  kız  neyse.  Oğlana  ne  demeli.  Tuttunuz  ona  da  Berkay  dediniz.  Berkay  ne?

Neslihan'ın  Ağa  Dedesine  cevap  verecek  hali  yoktu.  Sesini  çıkarmadan  sustu.  Hem  onunla  tartışılmazdı  ki.  Mutlaka  bir  şeyler  bulur  buluşturur  hep  haklı  çıkardı.

Bu  arada  Gökçe  duvardaki  cüz  kesesi  içinden  çıkardığ  Elif  Cüzünü  eline  almış,  kafasına  da  bir  yazmayı  güzelce  dolayıp  Ağa  dedenin  karşısına  dikilmişti bile.

-Başlayalım  mı  Ağa  Dede?

Eyüp  Ağa  gururla  ve  sevgiyle  baktı  torununun  minik  kızına.

-Senin  o  başlayalım  mı  diyen  dillerini  yerim  ben.  Başla  bakalım.

Gökçe  başladı:

-Elif  üstün  e. Elif  esre  i.  Elif ötre  ü.  Be  üstün  be. Be  esre  bi.Be  ötre  bü. 

Maşallah,  sübhanallah..  Sular  seller  gibi  ezberlemişti  dersini  Gökçe.  Eyüp  Ağa  cebinden  bir  avuç  renk  renk  şeker  çıkartıp  Gökçe'ye  verdi.  

-Aferin  benim akıllı  kızıma.  Buyur.  Hediyeyi  hakkettin.

Bir  avuç  şekeri  gören  Neslihan  hemen  fırladı.

-Kız  bırak  o  şekerleri.  Dişlerin  çürük  içinde zaten.

Sonra  Ağa  Dedesine  döndü.

-Ağa  Dedem !  Allah  aşkına  şuna  şeker  verip  durma.  Sonra  yemek  filan  yemiyor.  Hem  bak  dişleri  de  döküldü.

Eyüp  Ağa,  bundan  elli  altmış  sene  kadar  önce  olsa  çoktan  Neslihan'ın  suratına  tokadı  indirmişti  ''  Sen  Dedenin  karşısında  nasıl  konuşuyorsun? ''  Diye  ama  şimdi  devran  değişmişti.  O  zamanlarda  bırakın  torunları,  kız  çocuklar  ve  gelinler bile  büyüklerin  yanında kendi  çocuklarının başını okşayamazlardı.

Neslihan'a  bir  şey  demeden  Gökçe'ye  seslendi.

-Kızım !  Annen  haklı  diyor.  O  şekerlerden  bir  tanesini  ye,  ötekileri  annene  ver.  O  sana  yemekten  sonra  verir  yine.

Ağa  Dede'nin  hâla  herkese  sözü  geçiyordu.  Sadece Gökçe  hariç.  Onu  oldukça  şımartmışlardı.  Avucundaki  şekerleri  vermek  istemedi.  Neslihan  zorla  almaya  kalkınca da  bastı  yaygarayı.  O  yaygara  yapınca  da  Neslihan'ın  güç  bela  uyuttuğu  Berkay  bebek  zıpkın gibi  gözlerini  açtı  ve  hicaz  makamından  bir  ıngaaa  faslına  başladı.

Neslihan,  Gökçenin  elinden  aldığı şekerleri  sehpanın  üzerine  bırakarak  ok  gibi  Berkay  Bebeği  yatırdığı  odaya  koştu.  Zira  bu  evde  Berkay'ın  ya  da  Gökçe'nin  ağlaması  demek  ''  Sustur  şu  çocukları''  Diye  başlayan  ve  bir  türlü  sonu  gelmeyen  bir  münakaşa  demekti.  Kocası  ve aynı  zamanda  amcasının  oğlu  olan  Ömer'in  asla  tahammül  edemediği  bir  şey  varsa  o  da  çocuk  zırıltısıydı.

Ömer'in   eve  gelmesina  az  kalmıştı. Zavallı  adamın(!)  her  gün  masa  başında  oturarak  çalışmaktan  anası  ağlar (!)  yorgun argın  ve  aç  bir  şekilde eve  döndüğünde haliyle  sessizlik  ve  huzur  isterdi  ama  hepsinden  daha  önemlisi  yemek...  Sanki  bir  tek  Allahın  günü  yemeksiz  kalmış  gibi  her gün  eve  geldiğinde  o  mutad  soruyu  sorardı:  ''Yemek  var  mı?''

Neslihan  içinden  ''Zıkkımın  kökü  var  ayı''  dese  de  dışından  günün  menüsünü  sayar dökerdi:  ''  Var  var...Hıngel  yaptım  bu  gün.  Seversin  sen''

Gerçi  Ömer  kaz  ciğeri yemeyi  tercih  ederdi ama  burası  İstanbul'du.  Kars  artık  çok  gerilerde  kalmıştı.  Kazın  ne  kendisini  ne  de  ciğerini  öyle  sık sık  yemek  mümkün  değildi.  O  değil  de  keteye,  lavaşa,  tandır  ekmeğine  bile hasret  kalmışlardı  bu  memlekette.

Neslihan,  biraz  güç  de  olsa  Berkay  bebeği  uyutup  içeri  girdiğinde  Gökçe  çoktan  bir  avuç  şekeri  mideye  indirmişti  bile. İndirmesine  indirmişti  ama  bu  sefer  aşırı  şeker  rahatsız  etmişti  onu.  Midesi  bulanıyordu.

Neslihan  öfkeyle  bağırdı.

-Ben  sana  yeme  dedim  değil  mi?    Eeeee  Allahın  sopası  yok.  Anne  lafını  dinlemezsen  böyle  olursun  işte.

Ağa  Dede  ''  Bu  ne  utanmazlık.  Sen  benim  yanımda  nasıl  bağırırsın  çocuğa?''  Diyemedi.  Oysa elli  sene  önce  olsa  çoktan  eşek  sudan  gelinceye  kadar  dövmüştü  Neslihan'ı.

Neslihan'ın, Gökçe'yi  tuvalete  götürmesini ve  zorla  kusturarak  pek  çoğunu  çiğnemeden  yuttuğu  şekerleri    kusmasını  sessizce  izledi.

Beş  dakika  kadar  sonra  Gökçe  artık  rahatlamıştı.  Rahatlamasına  rahatlamıştı  ama  aklına  da  bir  soru  takılmıştı  annesinin  son  sözleri  dolayısıyla:  ''Allahın  sopası '' 

Dedesinin  sık sık  bahsettiği,  gökte  yerde,  her  yerde,  her  zaman  var  olan,  bir  olan her  şeyi  gören, her şeyi duyan, her  şeyin  sahibi  ve  efendisi  olan  ama  asla  görünmeyen  Allah'ın  bir  sopası  mı  vardı?

Ağa  Dedesinin  dizlerine  koyduğu  başını  hafifçe  kaldırarak   boncuk  gözlerinin  tüm  ışıltısı ve  yüzünün  tüm  sevimliliği  ile  sordu?

-Ağa  Dede !  Allahın  sopası  var mı?

Neslihan  da  merakla  Eyüp  Ağa'nın  yüzüne  bakmaktaydı.  Gökçe  iyi  ki  bu  soruyu  kendisine  sormamıştı.  Zira  sorsa  ne  cevap  vereceğini  bilmiyordu.  Peki  Ağa  Dede  bir  cevap  verebilecek  miydi  acaba?

Eyüp  Ağa  hiç  düşünmeden  verdi  cevabı:

-Var..Evet  Allahın  bir sopası  var.

Neslihan   şaşırmıştı  çünkü  halk  ağzında  hep  ''Allahın  sopası  yok''  denirdi.  Oysa  Ağa  dedesi  ''Var''  diyordu. 

Bu  sefer  o sordu  merakla:

-Ağa  Dedem !  Allahın  bir  sopası  var  mı gerçekten  de?  Hani  bildiğimiz  sopa  yani?

Ağa  Dedenin  gözleri  buğulandı.  Elli  sene,  hatta  belki  daha  da  uzun  bir  zaman öncesine  döndü  bir  anda.

-Anlatayım  da  dinle  güzel torunum.  Dinle  ve  kendin  karar  ver  Allahın  sopası  var  mı  yok  mu?  Seydihan  Enişteni  hatırlıyorsun  değil  mi?

Neslihan,  halasının  kocası  Seydihan  Eniştesi  ile  Allahın  sopası  arasında  nasıl  bir  ilişki  olduğunu  anlayamasa  da  hatırlıyordu.

-Eh  işte.  Şöyle  hayal  meyal  hatırlıyorum. 

Eyüp  Ağa  devam  etti.

-Peki  Naime  Halanı  ve  halanın  oğlu  İlker'i  de  hatırlıyor  musun?

Neslihan'ın  gözleri  doldu. Naime  halasını   da,  kuzeni  İlker'i  de  hayatında  sadece  bir  kez  görmüş  olmakla  beraber  halasının  onu  ilk gördüğünde  adeta  tuz  yalayan  koyun  gibi  her  tarafını  nasıl  yaladığını  asla  unutmamıştı.  O  gün  bu  gündür  ne  zaman  burnuna  kayısı  ve  reyhan  kokusu  gelse  hep  halasını  hatırlardı.   Zira  Naime  Halası  ve  kocası  Seydihan, kayısı  üreticiliği  yaparlardı  ki  Abrugoz  denen o  kayısının  tadını  başka  hiç  bir  kayısıda  bulmak  mümkün  değildi. Dünyada  sadece  o  topraklarda  yetişen  bir  kayısı  türüymüş.  Öyle  derdi  Ağa  Dedesi.

Seydihan  Eniştesi  ve  Naime Halası kayısının  yanısıra  domatesten  patlıcana  her  şeyi  kendi  bahçelerinde yetiştirmeye  çalışır,  süte,  yoğurda,  yumurtaya  para  vermezlerdi. Naime  Halası  yaklaşık  olarak  her  sulu  yemeğe   mutlaka  reyhan  koyduğu  için  de  özellikle  reyhan  kokusu  Neslihan'a  ömründe  sadece  bir  kez  gördüğü  ata  yurdunu  hatırlatırdı.

-Çok  değil  Ağa  Dedem.  Yüzleri  gözümün  önünde canlanmıyor. Yani  tam  hatırlamıyorum.  O  sırada  Gökçe  kadar  ancak  vardım. Yalnız  dedem,  hatırladığım  kadarıyla Naime  Halamların  beş  tane  de  kızları  vardı.Neden  kızları  değil  de  İlker'i  sordun  ki?  

Eyüp Ağanın  gözlerinden  damlalar  inmeye  başlamıştı.  Belli  ki  anlatacağı  şey  oldukça  hüzünlüydü. Gökçe  de  gözlerini  Ağa  Dedesinin  yüzüne  dikmiş heyecanla  anlatacaklarını  bekliyordu.

Ağa  Dede  başladı  anlatmaya:

****

Eyüp  Ağa  her  zaman  olduğu  gibi  tüm  vakit  namazlarını  köyünün  camiinde  kılardı. O  gün  de  öyle  yapmış,  namazını  kıldıktan  sonra  akranları  ile  bir  müddet  köy  kahvesinde  hoşbeş  ettikten  sonra  evinin  yolunu  tutmuştu.

Beline  bağladığı  koskoca  anahtarla  evininin  bahçe  kapısını  açtıktan  sonra  doğrudan  doğruya  bir  konak  görüntüsünde  olan  evine  yönelmiş  ve  evin  kapısını  da  açtıktan  sonra  körüklü  çizmelerini  ayakkabılığa bırakıp  terliklerini  giyerek  içeriye  yönelmişti  ki  kapının  yanındaki  tahta  bavul  dikkatini  çekti.  Bu  saatte  kim  gelmiş  olabilirdi  ki?  Merakla  içeriye  seslendi.

-Binnaz.  Kız  Binnaz.  Kim  geldi?

Karısı  Binnaz  endişe  ve  korkuyla  Eyüp  Ağanın   yanına  geldi.  Korku  ve  endişe  içindeydi  zira  abdestinde  namazında  bir  adam  olmakla  birlikte  oldukça  sert  bir  insan  olan  ve  gerektiğinde (!)  kadın  milletinden  dayağı  esirgemeyen  Eyüp  Ağa'ya durumu  münasip  bir  dille  nasıl  anlatacağını  düşünüyordu.

Eyüp  Ağa  öfkeyle  parladı.

-Kız  dilini  mi  yuttun?  Kimin  bavulu  bu?  

Binnaz  Hanım zorlukla  yutkunduktan  sonra  cevap  verdi?

-Naime'nin  bavulu  Ağam.

Eyüp  Ağa  daha  da  öfkelendi.

-Naime'nin  bavulu  mu?  Sebep?  Niçin  bavulla  gelmiş ki?

Binnaz  Hanım  bir  kez  daha  yutkundu.

-Seydihan'la  münakaşa  etmişler  yine.

Eyüp  Ağanın  prensiplerinde  tersti  böyle  bir  durum.  Ne  demekti  kocasıyla  tartışmak ?  Ne  demekti  kocası bir  iki laf  söyledi  ya  da  bir  iki tokat  attı  diye  bavulunu  toplayıp  baba  evine  gelmek?  Ağa  kızının  asaletine  yakışır  mıydı  böyle  bir  rezalet(!)  Koskoca  Kağızman'a  rezil  mi  edecekti  bu  kız  kendisini?   Bırak  ağayı  maraba  kısmında  bile  olmazdı  öyle  bavulunu  toplayıp  baba  evine  dönmek.  Bir  kız  gelinliği  ile  çıktığı  bir  eve  ancak  kefeniyle  dönebilirdi.

Daha  da  öfkelenerek  gürledi:

-Eeeee?

Binnaz  Hanım  tüm  cesaretini  toplayarak  cevap  verdi:

-E  si  mi  var  ağam?  Kız  çıkmış  gelmiş.  Baba  evine  gelmek  suç  mu?

Suçtu.  Hem  de  öylesine  ağır  bir  suçtu  ki  kelimelerle  ifade  edebilmek  mümkün  değildi. 

- Baba  evine  gelmek  elbette  suç  değil  ama  gecenin  bu  saatinde,  elinde  bavulla,  yalnız  başına  gelmek  suç.  

Binnaz  Hanım  endişe  ile  bakıyordu  kocasının  suratına.  Şimdi  Naime'yi  ayağının  altına alırsa  ne  yapardı?  Çaresizce  mırıldandı.

-Ağam !  Bu  gece kalsın.  Kendisiyle  konuşurum  ben.  Olmazsa  yarın  barıştırırız  kocasıyla.

Naime, oda  kapısının  arkasında  babası  ile  annesinin  konuşmalarını  dinliyor,  babası  gürledikçe  olduğu  yerde  bir  kedi gibi  siniyordu.  Babasının  böyle  bir şeyi  kabullenmeyeceğini  bile  bile  buraya  gelmekle  hata  etmişti  ama  başka  nereye  gidebilir,  derdini  kimlere  anlatabilirdi  ki?

Binnaz  Hanım  son  bir  ümitle  Eyüp  Ağa'yı  en  zayıf  yerinden  yakalamaya  çalıştı.

-Haydi  sofraya  gel  ağam.  Bu  gece  senin  için  mumbar  dolması  yaptım.

Normal  şartlarda  mumbar  dolması  denince  Eyüp  Ağa'da  akan  sular  dururdu  ama  bu  sefer  ona  bile  itibar  etmedi.

-Boşver  mumbarı  şimdi.  Hemen  hazırlan  gidiyoruz.

Naime  de  Binnaz  Hanım  da  şaşırmıştı.  Binnaz  Hanım  merakla  sordu:

-Gidiyor  muyuz?  Nereye  bu  saatte?

Eyüp  Ağa  gayet  sakin  bir  şekilde  cevap  verdi:

-Seydihan'ın evine  gidiyoruz.

''Seydihan'ın  evine  gidiyoruz''  sözü  Özellikle  Binnaz  Hanımın  eteklerini  tutuşturdu.  Bu  barut  fıçısı  adam  şimdi  Seydihan'ın  evine  giderse  onun  ağzını  burnunu  kırardı.  Gerçi  itin  enigi  hakketmişti  ama?  Ama  ortada  bir  terslik  vardı.  Seydihan'ı  dövmeye  giderken  kendisini  niçin  yanında  götürüyordu  ki?

-Yapma  Ağam  gece  gece...  Seydihan  bir  eşeklik  yapmış.Sen  büyüklük  yap.  Gece  gece  onu  dövme.  Yarın  konuşuruz  işi  tatlıya  bağlarız.  Hem  Seydihan  senin  akraban.  İyi  karşılanmaz  köy  yerinde.  Dost  var  düşman  var.

Neslihan  buraya  kadar  çıt  çıkarmadan  dinlemişti  ama  burada  dayanamadı  artık.

-Ah  Ağa  Dedem  ah.  Hep  akrabalara  mı  verirsiniz  siz  kızları?  O  onla  akraba,  bu  bunla  akraba.  Ben  bile  amcaoğlumla  evlendim.  Bu  nasıl  bir  töredir?  Nasıl  gelenektir  böyle?

Eyüp  Ağanın  gözleri  bir  kez  daha  doldu.

-Ah  be  torunum.  Başka  çare  vardı  da  biz  mi  ucundan  tutmadık?  Anam  bile  Ruslarla  Ermenilerle  savaştı  silah  kuşanarak  ama  gel  gör  ki  Kürt  İsyan  etti  ''  Siz  de  Kürtsünüz''  Diye  bize  vurdular. ''  Biz  Türkoğlu  Türküz'' Dedik  bu  sefer  de  devlete  isyan  edenler  ''Siz  bizden  değilsiniz''  Diye  vurdu.  Taa  1900 lü  yılların  başından  bu  güne  kadar  hep  böyle  olmadı  mı?  Bu  yüzden  ata  topraklarını  bırakıp  İstanbul'a,  Ankara'ya,  İzmir'e  dağılmadık  mı? O  kadar  dağıldık  ki  artık  toparlanamıyoruz  da.  Bak  sen  bile  neredeyse  otuz  yaşına  bastın  ama  daha  halanı  tanımıyorsun.  Memlekete  sadece  bir  kez  o  da  altı  yaşındayken  filan  geldin. Yani  anlayacağın  torunum,  bizim  bizden  başka  kimsemiz  olmadı.  Öyle  olunca  da  bölünmememiz  lazım  geliyordu.  O  sebeple  hep  akraba  evliliği  yapıldı  bizim  aşirette.  

Minik  Gökçe  hiç  bir  şey anlamasa  da  Neslihan  gayet  iyi anlamıştı.  Gökçenin  göz  kapaklarının  yavaş  yavaş  kapanmaya  başladığını  görünce  Eyüp  Ağa'ya  seslendi.

-Ağa  Dedem.  Ben  müsaadenle  Gökçe'yi  yatağına  yatırayım  sonra  bana  anlat  şu  Allahın  sopasını.

****

Gökçe'yi  yatağına  yatıran  Neslihan,  Eyüp  Ağanın  pamuk  gibi  ellerini  tutup  öptü  ve  minik  bir  çocuk  gibi  başını  onun  dizlerine  koyarak  

-Anlat  Ağa  dedem. Anlat  kaldığın  yerden  Allahın  Sopasını.

*****

Ağa  Dede  devam  etti

****

-Yahu  hatun  delirdin  mi  sen.  Ne  diye  döveyim  Seydihan'ı?  

Binnaz  Hanım daha  da  şaşırmıştı.

-Madem  dövmeyeceksin  o  halde  gecenin  bu  vakti  ne  diye  evine  gidiyoruz  ki?

Eyüp  Ağa  gayet  ciddi  bir  şekilde cevap  verdi.

-Bak  Hatun !  Biz  o  adama  kız verdik.  Adam  akşam  yatarken  karısına  sarılıp  da  yatacak  ama  karısı  yok.  Bu  durumda  biz  gideceğiz  oraya  ve  Seydihan'a  soracağız.  Hangimizi  koynuna  almak  isterse  onunla  yatacak.

Binnaz  Hanımın  gözleri  faltaşı  gibi  açılmıştı.  Bu  deli  herif  neler  diyordu  böyle?  Ama  kocasının  suratına  baktığında  adamın  hiç  de  şaka  eder  bir  hali  olmadığını  gördü  ve  iliklerine  kadar  titredi.   

Tam  herşeyi  göze  alıp  ''  Sen  sapıttın mı  herif?''  Diyecekti  ki  Naime,  gizlendiği  kapının  arkasından  çıktı  ve  bavulunu  eline  aldığı  gibi  kendi  evinin  yolunu  tuttu.  Evet..Bu  eve  artık  sadece  ve sadece  ya  kocası  ile  birlikte  ya  da  kefenle  girebilecekti.  Hem  beş  tane  kız  çocuğunu  kime  bırakıp  da  baba  evine  dönebilirdi  ki.

'' Baba !  Allah  rızası  için  bir  kez  olsun  beni  dinle.  Bir  kez  olsun  sor:  '' Kızım  derdin  ne  diye''  Bile  diyemeden  boynunu  bükerek  elinde  tahta  bavul  tekrar    o  cehenneme  yani  evine  doğru  yürümeye  başladı  göz  yaşları  içinde.

Oysa  ne  çok  isterdi  ''  Babam !  Benim  güzel  babam!  Çektiğim  işkenceyi  bir  ben  bilirim  bir  Allah.  Senin  yere  göğe  sığdıramadığın  damadın  Seydihan  neredeyse  her gün  ''  Bir  erkek  evlat  doğuramadın.  Allah  senin  gibi  karının  belasını  versin''  Diyerek  hayatı  zindan  ediyor  bana''  Diyebilmeyi.  

Hakikaten  de  acaba  deseydi  babasına...  Deseydi  ki  ''  Seydihan  her  gün  bana  işkence  ediyor  erkek  erkek  çocuk  doğuramadım  diye''  Ne  cevap  verirdi  acaba?

Neredeyse  dizlerine  kadar  gelen  karın  soğukluğunu  asla  hissetmeden,  gözlerinden  inen  her  damlanın  daha  yere  düşmeden  donduğunun  farkında  bile  olmadan  ve  köye  kadar  inmiş  kurtların,  çakalların  ulumalarına  aldırış  etmeden  histeri  krizine  tutulmuş  meczup  gibi  gülmeye  başladı:

-Ne  diyecek?  '' Adam  haklı.  Sen  de  doğur  bir  tane'  Der.

Neslihan  başını  dedesinin  dizlerinden  kaldırıp  onun  o  nur    yüzüne  baktı.  Yok.  Bu  alnı  secdeli,  dili  Kur'anlı,  karıncayı  bile  incitmekten  çekinen  dedesi  öyle  demezdi  mutlaka.  Ama  yine  de  merakla  sordu.

-Peki  gerçekten  de  halama  ''  Madem  öyle  sen  de  doğur. '' mu  derdin  Ağa  dedem?

Eyüp  Ağa  tıkanmıştı  adeta.  Sehpa  üzerindeki  sürahiye  uzandığı  anda  Neslihan  bir  bardak  suyu  dedesine  uzattı. Soran  gözlerle  bakıyordu  ona.

-Ha  dede ? Öyle  mi  derdin?

Çaresizce  cevap  verdi  Eyüp  Ağa.

-Öyle  derdim  kızım.  Çünkü o  vakitler  cahildik.  Kördük.

Neslihan,  öykünün devamını  merak  ediyordu.

-Sonra  ne  oldu  Ağa  Dedem?  Hatırladığım  kadarıyla  Naime  Halam  en  sonunda  bir  erkek  evlat  doğurdu  değil  mi?  Yani İlker  abimi  az  da  olsa  hatırlıyorum.  Demek  Allah  sonunda  onlara  da  bir  erkek  evlat  verdi.

Eyüp  Ağa  yine  başladı  ağlamaya.

Verdi  kızım  verdi.  Vermesine  verdi  ya...

Sustu.

-Anlsatsana  Ağa  Dedem.  ''  Vermesine  verdi  ya '' Dedin  sustun...

*****

Naime  altıncı  doğumunu  yapmak  için  yatmıştı  hastaneye.  Diğer  tüm  anne  adayları  yeni  bir  bebek  dünyaya  getirecekleri  için  sevinçle  gülücükler  saçarken,  özellikle  de  ilk  kez  anne  olacakların  ağızları  kulaklarındayken  Naime  hüngür  hüngür  ağlıyordu.  

Ağlıyordu  çünkü  Seydihan  onu  hastaneye  yatırırken  sıkı  sıkı  tembihlemiş  ve  dahası  gözdağı  vermişti.

-Bak  Naime !  Bu  güne  kadar  seni  tam  beş  defa  bu  hastaneye  getirdim. İlk  geldiğimde  doğacak  erkek  çocuğuma  isim  bile  hazırlamıştım.  Ona  İlker  diyecektim.  Ama  sen  İlker  değil İlknur'u  verdin  bana.  İkinci  kez  İlker  dediğimde  sen  bana  Hacer'i  verdin.  Üçüncü  geldiğimde  ''  Ha  gayret.  Bu  sefer  erkek  gelecek''  Dedim  sen  yine  İlker  yerine  Gayret'i  verdin  bana.  Dördüncüde  İlker  beklerken  yine  kız  oldu  ''  Eh  artık  bu  son  olsun'' dedim; adını  Songül  koydum.  Beşincide  yine  kız  doğurdun.  İsyan  ettim  adını  Yeter  koydum.  Bu  sefer  de  yine  kız  doğurursan  hem  vallahi  hem  billahi  senin  şu  iki  kolunu  da  tam  omuz  başından  keseceğim.

Naime  bir  türlü  anlatamıyordu  kız  ya  da  erkek  çocuk  doğurmanın  kendi  elinde  olan  bir  şey  olmadığını.  Seydihan  ''  Neslimi  mi  kurutacaksın  uğursuz  karı?''  Diyor  da  başka  bir  şey  demiyordu. Ona  göre  başkalarının  karıları  nasıl  doğuruyorsa  Naime de  öyle  doğurmalıydı ama  inadına,  gavurluğuna  doğurmuyordu.

*****

Naime'yi  doğumhaneye  aldılar.  Seydihan  dışarıda  sigara  üstüne  sigara  içiyordu. Kaynatasının yanında  sigara  içmesi  normalde  mümkün  değildi  ama  bu  sefer  Eyüp  Ağa  kendisi  izin  vermişti. 

-Utanma  oğul  yak.  Bu  gün  Naime  sana  bir  erkek  evlat  verecek.  Buna  inanıyorum.  Zira  benim  kızlarım  içinde  erkek  çocuk  doğurmayan  yok.  Naime  bu  sefer  başaracak.

Seydihan'ın  Naime'yi  nasıl  tehdit  ettiğinden haberi  yoktu.  Hoş  olsaydı  da  farketmezdi  ya.  Hatta  gerçekten de  kollarını  kesmiş  olsa  bile  büyük  ihtimalle  ''  Kocasıdır.  Asar  da  keser  de''  Derdi.

Neslihan  yine  merakla  sordu:

-Gerçekten  de    Naime  Halamın  kollarını  kesseydi  ''  Kocasıdır.  Asar  da  keser  de''  Der  miydin?

Eyüp  Ağa  başını  önüne  eğdi.

-Bilmiyorum  kızım.  Derdim  herhalde.

******

Yaklaşık  bir  ya  da  iki  saat  sonra  doğumu  yaptıracağını  bildikleri  ebe  doğumhaneden  elinde  bir  kundakla  çıktı.  Ama  kadının  suratı  mahkeme  duvarı  gibiydi.  Seydihan'ın  da  Eyüp  Ağa'nın  da  suratı  asıldı.  Seydihan  öfkeyle  bağırdı.

-Senin  bu  uğursuz  kızın  yine  kız  doğurdu  anlaşılan.

Eyüp  Ağa  boynunu büktü.  Bu  nasıl  bir  utançtı(!)  böyle?  Bir  şeyler  söyleyip  Seydihan'ın  öfkesini  yatıştırmaya  çalışıyordu  ki  ebe  hanım  atıldı.

-Yok  yok  merak  etmeyin  bu  sefer  erkek.

Erkek  mi?  Beş  kızdan  sonra  bir  erkek  ha?  Seydihan  sevinçle  havalara  sıçradı.  Çocuğu  erkek  olarak  doğarsa  ebeye  vermek  üzere  cebine  doldurduğu  bir  tomar  parayı  ebenin ellerine  tutuşturmaya  çalıştı.  Aynı  anda  Eyüp  Ağa  da  ceketinin  iç  cebindeki  beşi  birliği  çıkarıp  ebenin  eline  tutuşturmaya  çalışıyordu  ama  garip  bir  durum  vardı.  Ebe  hanım  neredeyse  bir  servet  olan  ne  parayı  ne  de  beşi birliği  almak  istemiyordu.

Eyüp  Ağa  dayanamadı.

-Alsana  be  kızım.  Biz  yıllardır  bu  günü  bekledik  hep.

Seydihan  da  atıldı.

-Al  hemşire  hanım  al.  Ananın  ak  sütü  gibi  helal  olsun

Ebe  Hanım  kundağı  Seydihan'ın  ellerine  koyduktan  sonra  konuştu.

-Kundağı  açıp  bakmayacak  mısınız  evladınıza?  Bakın  bakalım  pipisi  nasıl?

Seydihan  aceleyle  kundağın  alt  tarafını  açtı. Ulan  yoksa  pipisi  eksik  mi  doğmuştu  bebek?    

''Ohhh  çok  şükür'' Dedi.  Çocuğun  pipisi  geyet  normaldi  

-Hay  maşallah   İlker'ime.  Herifteki  pipiye  baksana  baba.  Neredeyse  daha  şimdiden  bir  metre  var.  Ha  ha haaaa.

Başka  zaman  olsa  bu  densizliğe  kızardı  Eyüp  Ağa  ama  şimdi  onun  da  keyfi  yerindeydi.  ''  Maşallah.  Maaşallah''  dedi.

Seydihan  kundağın  tamamını  açtığında  birden  buz  kesti. Eyüp  Ağa  da  öyle...

Bebeği  öylece  orada  masa  üzerinde  bırakıp  kafalarını  duvarlara  vurmaya  başladılar.  Her  ikisi  de  ''  Allahımmm.  Allahımmm  biz  ne  yaptık Ya  Rabbim?   Bizi  nasıl  cezalandırdın  Yüce  Mevlam?''  Diyerek   adeta  öküz  gibi  böğürüyorlardı.

Eyüp  Ağa  bir  kez  daha  tıkandı.  Lafın  devamı  gelmiyordu  bir  türlü.

Neslihan  merakla  sordu:

-Sonra  Ağa  Dedem?  Sen  ve  Seydihan  Enişte  niçin  kafalarınızı  duvarlara  vurdunuz  ki?

Eyüp  Ağa  bir  bardak   su  daha  içtikten  sonra  zorlukla  devam  etti.

- İlker'i hatırladın  mı  diye  sormuştum  hani?

Neslihan  cevap  verdi.

-Evet  Dedem.  Sormuştun.  Ben  de  çok  hatırlamadığımı  söylemiştim.

Eyüp  Ağa    devam  etti.

-Onun  nasıl  biri  olduğunu  hatırlayabiliyor  musun  peki?

Neslihan  hafızasını  yokladı  ama  hayır...

Az  daha  düşününce  birden  aklına  bir  şey  geldi.

-Sakattı  yanlış  hatırlamıyorsam  

''Evet  Kızım''  dedi  Eyüp  Ağa.

-İlker  iki  kolu  da  eksik  olarak  dünyaya  gelmişti.  Tam  olarak  babası  Seydihan'ın  annesine  ''  Yine  kız  doğurursan  senin  kollarını omuz  başlarından  keserim''  dediği  omuz  başlarından  itibaren  her  iki  kolu  da  eksik  olarak  dünyaya  geldi  İlker.

Neslihan'ın  da  göz yaşları  içinde  dinlediği  bu  acı  öyküden  sonra  dede  torun  birbirlerine  sarılmışlardı.  Eyüp  Ağa  nice  sonra  sordu  torununa.

-Şimdi  anladın  mı  güzel  kızım  Allahın  sopası  var  mıymış,  yok  muymuş?

Neslihan  tam  ''Anladım  Ağa  Dedem''  dediği  anda  Gökçe,  Eyüp  Ağanın  bastonu  ile  içeri  girdi

- Dedeeee.  Allahın  sopası  böyle  mi?

Onca  ağlamadan  sonra  katıla  katıla  güldüler.

Neslihan  ne  o  gün  ne  de  daha  sonra '' Peki  İlker'in  suçu  neydi?''  Diye  bir  soru  sormadı  Ağa  Dedesine. Doksan  yaşında  bir  ihtiyarı  daha  fazla  üzmek  istemiyordu  ama  hep  aklının  bir  köşesinde  kaldı  o  soru: ''  peki  İlker'in  suçu  neydi?''


( Allahın Sopası başlıklı yazı Sami Biber tarafından 19.05.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.