Siz hiç, “Müslüman değilim,” diyen birisinin cenaze namazına katıldınız mı?

Katıldığınızda, cami imamının, “Müslüman er kişi niyetine,” diyerek cemaati namaza

davet ettiğinde, “Hoca efendi, mevta Müslüman değildi” der miydiniz? İki cenazenin bulunduğun iki musalla taşında, öbür cenaze başındakilerden bazılarının sarıklı ve acayip kılıklı olduğu ve iki yüz kişiye yakın bir cenaze namazında böyle diyebilir miydiniz?  Demiş olduğunuz da, o mevta için cenaze namazı kılınır mıydı? Hatta, “Müslüman olmayan bir kafirin cenazesinin burada ne işi var,” diyebilecek öbür mevtanın cemaatince yere atılacağını hatta, ölü olduğu halde linç edileceğini düşünür müydünüz?

Tarihte bunun örnekleri var.  

Şu anki Türkiye’de de olmaz değil.

         Cenaze namazında tanıdık bazı yüzler vardı. Hatta, dost bildiğim ve gerçekten üzüldüğüm mevtayı benden yıllar önce tanıyan kişilerdi…Onlar da hocanın-emekli öğretmenin- Müslüman olmadığını söylemediler. Belki de yitirdiğimiz dostumuz,

çok kez birlikte olduğumuz bir başka dostumuz dışında başkalarına “Müslüman olmadığını” söylememiş olabilirdi. Hatta, üç evladına bile…O nedenle hocanın yakınlarını ve komşularını farklı değerlendirmek doğru olmaz.

         Eğitimli ve üst düzey görevlerde bulunan üç evladına, -onlar beni tanımıyordu.- “Babanızı, sizden daha iyi tanıyordum,” dedim.

         Evet, rahmetli hocayı, iyi tanıyordum. Yetmiş iki yaşındaydı. İki sene önce eşi ölmüştü. Evlenmek istiyordu. Evlatlarının, evlenmesine karşı çıktığını söylüyordu… Özellikle en küçük kızının, “Anneme sadakatin yokmuş,” demesinden yakınıyordu…

         Rahmetli karım, biraz kilolu olmasına rağmen, tansiyonu dışında sağlıklıydı. Öbür dünyaya onun beni yolcu edeceğini tasavvur ettiğim için ikinci defa evlenme ihtimalim, aklımın ucundan bile geçmemişti. Düzenli bir aile hayatım vardı. Karımın zamansız ölümü, yaşantımı allak bullak etti. Açıkçası, benim için bir travma oldu.

Beklenmedik bir ölüm, geride kalan karı ya da kocaya bazı değerler yüklüyor. Bunların başında da sadakat geliyor. Hayat, devam ediyor. Bir zaman sonra sadakat, insanın ihtiyaçlarına yeterli gelmiyor. Hatta, çile çektiriyor.  Önüne bir tas çorba koymuyor. Terlediğinde sırtını kurulamıyor. Yatağı ısıtmıyor. Gece üstün açıldığını örtmüyor. İlaç içmek için bir bardak su dahi getirmiyor. İkicik laf etmeyen bir dilsiz. Halini görmeyen bir kör. Sesini duymayan bir sağır. Bir erkek olarak en berbatı da, bir kolunla alttan bir kolunla da üstten sararak gönlünce koynuna alamıyorsun…

Sadakat, sadece bir avuntu…

         Bütünleşeceğin bir kadınla ikinci baharı yaşama isteğinden kendini alıkoyamıyorsun. İlk başta, sana bir şey olduğunda yardımına koşacak, evlatlarına haber verecek bir güvencen olsun istiyorsun.“Yalnızlık Allah’a mahsustur,” derler. Bu özdeyişinin ne kadar doğru olduğunu yalnız kaldığında daha iyi anlıyor insan. Şehirler, hele İstanbul, insanları iyice yalnızlaştırıyor. Bireysellik, bencilliğe dönüştüğü için dayanışma yok. Yaşlandıkça uyum sorunu da yaşıyorsun.

Hele bir de yaşlı bekar kalınca sudan çıkmış balığa dönüyorsun.

Hayatta nelerin olacağı bilinmiyor. Sapasağlam bildiğim eşimin amansız bir hastalığa yakalanıp kısa sürede tanrının rahmetine kavuşacağını bilemediğim gibi…Yaşlı adam için yalnızlık, ürkütücü bir dünya. Ağustos ayında bile zemheri soğuğu…Oturduğun apartman dairesi, en kalın malzemelerle mantolu da olsa ve çok iyi ısınsa da yalnızlıktan üşüyorsun…

         Yalnızlık, monotonluk…

         Yalnızlık, boşluk…

         Yalnızlık, korku

         Yalnızlık, mutsuzluk…

         Yalnızlık, hayattan bıkkınlık…

         Yemek yapmasını bilsen bile, bir süre sonra yediklerin yavan geliyor. Mutfak kokuyor, üç oda bir salon olan yüz metrekareyi aşkın ev dar geliyor. Aynı zamanda cansız…Sanki bir mezar. Bazen, bir odadan ses geldiğini sanıyorsun. Ürkerek gidip bakıyorsun. Üst kattaki komşunun küçük oğlunun ayak sesi yoldaşın oluyor bazen.  Dengen bozulduğu için, kısa süre sonra küçük çocuğun ayak sesi bile batıyor. Çoluk çocuk evlatların geldiğinde, yaptıkları gürültüye katlanamıyorsun. Cıvıl cıvıl bir ortamda çoluk çocuğunla birlikte yemek yerken bile mutlu olamıyorsun. Kendinde bir eksiklik hissediyorsun…

         Gündüzleri gezip tozduğun için genellikle başın biraz selamet oluyor.

Oysa geceler, geçmek bilmiyor. Hele yatağa girdiğinde, hayaller üşüşüyor kafana. Kendini farklı insan yapıyorsun.  Yetmişli yaşın deneyimleriyle kırk elli yaşların olgun erkeği oluyorsun. Kimi zaman otuzlu, yirmili yaşlara iniyorsun. Gönlün genç olduğu için hayallerini bazen genç kızlar süslüyor. Nedense, rahmetli karınla yaşadığın güzellikleri hayalen yeniden yaşamayı düşlediğinde matlaşıyor her şey. Zorlasan da berraklaşmıyor yaşanan güzellikler. Kim bilir, yeni bir evlilik özlemi değişikliğe yöneltiyor seni… Yatakta kurduğun fanteziler bazen düşüne giriyor.

Geceler geçmek bilmediğinden yatakta dönüp durmamak ve hayallere dalmamak için geç saatlerde yatıyorsun. Haliyle televizyona odaklanıyorsun. Ülke, millet, adalet ve daha bir çok yönden keder yüklenmiş olarak ayrılıyorsun o camlı kutudan. İnternet denen sanal dünya bir başka alem. Haber ve bilgi kaynağından daha fazla çirkinliklerin kol gezdiği bir mekan. Gezinti yaparken karşına çıkıveren bazı görüntüler seni bir yerlere yöneltiyor. Kör şeytan o sitelere girmen için seni dürtüklüyor. Dayanamayıp giriyorsun. Bir süre sonra da tiksintiyle ayrılıyorsun o sitelerden.

Ne acıdır ki bu iğrençlikler de yaşamın birer parçası olmuş…

Bunları evlatlarınla paylaşamıyorsun. Dile getirdiğinde,“Babamız azgınlaşmış. Bunu ancak teneşir paklar,” diye düşüneceklerini sanarak söylemeye çekiniyorsun. Toplumun genel kabulü, “Kırkından sonra azanı teneşir paklar,” özeyişi olduğu için böyle yorumlanırsın.

Sağlıklı bir adamım ve cinsel yönden aktif haldeyim. Parayı bastırır bu tür arzularımı o yolun yolcusu kadınlarla giderebilirim. Bunun derdinde değilim. Cinsel isteklerimi, bana gönül bağıyla bağlı bir kadınla birlikte gidermek istiyorum…Gece yatarken sarılabileceğim, sabahın dinçliğinde yatak keyfi yapabileceğim bir kadın istiyorum…Bana hizmet etmenin yanında bana saygı duyan bir kadın istiyorum… Yokuşa saran hayat yolunda; yalnız değil de, koluma girecek bir kadınla  yürümek istiyorum…Sevgi ve şefkatimle mutlu ve huzurlu edeceğim bir kadın istiyorum…

Elli beş altmış yaşlarına yaklaşan kadınlar, erkeğine baskın aile bireyi olma dürtüsüne kapılıp rol değişimine geçiyorlar. Kocasının geçmişteki baskıcı tavırlarının öcünü almak istercesine hoyrat bir kadın oluyorlar. Cinsel arzuları köreliyor. Bunun sonucu, soğuk ya da yapmacık davranışları seni de olumsuz etkiliyor. Pasif kaldığında eleştirilen oluyorsun. Kocasına hükmetme eylemini, rahmetli eşimde ve pek çok kadında gördüm. Ayrıca bu yaşlara gelen evli kadınlar, vücutlarına da duyarsız kalıyorlar.  Et yığını haline dönüşüyorlar. Bir erkek olarak cinsel istek duymuyorsun. O nedenle evlenmek istediğim kadının senden en az on beş yaş genç olmasını ve besili olmamasını istiyorsun. “Olursa böylesi olsun” sabit fikrine kapılıyorsun.

Kelebek ömürlü bir insana bu isteği çok görülmemeli…

Dul bir kadının, evli kadınlar tarafından dışlandığı gibi dul bir erkek de

hemcinsleri tarafından soyutlanıyor. Aynı apartmanı paylaştığın ve daha önceleri iyiden iyiye merhabalaştığın bazı erkekler, eski yaklaşımda bulunmuyorlar. Büyük bir olasılıkla kadınların dul bir kadından kocalarını kıskandıkları gibi evli erkekler de karılarını uzak tutmak için yaşlı bekar bir adamla eskisi kadar yakın olmak istemiyorlar. “Dul bir kadın, potansiyel orospudur. Dul bir adam da ahlaksızın tekidir” anlayışı ne acıdır ki toplum tarafından kabul gördüğü için “Dulluk”

ayrı bir baskı unsuru oluyor. Evliyken sulanırcasına sana ilgi duyup sohbet etmeye can atan evli kadınlar dahi, cüzamlıdan kaçarcasına uzaklaşıyorlar senden.

Bütün bunlar da erkeğin evlenme isteğini tetikliyor.

         Evlatların olması, dul kalanlar için önemli bir güvence. Ne yazık ki bazen de evlenmeye en büyük engel bunlar. Ana ve babasına bakan evlatlar var. Benim evlatlarım da bana bakarlar. Bundan kuşkum yok. Herkesin bir hayatı var. Şu dönemde evlatların iş hayatları, benimle ilgilenmeye uygun değil. El ayaktan düşüp evlatlarının bakımına maruz kaldığında, onların hayatlarını kısıtlarsın. Çok kişiden duymam bir yana, rahmetli banacağım da evlatlarının yanında kaldığında “kendini sığıntı hissettiğini” söylemişti. Evlatlarının bakımına muhtaç kalan yaşlı bir adam ya da kadın bir de huysuz birisiyse eğer…Vah o evlatlara…” Bir de kafayı bozmuş bir bunaksan eğer,  evlatlara da işkence etmiş olur.

 Büyük bacanağımın ölüme ayak sallamasından önceki hali benim için en önemli gösterge. Bacanağımın evlatlarına düşkün olduğu kadar evlatlarıma düşkün değildim ben. Bacanağım, o çok düşkün olduğu evlatlarınca “Baş belası- çekilmez dert” görüldü. Evlatlarına, “Ölse de kurtulsak” dedirtti. Bunlara tanık olan birisi olarak asla evlatlarımın yanında barınmam. Huzurevine giderim.

         Baba ya da koca için, -kadın da olabilir- ölse de her iki taraf kurtulsa denilirken, takdire şayan aile bireyleri de gördüm. Bunlardan birisi, seksene merdiven dayayan küçük teyzem. Felç geçirip yatalak duruma düşen kocasına neredeyse on sene baktı. Kocası öldüğünde bizler, iki taraf da kurtuldu derken teyzem çok üzüldü.

“Onun varlığı yetiyordu bana,” demesini hiç unutmam…   

         İkinci baharı yaşamak üzere yola çıkıldığında, zemheri kışına tutulmak da var. İşte bu nedenle insan, yaşlandıkça daha bir seçici oluyor.  Gençken, cinsel dürtülerin beğeni ve sevgi duygularını tetiklediği için, ince eleyip sık dokumadan hemen evleniyorsun. Yaşlandığında ise, armudun sapı, üzümün çöpü gözüne batıyor…

         Rahmetli dostumuz, yukarıda dile getirdiklerinin dışında daha çok şeyler paylaştı benimle ve öbür dostumuzla. Toplumsal  gerçekleri paylaşmada bir sakınca görmediğim için dile getirdiklerinden bazılarını aktardım.  

         Dostumun ölümünden hem kendimi hem de öbür dostumuzu kısmen sorumlu buluyorum.  

Bir hafta önceki perşembe günü,  “geliyorum” diye öbür dostumuza telefon açtım. Her zaman ki gibi üçümüz birlikte istenilen saatte buluşurduk.

Bu defa tek dost karşıladı beni. Hoca, çaldığı halde telefona cevap vermemiş. Bu defa ben telefon açtım. Telefon çaldığı halde bir karşılık alamadım. Öğle sonrası üç kere daha telefon açtık. Telefonu çaldığı halde cevap vermedi hoca. Sağlıklı adamdı. “Belki bir yere gitmiş, telefonunu evde unutmuş olabilir diye” hüküm yürüttük.  Hocanın oturduğu daire uzakta sayılmazdı. Yürüyerek bile gidilirdi. İnsan bazen gaflete düşer ya, gidemedik. Dostumdan ayrılırken, “hocaya uğramasını”  söyledim.

Öyle dediğime kesin emin değilim.

Cumartesi günü öğleye doğru, hocayla müşterek dostumuz telefon açıp acı haber verdi.  

Doktor raporuna dayanarak oğlunun demesine göre hoca,  cumartesi günü sabahında ölmüş. Anladığım kadarıyla evlatları, babalarını aramaları yönünden biz dostlarından daha hayırsızlarmış….Belki de çarşamba gününden beri bir rahatsızlıktan dolayı baygın halde  yatıyordu hoca. Çünkü, ortak dostumuz, çarşamba günü öğleden sonra gezmeye çıkmak üzere telefon açmış. Telefonu çaldığı halde cevap verilmemiş.

Perşembe günü de onca aramamıza rağmen cevap vermemişti hoca…

         Keşke, evine gidip kapıyı çalsaydık…Hoca, açamasa bile çilingir çağırıp kapıyı açtırsaydık da “dost, kara günde belli olur” görevimizi yapmış olsaydık…

Bunu üzüntüsünü yaşıyorum...  

 

Veysel Başer

 

 

( Bazı Acı Gerçekler başlıklı yazı Veysel Başer tarafından 10.08.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.