Bizim diyarlarda ormancıların kırdıkları cevizlerin sayısı yüzü kat be kat aşardı. Köylülerimiz orman köyleri. Ormanlar insanımızın yaşamında her zaman büyük yer tutar. Bir kere evler, ahırlar, samanlıklar, bil umum tarım araçları için ormana müracaat etmekten başka çıkar yol yoktur. Balta, kazma, çapa sapları hep ağaçtan yontularak yapılmıştır. Evler yapılırken en iyi tomrukların biçilmesiyle ortaya çıkan tahtalar kullanılır.

 

         Sadece bunlar için mi ormana gidilir? Değil elbet. Yakacak temini için de ormanların yolları aşındırılır. Ormana gitmek, istediğin zamanda beğendiğin ağacı kesmek serbest mi peki? İşte orada duracaksın! Senede bir kere en çok bir hafta izin verilir özellikle kış odunu ve yıllık yakacak ihtiyacı için. Peki diğer zamanlar, diyelim ki, samanlığın çatısını rüzgâr uçurdu. Kerestelik ağaçlar temin etmek gerek samanlığın çatısını onarmak için.

 

         İşte o zaman çat kapı; elde hızar ve balta ile ormana dalınmaz. Peki, ne yapılacak? Yüzünü karartıp köyündeki devlet memuru ormancıya müracaat edeceksin. Durumunu uygun bir lisanla arz edip ihtiyacının karşılanmasını isteyeceksin. İşin ucunda ölüm yok elbet. Bu dünyada sadece ölüme çare yok. Her sorunun bir çözüm yolu, yöntemi vardır.

 

          Çözüm yolları, ünü ilçemizin tüm köylerine yayılmış Asker amcamızın fıkramsı anısında saklı. Babası askerliği çok sevmiş olacak oğlunun adını Asker koymuş. Asker Amca, günümüzün Nasrettin Hoca’sı. Çoğusunu kendinin yarattığı müthiş fıkraları var. Asker Amca’nın köyüne bir gün orman mühendisi gelir. Köyünde görevli orman memurlarıyla mühendisi evine davet eder. Yemekler yenir. Kahveler içilir. Bu arada Asker Amca anlattığı fıkralarla konuklarını gülmekten kırıp geçirir. Bir ara mühendise sorar.

 

         “Mühendis Bey, yıllarca okumuş adamsınız. Kaç lira maaş alıyorsunuz?” der. Mühendis normal bir rakam söyler. Asker Amca, üzgün bir yüzle sözlerini sürdürür.

 

         “Durumunuza üzüldüm mühendis bey, keşke birkaç yıl daha okuyup ormancı olsaydınız. Sizin aldığınız maaşı ormancılar çoğu kez bir gecede kazanıyorlar…” Ormancıların yüzleri biraz kızarır! Hepsi o kadar. Fazlada bir şey olmaz. Düzen devam eder.

 

         Ormancılar, çalıştıkları orman köylerinde derebeyler gibi devran sürdüler. İlkokul mezunu olan bu beyler köylüleri yıllarca sömürdü. Ormancının izni olmadan kaçak ormana gidenler de oldu elbette. İşini aşıranlar bir yana çoğu yakalandı. Yakayı ele verenler soluğu hapishanelerde aldı. Orman Kanununa muhatap olup beraat edenlere rastlanmaz. Onun için ne yapıp, ne edip ormancıya yakalanmamak gerekir.

 

         Olmadık zamanda ortaya çıkan kerestelik ağaç ihtiyacını halletmenin yolu ormancıyla anlaşmaktan geçer. Yıllarca bu acı döngü devam etti. Çocuktum. Daha ilkokula başlamamıştım. Yayla evimizin ufak çaplı onarıma ihtiyacı vardı. Çürüyen bir kirişinin değiştirilmesi gerekiyordu. Babam ormancıları yemeğe davet etti. Bir oğlak kesti. Et olurda yanında bir şey olmaz mı? Sofrayı bir şişe ile süslemişlerdi. İlk kez rakı adını o zaman duydum. Başka zamanlarda baba evimizde rakı adını hiç duymadım.

 

         Şimdi anlatacağım olaylar yine ormancılarla ilgili. Bölgemiz orman bölgesi. Yaylalarımızın doruklarına kadar ormanlarımız her tarafı kaplamış durumda. Hopalılar ta Hopa’dan kalkıp bizim ilçe yaylalarında yayla tutmuşlar. Özellikle çocukluk yıllarımda bu insanların çoğu koyunculuk yaparlardı. Yazları yaylalara gelirlerdi sürüleriyle. Yaylada yakacak ihtiyaçlarını bizim yaylaların yakınlarındaki ormanlardan sağlarlardı. Çobanlık yaparken bir bakardık üç-beş Hopalı atlarıyla gelip denk yaptıkları odunları atlarına yüklemiş yaylalarına doğru gidiyorlar. Yaptıkları iş elbette izne tabi olmazdı. Ormancılara denk gelirlerse işleri sarpa sarardı.

 

         Bu amaçla bir Hopalı yurttaşımız tek başına atıyla beraber ormana gelir. Bir yüklük odun hazırlar. Tam o sırada güçlü kuvvetli, cehennem yüzlü bir ormancı belirir. Atını bir ağaca bağlar ve Allah ne verdiyse tüm gücüyle elindeki kamçıyla Hopalıyı dövmeye başlar. Zaten çelimsiz, güçsüz bir yapıdaki zavallının feryatları bulundukları vadiyi kaplar. Ormancı yoruluncaya kadar adamı döver. İplerini keser. Hopalı yüzü gözü yara bere içinde yaylasına döner. Atını bırakır. Doğru ilçe merkezine yolunu tutar.

 

         İlçede hükümet konağının hemen yanı başında önündeki küçük masasının üstünde daktilosu olan arzuhalciye yaklaşır. Emredercesine haykırır söyleyeceklerini:

 

         “Yaz der! Aynen yaz. Ey Ankara’da oturanlar… Ey a…..na k..duklarım. Orda rahat rahat koltuklarınızda oturayırsınız! Hiç bilmayırsınız Zölt’ün Boğazında ormancı ne b@k yiyor…” Elbette arzuhalci böyle bir dilekçeyi Ankara’ya göndermez. Hopalıya çay söyler, gönlünü alır.

 

         İşte ormancıların böylesi sadistçe eylemleri hep yaşanır hadiselerdi. Ağustos ayları. Yaylada koyunları güdüyorum. Hava güneşli. Yemyeşil yayla düzlerinin en güzel zamanları. Benim gibi çoban arkadaşlarımda var. Tatlı tatlı sohbetler ediyoruz. Bazen güreş tutuyoruz. Uzun gün bir türlü akşam olmuyor. Az ilerimizde ormanlarımızın son uzantısı makilikler var. Daha aşağılarda gürgen, karaağaç ve daha çok kayın ağaçlarıyla kaplı ormanlarımız uzanıyor. Bazı günler Ardahan yaylalarından kağnı arabalarıyla insanlar gelip yaylalarına yakacak temin ederlerdi.

 

         Karşılaştığım olaylardan birisi iki kağnı arabasıyla ormana yaklaşan Ardahanlılarla ilgili. Adamlar daha ormana yaklaşmadan atlarıyla iki ormancı bir anda ortaya çıktı. Ormana yaklaşan adamların önünü kestiler. Henüz suç teşkil edecek durum yaşanmamıştı. Ormancılar Ardahanlılara:

 

         “Hayırdır ağalar, böyle gün ortasında yolculuğunuz ne tarafa?” İşleri sarpa saran Ardahanlıların yüzlerinden dökülen bin parça. Yaşlı bir adam kızgınlıkla cevap verdi ormancılara:

 

         “Nereye mi gidiyorum! Kara yolun katına, Cehennemin altına gidiyorum!” İki ormancıya karşı ormana giden üç adam vardı kağnıların başında. Arabalarını kolay kolay düze indirecek gibi değillerdi. Fakat ormancıların tüfekli. Karşılıklı bağırmaya başladılar. Ardahanlılar:

 

         “Azıcık maki yükleyip boş arabalarla geri dönmezsek olmaz mı?” diyerek biraz aşağıdan almaya başladılar. Ormancıların yumuşacağı yoktu. Sertçe sözlerine devam ettiler.

 

         “Canınız dayak istemiyorsa arabalarınızı geri çevirin geldiğiniz gibi dönün yaylalarınıza…” Yapacak bir şey yoktu. Adamlar kuzu kuzu geri döndüler.

 

         Bir başka gün yine aynı düzlüklerde koyun güdüyorum. Ardahan yaylalarından bir adam kağnısına yüklediği daha çok makilerden oluşan yükü ile yavaş yavaş yanımdan geçiverdi. Aradan çok kısa bir zaman geçti. Atıyla bir ormancı adeta bitiverdi. Birden ortaya çıktı. Atını kağnıcının yanına kadar sürdü. Yıldırım hızıyla atından indi.

 

         Adamı dövmeye başladı. Ormancılar hemen hemen bir santimetre çapı kalınlığında kamçı taşırlar. Kapçı hayvan derisinden örülür. Eğer kamçı ile es kaza insanın elinin ayasına bir kez çok hafif vurulsa dayanılmaz acı verir. Ormancı adama ha bire:

 

         “Aç ellerini!” diye bağırıyordu. Zavallı adamın yapacağı hiçbir seçenek yoktu. Ormancının emirlerini harfiyen yerine getiriyordu. Ormancı son gücünü harcayarak kapçıyla adamın ellerine vuruyordu. Bulunduğumuz yer geniş bir düzlüktü. Kamçının her şaklamasıyla oluşan sesler düzlüklerde yankılanıp arşa yükseliyordu.

 

         Adam, bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Hani denir ya, dünyada en acımasız yaratık insandır diye. Bu yargı ispat edilircesine ormancı insanlık dışı eylemine devam etti. Kendini kaybetmiş bir durumda zavallı adamı ha bire dövüyordu. Kamçının her şakladığında adamın hissettiği aynı acıyı vücudumun en uç noktalarında ben de hissediyordum. Yapacağım bir şey yoktu. Bir söz söyleyip ormancıyı sakinleştirecek durumda değildim.

 

         Yıllar geçti. Yaz tatillerinde memleketi ziyaret ederim. Yaylalara çıkar çobanlık yaptığım yerleri dolaşır, çocukluk günlerinin anı kırıntılarını hatırlamaktan farklı tatlar alırım. Fakat ormancının garip Ardahanlıyı döğdüğü yere yaklaştığım zaman yıllar önce tanık olduğum hazin sahne daha dün yaşanmış gibi gözlerimin önünde canlanır. O zamanlar hissettiğim acıyı tekrar yaşarım.

 

         İnsanın insana çektirdiği acılar ne yazık ki günümüzde katlanarak yaşanıyor. Haydut devletler güçsüz devletlerin topraklarını işgal edip zenginlik kaynaklarına el koyuyorlar. Bu arada nice suçsuz, günahsız insan ölüyor. Bölgesel savaşlar, anarşi, terörün bir türlü önü alınamıyor. Dayanılmaz acılar yaşanıyor.

 

         Ne diyelim. Durumu kabul mu edelim. Dün ormancıların yaptığı zalimce eylemleri günümüzde farklı güçler pervasızca sürdürüyorlar. Bu kısır döngüyü ters çevirmek için; barıştan dostluktan yana olmaktan başkaca bir makbul çözüm yolu yok. Barışı, bir arada huzur içinde yaşama iradesini sürekli gündemde tutarak insanlık olarak güzel günler yaşayabiliriz. Yaşlı dünyamızın kaynaklarını insanlığım barışı ve mutluluğu için kullanma iradesini gösterirsek yer karasında acıların yerini güzellikler alır diye umut ediyorum.

( Ormancı Vukuatları başlıklı yazı sahara tarafından 24.05.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.