Pek çok konuda yüreğime
ışık olan çok değerli büyüğüme ithaf en…
İyi ki varsınız güzel
insan.
Sebeplerin geçersiz
olduğu gerçeğinin İlahi tecellisi. Neyin neyden ibaret olduğundan ziyade ne ile
sınandığımızın bazen külfet gözüküp aslında sahip olduklarımızın da kıymetini
bilmek iken en büyük kazanım.
Zaman sırıtırken,
şeytan ahkâm keserken kim ise sırtı dönük belli ki maruzatı haylice yüklü bir
ikram yine kendimizce bir yol tutturduğumuz ve sığındığımız Huda’nın
derinlemesine görkemin ışığı yine bilip bilmeden bizler dünya denen pazarda
gövde gösterisinde bulunurken…
O ilk kapı…
Babu-l ebvab(kapıların
kapısı): Rabb’in katına yaklaşma mertebelerine girdiği ilk kapı. Bu kapı
tövbedir. (A. Kaşani, Tasavvuf sözlüğü)
Kapıların tokat gibi
kapandığı üstelik insanlık makamında bizler Allah rızası için yaşayıp üstüne
üstük sorgulama hakkımız bulunmazken ve gelip, ince bir nida kisvesinde ansızın
şakıyan o bakir kuş üstelik görünmezin tecelli ettiği bir de huzur ise
kenetlendiğimiz.
Zaman aşımına uğrayan
bir süreçten ibaret insanoğlu: Bir derya addedilen lakin an gelip tıkandığımız
hatta yoksunluğunu kabullendiğimiz seyri yine bilindik bir tını nakşeden: İnsan
gibi sevgi gibi ve muhtaç olduğumuz bir o kadar mağdur kılındığımız.
Ve an gelip de…
tövbenin alametine vakıf olduğumuz üstelik nedir, diye sorup da baş koymuşsak
ve o sorulara ikram edilesi eşsiz bir şerbet yine ‘’nedamet(pişmanlık hissi)
diye cevap vermişti Hz. Peygamber.
Zan altındayız zaman
zaman.
Kan damlayan yüreğin sükûta
en ihtiyaç duyduğu tek kelamı da içselleştirip son sürat koştuğu: kâh
ıssızlığın kisvesi kâh yalanların üstüne düşen gölgesi…
Aşkı rahmet bilen bir
ümmetiz ve insanları yüce Yaradan’dan dolayı özümseyip seven, yüreğe yerleşik
bir seyir iken yine sevginin haiz olduğu o farkındalık…
Kinayeler bazen.
Suskunluk yüklü iken
evren.
Son durak demenin
cehaleti mi yoksa bir an evvel terk etmek beşeri kimliği ve sunmak varlığı bir
an evvel o ruhani boyutta sadece ruhumuzla ve gönlümüzle istirahat
çekileceğimiz son bilip de başlayacağımız ebedi bir yolculuk…
Peygamber Efendimizin
hadislerinde hâsıl olan yine pişmanlığın tövbe olduğu gerçeği üstelik sevginin
katlanarak çoğaldığı gerçeğinin de izdüşümü eğer ki bizler tereddütsüz sevip
yerleşik bir kavram olarak kabul ediyorsak sevgiyi hele ki sunumu yine
sonsuzluğun rahmetine baş koymak iken başı olmayan bir hikâye tasarlayıp sona
meyyal bir yolculuğu da kutsanmış olmanın bilinciyle anbean huzuru gölgeleyen
tüm dış etmenlerden bir o kadar uzak kıldığımız ve kılındığımız gerçeğine
kayıtsız şartsız bağlı isek.
Belki de bu yüzden
kayıtsızlığımız.
Belki’lerden uzak bir
yolculuğa çıkma isteği adeta; asla geri çevrilmeyeceğimizin bilinci ile
kulluğumuza ve vazifelerimize vakıf.
Şartların bazen sunum
bazen kazanım bazense kayıp olduğu sanrıları ile iç içe ve bizler şaşkın bir
şekilde serptiğimiz umut zerrelerine sahip çıkamamanın verdiği acı ile döküm
döküm döküldüğümüz günlük ve dünyevi kıstaslar.
Bir sancıdan bir
gerçeğin doğumuna uzanıp ya da bir sanrıdan yola çıkıp tahayyül ettiklerimize
de sahip çıkma isteği.
Körelen ne ise ama
sunarken çekindiğimiz belki ötelendiğimiz belki örselendiğimiz belki susmalara
dair bir yoksunluk belki de gereksiz bir cümle israfı iken bizler hala hak ve
adalet peşinde yapışmışken insanların yakasına oysaki mutluluğun iki yakası bir
araya gelmezken…
Peki, nedir mutluluk?
İhbar edildiğimiz bir
boyutsuzluk mu yoksa cefası mı dünya denen âlemin?
Aşkın inkârı mı yine
beşeri yolculuğun müdavimi iken ve her nasılsa yanlış anlamlar yüklenen
benliğimiz mi?
Benlik nedir peki?
Bir maruzat mı insan
olmanın kayıtsızlığı ile kayda aldığımız bir ses bandı belki de üstelik
aralıksız dokunduğumuz havanın moleküllerinde zerrelere bölünme ihtimalimiz mi?
Konduramadığımız bir
sıfat mı?
Ya da konuşlu olduğumuz
o kozanın bir gün yok olma tehlikesi mi?
Bizler ki vasıfsız…
Bizler ki inkârsız…
Bizler ki yolsuz ya da
yoldan çıkmış…
Bizler ki dünyaya ve
insanlara küsmüş…
Bizler ki; üremeyi
marifet bilip türemediğimizin de bilincinden uzak sadece ihtiras yüklü
beklentilerine sahip çıkmanın verdiği o kendini beğenmişlik ile sapkın bir rota
tutturmuş…
Kanıksadıklarımız ya da
dile gelmesi mümkün olmayan ama her nasılsa sığındığımız bir dost omzu: evet,
sadece bir dosta yönelip bir de paylaşıyorsak derdimizi, mutluluğumuzu ve
bilumum duyguyu…
Bizler ki körelmiş;
bizler ki yanılmış ama yanıldığımızdan bihaber ve iştirak eden onca iyi niyeti
görmezden gelmenin elbette vardı bir hikmeti deyip bu kez suskunluğu mesken
edinmişken…
Ve tövbe ettiğimiz…
‘’Ki her makamın aslı,
her anahtarın üzerine ikame olduğu şey ve her halin anahtarıdır. Tövbe
makamların ilkidir. O üzerine bina yapılan zemin gibidir. Hele ki sebepleri de
ikiye ayrılır. İlki senin üzerindeki gücü sebebiyle Allah’tan korkman demek
olan inabedir. İkincisi ise sana yakın olmasından dolayı O’ndan utanman demek
olan istihyadır. Ve denilir ki tövbe Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyden
dönmek demektir.’’(İbnü’l Arabî.)
Huzurun asılı kaldığı
gök kubbeden seslenen iç sesim ve yine huzurun kutsandığının bilincinde ben
yalın ayak koşarken satırlarda.
Aşkı da sevgiyi de
merhameti de Hak yolunda bir mertebe olarak kat eden bizler ki çoğu yanlışın
dönülmez ufkunda bir katre dahi sahip değilken gerçeklere ve nasıl da sırtımızı
dönmüşken birbirimize…
Görünen köy misali olsa
da insan; ya da bangır bangır bağırsa da aralıksız bir de düşmüşken arayışa
üstelik telaşının da görmezden gelmenin mümkün olmadığı… hangi hakla zan
altında bırakırız ki mazlumu ve hangi gerekçe ile sıvışırız da başımızın göğe
ereceği beklentisiyle vicdanımızı da uyutup unuturuz?
Sevginin meşalesi tüm
imgeler ve aşkın rahlesi iken yürek üstelik tecelli eden maneviyata da
doyamazken bırakınız da her birimiz nemalanalım birbirimizden üstelik ne çıkar
azıcık haddini aşsa insan hele ki gerçekleri körelten teselli babında iken
yalancıların mumunu yatsıya kadar yandığı… bir tebessüm veren gök kubbede ne
ise gördüğümüze kani ve kim ise tüm gerçeklere vakıf… hadi uzatın ellerinizi en
azından geri çevirmeyin belki de az sonra kopacak kıyamet sadece zikridir
müminin hele ki sevmeyi çok gören bir tutukluk iken şaşkının dili de yüreği de
üstelik karanlıktan aydınlığa çıkmak değil mi bizlerin asli vazifesi en azından
hor ve çok görmemek bir de tutuşan nidaların peşrevine takılı iken yürek…