Kolu göğsü sarılı, beti benzi sarıya bulanmış halde iki gün sonra eve geldiğinde Emirhan’ına bile doyasıya sarılamamış, zor eğilerek yanaklarından defalarca öpmüştü.


“Özledin mi beni kuzum?”


“Sen nereye gittin anne?”


“Doktora gittim, iğne yaptı, iyileştim, geldim.”


“Bir daha gitme, Zeynep abla beni dövdü.”


Şahende’nin beyninden o anda adeta kaynar sular döküldü. El kadar çocuğa ne hakla vururdu? Tamam, bu son ay içinde çok hakkı geçmişti ama bu kadarı da yapılmazdı. Birkaç dakika çocuğun yüzüne boş boş baktıktan sonra Emirhan’ına da cevap verdi:


“Tamam, bundan sonra ben hep yanındayım. Zeynep teyzene de kızarım, bir daha yapmaz.”


Çocuk, tekeri kırık oyuncak kamyonuyla oynamaya daldığında Ekrem kahvede okeye dönmüş, Şahende oğlunu seyrede seyrede sedirde uyuyakalmıştı. İçtiği haplar acılarını az hafifletse de aslında başka acılar ve kaygılar da çekiyordu. Çocuğuna verdiği sözü tutabilecek miydi? Bu hastalığı sahiden atlatabilecek miydi? Yoksa onu anasız bırakıp dünyadan göçecek miydi? Gözleri kapanırken kararını verdi: Hayata tutunacak, mücadele edecekti. Etmeliydi.


Sürekli düşünüyordu. Göğsünün biri alındıktan bir süre sonra, üç lenf bezine sıçrama olduğu için lenf bezleri de çıkarılmıştı. Doktorlar cinsinin kötü olduğunu söylüyorlar ama Şahende hiç umudunu yitirmiyor iyileşeceğine inanıyordu. Elbette iyileşmeliydi, Emirhan’ı bu dünyada yalnız bırakamazdı ya…


Aradan geçen bir buçuk yıl boyunca başlarda hiç anlamadığı kelimelere dili dönmeye, hastalığını bilimsel olarak öğrenmeye başlamıştı Şahende. Artık ne ameliyatı olduğunu soranlara “İnvasif duktal karsinom” diyor ardından da açıklıyordu. Zaten herkes görüyordu. Olmayan şeyi görüyor ona acıyarak bakıyorlardı. Memesi olmayan kadın olmak ne acı vericiydi sahiden… Hele Ekrem’in artık ona erkekmiş gibi davranmasına, bedenindeki değişiklikle alay etmesine de çok içerliyordu. Ameliyattan sonraki hafta söylediği “Askerliği de beraber mi yaptık yoksa kız?” lafı aklına geldikçe çıldıracak gibi oluyor, sinirden dişlerini sıkıyordu. İyi ki de bağırmıştı ona “Ben kadınım, artık memem olmasa da kadınım! Kadınım ben!” Çok alıngan, huysuz, aşırı ilgi bekleyen biri olup çıkmıştı işte. Karı koca hayatları kalmamıştı ama bari birkaç güzel laf etse, “iyileşeceksin, sabret, moralini yüksek tut, bir sürü kişi iyileşiyor, sen de atlatırsın” gibi sözler söylese olmaz mıydı? Yok, Ekrem’in de bir bildiği vardı elbet.


Bu bir buçuk yıl, on beş günde bir alınan kemoterapi, radyoterapi ile beş yıl kadar uzun gelmişti Şahende’ye. Memleketten gelen teyze kızı Gülendam da olmasa kendini çoktan olacaklara bırakacak, muhtemelen pes edecekti ama Allah’tan ki Gülendam rahatını bozup kuzeninin hatırına gelmişti.


O hiç evlenmemişti. Otuzunda ana babası da vefa ettikten sonra o harabe evde altı yıl boyunca tek başına oturmuş, babasından kalan emekli maaşıyla kıt kanaat geçinmişti. Oysa ne çok isterdi bir yuvası olmasını. “Ben istemedim ki evlenmeyi, isteyenim de çoktu aslında…” derken uzaklara bakıp gözlerini kaçırmasından da anlaşılıyordu. Teyze kızında olan bile yoktu kendisinde; bir yuva, eş, çocuk, insan daha ne isterdi?


Kemoterapilerden sonra yürüyecek dermanı bile kalmayan Şahende’yi kasabaya getirip yatağına yatırdıktan sonra hem çocukla hem de evin diğer işleriyle ilgileniyor radyoterapiden yanık yanık olan yerlerini görüp üzüldüğünü yanağına dökülen yaşlarından anladığında “Şükret, az kaldı,” diyerek moral veriyordu. Bir tek akşamları erkenden yatması canını sıkıyordu Şahende’nin. Çocuğu uyuttuktan sonra kendi de ortalıktan hemen kayboluyordu. Onun sorumluluklarını yüklenmek bedenen ve ruhen yoruyor olmalıydı.


İkinci yılın sonuna doğru Şahende’nin en çok sevindiği tekrarlama olasılığı üç yılın içinde olan bu hastalığın iki yılını atlatmış olmaktı. Bunun yanı sıra kişiliğinde, düşüncelerinde, kendine olan güveninde de büyük farklar vardı artık. Bir birey olduğunu ve hayatın kendisine armağan olduğunu anlamıştı. Kendisi için yaşamayı öğrenmişti. Artık Şahende ile ilgilenmeye gerek bile yoktu. İşlerini iyi kötü yapabiliyor, çocuğuyla ilgileniyordu. Altı yaşına gelen Emirhan'ın da annesini evde dolaşıyor görmek hoşuna gidiyor canının istediği yemeği söylüyor, nazlanıp hemen yaptırıyordu. Sağ olsun Gülendam yine de gitmemiş, az da olsa işlerin ucundan tutmaya devam etmişti. Artık üç ayda bir kemoterapi için gidiyordu. Gülendam’ı işi bitmiş gibi evine yollamak uygun düşmezdi. Zeynep eskisi kadar olmasa da arada uğruyor, yalandan da olsa bir ihtiyaçları olup olmadıklarını soruyor, bir kahve ya da bir bardak şerbet içtikten sonra topallayarak evine yol alıyordu.


Şahende hastane dönüşü gömleğinin koluna bu sefer mutluluk gözyaşlarını sildi. Nihayet duaları kabul olmuştu. Allah ne kadar büyüktü. İyice ezberlediği şehir yollarına “senden bıktım ama özlemeyeceğim, Allah kimseyi hastaneye düşürmesin” dercesine bakarken Baklavacı Sabahat'ın ışıl ışıl parlayan levhası gözüne çarptı. Elini şalvarının altına gizlediği para kesesine sokup karıştırdı. Evet, bir kilo alabilirdi. Bu müjdeyi Ekrem’e ve Gülendam’a verdikten sonra oturup bir baklava yemek de iyi gelecekti doğrusu. İlçeye giden dolmuşta hep bunun hayalini kurdu. Yaşamak ne güzel şeydi. Bundan sonra hiçbir şeye üzülmeyecek, hayatının her gününü hatta her anını tadını çıkararak geçirecekti. Söz veriyordu kendine. İnsan kendine verdiği sözü de tutmayacaksa hayatta kime güvenebilirdi ki?


 
***


Akşamın soğuk rüzgârı salonun açık penceresinden efil efil esiyordu, rüzgâr tahta kapıyı da açıp açıp kapatıyor, tıkırtıları  insanı rahatsız edecek kadar kulağı tırmalıyordu. Sekize yaklaşan yelkovan akrebe yetişmek üzereydi. Ekrem, kahverengi çizgili pijamasının yaka kısmından elini sokmuş pervasızca kaşınarak yatak odasından çıktı. Gülendam’a seslendi:


“Gülendam… Nerde kaldı bu kadın yahu? Hastane kapanalı saatler olmuştur.”


“Ne bileyim? Gelemedi bir türlü. Geziyor mu ne?”


“Cehennemin dibini gezsin! Çocuk nerde?”


“Bilmiyorum. Biz içerideyken dışarı mı kaçtı yoksa? Oynuyordu şuracıkta. Bak kapı da açık!”


Birlikte önce odalara, ardından bahçeye, sokağa baktılar; yoktu. Endişeli ve suçlulukları yüzüne yansımış bir halde eve girdiklerinde aynanın köşesine sıkıştırılmış, eğri büğrü yazılmış not gözlerine çarptı. Ekrem, okuma yazması olmadığından Gülendam’a başıyla “al bakalım” diye işmar etti. Gülendam önce içinden okudu, ardından gözlerini kocaman açıp telaşlı tavırla bir eliyle ağzını kapattı.


“Desene kız, kim yazmış?”


“Şahende!”


“Ne yazmış böyle uzun uzun? Destan mı döktürmüş?”


Ekrem, susmasına anlam verememiş, hadi söyle der gibi gözlerini Gülendam’a dikmişti:


“Bugün, size müjde vermek için sabırsızlıkla koşar adımlarla eve gelmiştim ama geldiğimde sizin müjdenize kulak misafiri oldum. Yazmaya utandım, ne diyeyim. Allah analı babalı büyütsün. Ben Emirhan’ımı alıp gidiyorum. Sen de haklısın: Gülendam’ın kaytan bıyıkları yok. Ama bilsin ki artık bir teyze kızı da yok. Baklavayı da başarınızı kutlarken yersiniz. Anam derdi de inanmazdım 'komşun seni tok sever, kocan seni sağ sever,' haklıymış. Siz beni düşünmeyin, ben Allah’ın yardımıyla hayata tutunmayı da öğrendim, kanseri yendim, bu acıyı da hayli hayli yenerim.”


Gülendam’ın gözlerinden iki damla yaş süzüldü. 


“Allah’ım… Keşke onun kadar güçlü, iradeli bir kadın olsaydım… Keşke hayata doğru yerden tutunmayı becerebilse idim...”
 
Son
 

 

( Ben Kadınım- 2. Bölüm başlıklı yazı F.Ç.Kabadayı tarafından 17.08.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.