Mutluluk damıtıyorum ve sayarken üçer
beşer.
Şiirlerle avutuyorum günümü, tehir
ettiğim yarını da mimlerken dünün kayıtsızlığı.
Belgeler ihbar ediyor sessizliğimi ki
neye delalet sonra da sarı benizli çocuklar peyda oluyor aklımın pazarında.
Günlerden de Pazar ve azalan ikramlar
bir o kadar azalan nüfusu hanelerin oysaki ürer biliriz eğer ki söz konusu
evlenen genç insanlarsa ya da yaşı geçkin belki de yaşsız insanlar yine de
yasların mübarek bildiği gözü yaşlı seyirler.
Zamandan çaldıklarımız kadar bizden
çalınan ve her ne kadar imtina etse de, sarkık gerdanlarında çocuklar büyüten o
yaşlı adam ve kadın.
Adınla yaşa, diyen bir büyüğün
mübarek elini öpmeyeli ne kadar oldu peki ya da sırtımızda taşınan tabutlarda
biz bir yandan mutluluğumuzu da ebediyete uğurlarken?
Yaş aldıkça yası da mesken tuttuk.
Yası büyütürken dizlerimizde ve
şiirlerin dizelerinde bilemedik aslında kendimizi uyuttuğumuzu.
Avunduk hem de deliler gibi ama
avutmadığımız aşikârdı üstelik gidenlerin ardından ne su döktük ne de rahmet
okuduk içimizin güftelerine takılı mezar taşlarında silinen isimler gibiydik
oysa.
Kelimeler seğirtiyor akıl hicap
ederken, zaman bile dengini kaybetti aslında kaybolduğumuz yetmezmiş gibi
vesile olduk kayıpların dönme ihtimalini de gömerken anılarımız eşliğinde.
Anılardan kasıt belki de kasıtlı
ölümler ve cinnet geçiren içimizin cinleri bilemedik adam çarpan ikiyüzlülüğümüzü.
Demediklerimizden de sorumluyuz zira
sessiz tanıklarıyız evrenin ve İlahi Adaletin dokunuşu ile şekillenen
dünyalarımızı makamsız şarkılarla uğurluyoruz hele ki meramın nedir, diye
sormaları esefle kınarken.
Kıyarken sevgiye.
Kırpmadan gözümüzü.
Çocuk belirteçlerin ihaneti belli ki
büyüklük taslayıp dolduruşa getirirken kaderi sonra da keder bürüyen
isyanlarımızı yok sayıp tüm yüzsüzlüğümüzle hala bekliyoruz iyi bir şeyler
olacağının inancı da değil de sömürgen benliklerimizden oluk oluk akan nice
kinaye.
Unuttuk unutalı, unutulduk ve gelmiş
boyutsuzluğunu güncelliyoruz kin ve kir iş birlikteliğinin.
Bizler ki yoksun; bizler ki göreceli;
bizler ki münferit kaygılarımızı alaya alıp, edepli ve mektepli mısralar üretme
peşindeyiz. Bazen dokunaklı bir kelama sığınıp üstelik yüzümüzü kızartmadan,
pişkin pişkin yürürlüğe koyuyoruz içimizin kayıp asaletini belki de bir
İstanbul beyefendisi/hanımı havalarında müritlerimizi topluyoruz kıyıdan
köşeden.
Saygı ya da sevgi ve nice sıfat ki
işkillendiğimiz değil de içerlediğimiz hem de zan altında.
Benzer göstergeler ya da
belirsizliğin had safhada yine saf tuttuğu nice yargı.
Bizler ki bu yurdun ve bu âlemin
kayıtlı örnekleri; bizler ki muteber vasıflara göre konumlandığımız ve
ayrıştırmayı meziyet bildiğimiz ve sonra da gelip gelişigüzel o serzenişi yok
saymanın tecellisi iken bin bir mazeret uydurup benliğimizi kutsuyoruz ve
savuşturuyoruz bilinmedik meziyetlerimizi ki saklı tuttuğumuz ve genelde tasvip
etmediğimiz kim ya da ne ise.
Bayramın güncesi diye başlayıp sükût-u
hayale uğradığımız ve de uğrattığımız.
Hangi can pazarı ise, deli gibi
sürdüğümüz arabalarımızla bizler kayıt altına alınırken yine Azrail’in nöbet
tuttuğu.
Asılsız aslında bayram güncemiz zira
bizleriz asılsız olan: peki nedir aslolan ya da pekişen hangisidir de pekâlâ
onay verebiliriz?
Seyrinde ya da peşi sıra ama bir o
kadar peşin hükümlü.
Şimdi taviz versek ya da tahayyül etsek…
Neyi mi?
Belki de mutluluğun asla parayla ya
da kredi kartıyla belki de bronz tenle ölçülmediği hele ki zifiri karanlıkta, o
bronz tenlerimizle iyice kararırken iç sesimizin uzamında bir tatil şarkısı
kadar neşeye büründüğümüz.
Çocuklar mutlu mu ya da unutulmuş yaşlı
ve kimsesizler?
Ya bizler gerçekten mutlu muyuz?
Mutluluğunun ne olduğunu bilememek
belki mutsuzluğun ilk koşulu ve koşutlarda konuşlandığımız ya da bir bayram
sofrasında demlendiğimiz ve ceplerimizden taşan o erimiş şekerler hele ki
sevgiyle ısıtıp üstümüze başımıza yapışan belki de ıslak bir öpücükle bir
çocuğun mutluluğuna eşlik ettiğimiz.
Mutluluğun dengi belki de kerametidir
bir bayram güncesinde soluklanan gönül misafirleriyle hemhal olduğumuz…
Mutlu bayramlar efendim.