Öfkeyle baktı karanlığın yüzüne ve bir
küfür salladı boşluğa. Ayrılığa, hasrete, çektiği onca çileye... Başı girse ne
olacak ki belaya?
Gelen geçen ona bakıyordu.
O ise karanlığa kurşun sıkıyordu gözleriyle.
Bir çift göz namluya sürülmüştü.
Allah korusun, kaza kurşunuyla isabet etmeyeydi bir
kalbe?
Kalp de tükenirdi adam da!
Canı cehenneme olaydı onu mutsuz kılan her şeyin
herkesin.
Ona yalnızlık hırkasını hediye edenin bahtı kara olaydı.
Onu derde salanın başı derde düşeydi.
Yağmuru giyinen adamdı o.
Gözleri yağmur yağmurdu.
Baktı mı ıslanırdınız.
- Rabbim benim
gözlerim mi katran karası olmuş böyle yoksa gecenin karanlığı mı inmiş
yeryüzüne? Bilemedim. Yağmur mu yağıyor yoksa gözlerimden dökülen yaşlar mıdır
beni hüzünlendiren? Sararan yapraklar mı yoksa içimdeki duygular mı? Offff of!
diyordu usulca.
Herkes onu gözlüyordu
O ise belli ki sevdiğini özlüyordu.
İçinde dağ gibi bir sevda saklıydı.
Davasında haklıydı.
O yârin nefeslendiği şehirde yaşıyor olmak ve ona
ulaşamamak kahır değil de nedir şimdi? Yağmur yağıyordu yaşadığı şehre.Yâr mi
ağlıyordu yoksa! Sol yanı ağlıyordu, nisan yağmuru değildi nisyan yağmuruydu bu
anlaşılan. İsyan etmek istiyordu, takati dahi yoktu buna. Bir insandan
sevdiğini çekip alırsanız yahut sevdiği ona ihanet edip giderse ne kalır ki
geriye?
Bu nasıl bir sevdaydı rabbim?
Bir adam bu kadar mı kördüğüm olurdu?
Bu kadar mı bağlanırdı bir kadına?
Bir insanı en çok sevdiği kırar, yıkar. İhalesi ona
kalmıştır bu yıkımın. Moloz yüklü bir aşka ilk darbeyi sevdiği vurur. Yıkar
yaşanılan her şeyi; gülüşlerini, ağlayışlarını, sevişlerini, öpüşlerini...
Adam darbeyi içten almıştı.
Kalbi çoktan çürümüştü.
Aklı pörsümüştü.
Adamın, sol yanı feci bir şekilde ağrıyordu.
Göğsü sıkışıyordu, nefes aldığı göğü yıkılıyordu.
Aşkı gibi sırılsıklamdı adam, tiril tiril titriyordu.
Onsuzluktan mı üşüyordu, yoksa yağmurdan mı bilemiyordu.
Uzaklarda, öfke dağlarının ardında küs okyanuslarının
ötesinde, elbette bir kadın da ağlıyordu. Gururunu atıp da adamına dönemiyordu.
Ve adam karanlığı giyinmişti. Baştan ayağa siyahtı, kocaman bir ahtı, büyük bir
günahtı.
Ömrü siyah olandı, bahtı kara...
Kanıyordu ruhundaki yara.
Tampon olan sevgili; kim bilir hangi gurur dağının
zirvesinde, hangi nefret iklimin bağında, hangi belanın okuyuşunda?
Aynı göğün altındasın ama kavuşamıyorsun, aynı toprağın
üstündesin ama yan yana gelemiyorsun. Bu ne biçim bir imtihandır rabbim,
düşmanın başına dahi gelmesin asla. Bir nevi, sevmek intihardır böyle.
Göğün mavisine hüzün kattı adam
Göğsün kafesine kezzap döktü.
Gözün ar perdesine azap verdi.
Adam şöyle düşünüyordu "Ölse hiç değilse bilirsin olmadığını, mezarını Kâbe yapıp
avunursun kendine. Gitse çok uzaklara anlarsın onun hikayesini, sevmiyordur dersin.
Erkekliğin onuruna uyar bir daha çıkmazsın karşısına. Ve ona mutluluğu bulması
için dua edersin. Sevdiğin için dua edersin, aşık olduğun için."
Bunu anlayabilecek kaç insan var ki günümüzde?
Ne kadar da karanlığa meyilliydi adam.
Ne kadar da geceydi.
Zifiriydi.
Bir tükürük salladı yere, içinde ne varsa atmak istiyordu.
Yârsizlik, yersizlik gibi bir şeydi. Yâr ve yersiz olamaz insan; hele yarası
varsa yüreğinde, tazeyse bu yara,
kanıyorsa en olmaz anda... Katlanılacak hâl değildir, çekilecek çile. Ama
seviyorsa bir adam, cehennem olsa bardağında gözünü kırpmadan içer. Çünkü yârin
elinden getirilmiştir, Ölümsüzlük suyudur o.
Yürüdü adam, karanlık da yürüdü onunla birlikte. Durdu,
karanlıkta durdu. Koyulaştı ve girizgahını yaptı adam "Gökyüzünü siyaha boyamışlar, kuşları
öldürüp içini doldurmuşlar. Bir adamı günaha saymışlar, kalbini hüzünle doldurup
sokağa salmışlar."
Sokağın efendisiydi O!
Ayrılığın kerli ferlisi...