Aracımız Tahran’a varınca, içimi anlatamayacağım bir sevinç kapladı.
Uzaktan derli toplu bir şehir görünümünde; etrafı dağlarla çevrili, çok geniş bir düzlüğe kurulmuş. Yaklaşık 17 milyon nüfusuyla dünyanın kalabalık başkentleri arasında.
Yavaş yavaş merkeze doğru ilerliyorduk ki; trafik polisi bizi durdurdu. Burada aşırı yoğunluk nedeniyle trafiği rahatlatmak için tek- çift plaka uygulamasının olduğunu ve bugün tek plakaların şehre girebileceğini söyleyince, telaşlandık. Bagajlarımız vardı ve oldukça kalabalıktık.
Sağ olsun sürücü ve vatandaşların yardımıyla kendimizi merkezde bir yerde bulunan otelimize atabildik.
Tahran’da ilk dikkatimi çeken şeylerden biri temizlikti ve maalesef sokaklar da, otel de temiz değildi.
Saat 17.00 ye kadar her yer kapalı olduğu için arkadaşlarım odalarına çekilip uyudular, ben yakın çevrede yürüyüşe çıkmaya karar verdim. Otel yetkilileri beni özellikle çantam konusunda uyardılar çünkü burada kap kaç olaylarına sıkça rastlanıyormuş. Hem korkuyordum, hem de merak ediyordum; öyle ya zaman kısıtlı ve bu zamanı en iyi şekilde değerlendirmek lazım.
Caddeyi boydan boya gezdim: oldukça geniş, sağlı sollu güzel mağazalar, kafeler, restoranlar ve metro istasyonları vardı ama pek fazla insan yoktu. 
Dikkatimi çeken çok öemli bir şey daha oldu; burada pek dilenci yok, yalnızca bir adamcağız oturmuş, saza benzer bir şey çalıyordu. Onunla fotoğraf çekildim, gerçekten çok güzeldi çaldığı şarkı ve parayı hak ediyordu.
Akşam yemeği, sohbet... derken yorgunluğumun farkına vardım, artık yatma zamanı; yarın çok gezeceğiz.
‘’Buranın en kötü yanı ne?’’ derseniz; tek kelimeyle ‘’Trafiği’’ derim.
Sabah erkenden yola koyulduk ve 3-5 km yolu adım adım, neredeyse iki saatte zorla gidebildik, ne yayalar, ne sürücüler kural tanımıyor, kendilerince hareket ediyorlar.
Trafik değil, ralli sanki veya hani o çarpışan arabalar var ya; aynen öyle.
Sürücülerin ne zaman, ne yapacağına akıl sır erdirmek mümkün değil.
Kafama takıldı, belki siz de düşünmüşsünüzdür: ''Hiç kaza olmuyor mu?'' diye.
Ben 3 günde hiç kaza görmedim, ne denir bilmem ama galiba Allah onları koruyor.
Öyle benim diyen İstanbul şoförü bile, anında kaza yapar. Söylemedi demeyin; eğer bir gün buralara gelmeyi düşünürseniz aklınızda bulunsun.
Trafik polisi kaynıyor ortalık ama ne hikmetse bu durumu seyrediyor ve müdahale etmiyorlar.Metro meydanındayız ve öyle çok motosiklet var ki; şaşırıyorum.
Meğer bunlar vatandaşları sağa sola taşıyan, tabiri caizse dolmuş motosikletlermiş: veriyorsunuz parayı, atlıyorsunuz arkaya, otomobille iki saatte gidemeyeceğiniz yere onlar beş dakikada sizi götürüyor. Bazıları üst kısma güneşlik bile taktırmış: SUN ROOF... 
Tahran’ nın sıcağında güneşten etkilenmeyesiniz diye konforu bir tık ileri taşımışlar.

İran'da Türkmen, Azeri, Kürt ve daha pek çok farklı etnik guruplar var .
İnanç olarak da sunni, alevi, şii mensubu insanlar hiç problem çıkarmadan yıllardır bir arada yaşamayı becerebiliyorlar.
Hemen hemen 5 kişiden biri az çok Türkçe konuşabiliyor.
Herkes nasıl kurtarıcısının fotoğrafını her yere asıyorsa; İranlılar da Mr. HUMEYNİ 'nin fotoğraflarını evlerine, iş yerlerine ve caddelere asıyor. 
ilk durağımız GÜLİSTAN SARAYI:
Dışarıdan bakınca hiç de öyle saraya gelmiş gibi hissetmedim kendimi, şaşırdım valla!! Dış kapı, saray kapısı değil de, sanki bizim evin kapısı gibi.
Bizim TOPKAPI, DOLMABAHÇE, YILDIZ SARAYLARINI düşününce haliyle yadırgadım. 
Bahçe çok büyük her taraf ağaç ve çiçeklerle kaplı ortada büyük bir havuz var...
GÜLİSTAN SARAYI 19.yy da QUAJARLAR tarafından yapılmış.
Quajar dönemi Sultan Abdülhamit Han, Pehlevi dönemi ise Atatürk zamanına denk geliyor. Her iki dönemde de iki ülke ilişkileri çok çok iyiymiş.
Pehlevi başa geldiği zaman bir süre burada yaşamış, sonra kendisine şehrin dışında SADABAD SARAYI' nı inşa ettirerek oraya geçmiş. 
Girişte hemen karşıdaki bina dikkatimi çekti, hiç de yabancı gelmedi bana. Rehberimiz buranın adının BEYAZ SARAY olduğunu söyleyince 
"Ne yani biz şimdi Amerika'da mıyız, ne ara geldik?" diye sordum, herkes gülmekten kırıldı.
Meğer bu bina normalde beyaz boyalıymış.
Şah Nasir-ed din zamanında Sultan Abdülhamit han bir keresinde ziyaret için geldiğinde burayı çok sevmiş ve dış kaplamasını hediye olarak yaptırmış. Dedim ya bana hiç yabancı gelmedi.
İçeride o dönemden kalma eserler ve yöresel halkların kullandığı giysiler ve eşyalar sergileniyor.
Çiniler muhteşem görünüyordu. Yan tarafın duvarlarında kabartma el işçiliği süslemeler vardı. Aslında sarayın tüm binalarında el işçiliği bu kabartmaları görebiliyorsunuz. 
İlginç bir detay paylaşmak istiyorum: O dönem kadınlarını sembolize eden figürlerin kaşları hep kalın yapılmış, nedenini sordum. 
Rehberimiz: ’’ O dönemlerde kadınlar evleninceye kadar kaşlarını aldırmazlardı, çünkü bu ayıp sayılırdı.’’ diye cevap verdi.
Karşı tarafta bulunan diğer bölümlere giderken, yine dış kaplamaların çinileri dikkatimizi çekti.
Aradan yıllar geçmesine rağmen mükemmel görünüyorlardı.
Sağ taraftaki kısım: altında, mermerden yapılmış, Şahı koruduğuna inanılan 7 melek figürünün taşıdığı  ki; bunlar Romalılar dönemindeki gibi çıplak heykeller şeklindeydi, yine mermerden yapılmış şahların taç giydiği yüksek bir platformun yer aldığı bölümdü.
Orta kısımda Şah Nasir-ed din’ nin mezarı, sol kısımda ise AYNALI SARAY yer alıyordu.
''İşte saray!'' dedim kendi kendime, inanılmaz bir ihtişam, gözlerimizi kamaştırıyordu. Dış kapıdan itibaren iki katlı mekanın bütün duvarları ayna parçacıklarından oluşmuş, duvarlarda o dönemin şahlarının resimleri, tavanlar da yine aynalı ve çok büyük, çok gösterişli avizeler asılı.
Üst katta yine padişaha ait eşyalar  sergileniyor.
Tam öğle saati ve yemek zamanı. Buranın çok ünlü bir restoranına gidiyoruz, yemek yedikten sonra rehberimiz bize Kapalı Çarşıyı gezdirecek.. 
''Aman Allah’ım... bu ne?'' çok kalabalık, iğne atsan yere düşmez ve çookkk sıcaaak... Çiçek Pasajı gibi bir yer ve acayip bir kuyruk var.
Helal olsun, adamlar para basıyor valla.
''Burada kalıp, böyle bir yer mi açsam acaba?'' diye geçirdim içimden.
Zar zor içeri düştük, üç katlı bir yerdi burası, garson hemen menüyü uzattı.
Alın size pilav, pardon yemek çeşitleri: Zebzı polo,Tecın, zeresn pölo, mahıce soltanı kebab, zeresk polo ba morg..
Kısacası: pilav, pilav, pilavvv...
Biz yedik, çıktık,dışarıda yüzlerce insan hala sıra bekliyordu. 
Oranın hemen yakınında Kapalı çarşı’ dayız.... 
Bizim Kapalı Çarşının’ nın çeyreği kadar bir yer ve hemen hemen aynı şeyler satılıyor.
Sol taraf çıkışında  Şah Camii’ ne geçiyoruz.
Çok büyük bir yer ve görünüşü muhteşem. Caminin avlusunda büyük bir havuz var, etrafta medreseler yer alıyor..
Gün bitti ve Otelimize çekildik.
Son günde ben yalnızdım. Arkadaşlarım İstanbul’ a döndüler. Bir gün önce tanıştığım taksici HUŞENG’i çağırdım ve mutlaka Milat kulesi ile Sadabad Sarayını görmek istediğimi söyledim. Adam Azeri ve iyi bir adamdı.
Sağolsun tam gün benimleydi ve benden yalnızca 70 lira aldı.
Tahran'ın en ünlü mekanlarından biri olan MİLAD kulesi' ne götürdü ilk önce beni.
İran' ın modern yüzüyle tanıştım.
Burası  435 metre yüksekliğiyle dünyanın 6.yüksek kulesi ve 4-5 sene önce yapılmış.
Aşağıdan fotoğrafını çekeyim dedim, fena halde başım döndü. Girişi çok güzel tasarlamışlar; havuz, fıskiyeler ve heykellerle süslemisler. 
İlk 4 katta restoran, dükkanlar yer alıyor.
Hem yürüyen merdiven hem de asansör kullanabilirsiniz.
İçinde müzeler, alış veriş yerleri ve restoranlar var. Hemen girişteki bir sergi salonunda her hafta bir ülkenin eserleri sergileniyormuş, bu hafta Kore haftasıymış.
Kore dilinde yazılmış ÖMER HAYYAM'ın bir şiirinin yazılı olduğu  harika bir pano gördüm,çeşitli el emeği eserleri  İran'lı Korece eğitim görmüş kızlar ve Koreli Lee Yo Un joung bana anlattılar. 
Çoğu İran- Kore dostluğunu anlatıyormuş, hiç şaşırmadım..
 İşte o zaman anladım İranlıların uzak doğu’ya neden bu kadar  önem verdiklerini: kardeşim onlar olmasa İranlı bu kadar pilavı nasıl yiyecek?
Dışarıda balkon gibi bir yere ŞEMS'in heykelini dikmişler.
Asıl macera sonra başladı tabii.. 4.kata kadar kaç kere çıktım, indim saymadım... Bir türlü insanları en tepeye çıkaracak olan özel sansöre binmeye cesaret edemedim.
Sonra aklıma geldi, çantamda insidon vardı, bir tane içtim ve birkaç tur attıktan sonra ''Ya Allah!'' deyip kalabalıkla birlikte asansöre binip yukarı çıktım.
En üst kata  çıktığımızda,Tahran ayaklarımızın altındaydı ve mükemmel bir manzarayla karşılaştık.
Bir ara kule sallandı, çok korktum tabii ama sonradan öğrendim ki; saatte 140 km rüzgara ve 220 km fırtınaya karşı dayanıklı bir yapıymış, rahatladım. 

SADABAD SARAYI:
Divan Şairimiz Nedim'in aruz vezniyle yazdığı o muteşem şiirinde dediği gibi:
"Gidelim serv-i revanım yürü Sadabad'a"
Tahran'a gelinir de SADABAD'a gidilmez mi?
Zamanım kısıtlı olduğu için çok detaylı gezemedim, gördüğüm kadarını sizinle paylaşacağım.
Ön bilgi olarak söylemem gerek: Tahran'ın güneyi düzlük ve özellikle yazın çok sıcak.
Şahlar kışın, Tahran'ın güneyinde bulunan daha önce anlattığım GÜLİSTAN SARAYIN'da otururlarmış.
Şah Muhammet Rıza Pehlevi yönetimi devralınca, kuzeye yazlık bir saray olan SADABAD'ı yaptırmış.
Saraya yaklaştıkça kalbim hızlı hızlı atmaya başladı.Yolun her iki yanında ağaçlar ve manzara harikaydı. Etrafta villa tipi evler...
Tahran' ın en zengin ve elit takımı bu evlerde oturuyormuş.
Çok geniş bir alana kurulmuş saray, bahçesi yemyeşil ve etraf çınar ağaçlarıyla dolu. Kapıda bir araç sizi alıyor ve sarayın bölümlerine götürüyor, yani yürüyerek gitmeniz zor öyle büyük bir yer.
İlk durak, Şah'ın dinlendiği bölüm.
Giriş kapısının her iki yanında da çıplak insan figürlerinin yer aldığı kabartmalar var.
İçeride Şah' ın  ve eşinin yatak odaları, onlara ait eşyalar var.
Şah’ın odasında ortada bir karyola vardı ama Şah orada yatmazmış, yerde yatmayı severmiş.İran' da bu alışkanlığın bir çok insanda  var olduğunu öğrendim, sıcaktan olsa gerek diye düşündüm.
Sadabat Sarayı' nda da bir BEYAZ SARAY var, bunun nedenini anlayamadım gitti, nedir kardeşim bu BEYAZ SARAY merakı?
Giriş kapısının yanında neredeyse benim boyumun iki kadar uzun, bakırdan yapılmış bir çift çizme vardı,bunlar Şah'ın çizmeleriymiş. Merdivenlerin karşısında ise bir meçhul asker heykeli yer alıyor. Bu adamcağız İran'ın çok ünlü savaşçılarından biriymiş adını kimse bilmiyor,ben de öğrenemedim içime dert oldu.
İçeride yine Şah'ın dinlenme odası, Şah ve eşi Farah'ın büstleri, kabul salonları, üzerlerinde o gün kullanılan yemek takımları ve bardakların bulunduğu yemek masaları ve sarayda kullanılan türlü eşyalar var.
Burada gördüğünüz şeylerin her biri ayrı ayrı ülkelerden gelmiş: Fransa, İngiltere ve Uzak Doğu’ dan ama Türkiye'den gelen hiç bir şey yok nedense. Araştırmalarımda Atatürk ve Şah Rıza Pehlevi'nin çok iyi dost olduklarını öğrenmiştim ama bu konuda hiç bir ize rastlamadim.
Akşam oldu dönüş yolundayız, birden çığlık attım: ‘’Aaaa...kilise !’’
Şaşırdım doğrusu: Bembeyaz, tarihi bir bina kuleleri çanlarıyla bir kilindeydi bu.
Huşeng’ e sordum ‘’Burası Ermeni kilisesi, açıktır ve her Pazar burada ayin yaparlar.’’ dedi.
‘’Ama nasıl olur, problem olmuyor mu?’’ diye cahil cahil sordum.
‘’Hayır.’’ dedi utandım.
Şaşkınlığım henüz  geçmemişti ki bir çığlık daha attım:
 ‘’Aman Tanrııımmmm...Bu ne?’’
Şehrin göbeğinde, bina büyüklüğünde bir afiş ve üzerinde TRUMP’ ın karikatürü var.
Altındaki yazıda:'' Amerika ölsün!'' diyormuş.
Otele geldiğimde ayaklarımı hissetmiyordum, yattım fakat hiç uyumadım.
Sabah gün doğmadan yola koyuldum ve neredeyse bir saatlik yolculuğun ardından Huşeng' le vedalaşarak Humeyni Havaalanı X-RAY cihazlarından içeri girdim.
Üç saatlik bir bekleyişin ardından yine Mahan Air' ait AİRBUS A-310'la havalanırken burada geçirdiğim güzel anlar geçti gözlerimin önünden. 
Tarihi, kültürü ve bize benzeyen insanlarıyla Tahran' a son bir kez havadan selam verdim:
''HÜDA HAFES TEHRAANN!''
Dilimin döndüğünce sizlere gördüklerimi anlatmaya çalıştım, umarım yararlı olmuştur.
Mutluluk, sevinç ve sevdikleriniz hep sizinle olsun.
  
  Saygılarımla
Sebahat Karagöz
( İran In Saklı Yüzü - Tahran başlıklı yazı S.Karagöz tarafından 28.07.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.