Çıkarsız önsezilerimle huzurundayım.
Naşımın sancılı var oluş kaygısı yine
bir korkuluk misali, çiçek tarhımı korumakla mükellef.
Kayıtlarımın çıktısını alsam
fasikülleri aşar aslında arş-ı alaya çıkan kaygılarım yanında ne ki?
Taarruza geçen bir iki hayal ötesi
gerçekçiliği sunmakla sezmek arasında gidip geliyorum. Buhranlar üredikçe
yazmak aslında satırlara dahi sığmazken duygularım.
Zaman nakşediyor yine ve yine
başlamak istiyorum ve ne ilginç ki başlayıp son noktayı koyamadığım.
Öncemde saklı bir kitabınla hayatıma
girdin değerli yazar aslında aklımın kıvılcımlarında ısrarcı bir yangın ile
hasbel kader örtüştüğüm engebelerinde fiiliyat düzleminde ne ise gereken.
Arınmakla arıtmak arasında gidip
geliyorum bir de şarkıların gıyabında, serler döşüyorum.
Hengâmeden ayrı kaldıkça huzur
bentlerine tutunuyorum zaman zaten kaygısız bir dilimle bölüyor ruhumun
biçtiğinden ne kaldıysa geriye.
Öncemde saklı idin zira kitabının ilk
sayfasına dokundum… güme giden bir umutla kesişti yolum akabinde.
Renkli sayfalar lazımdı bana zira
renklerle bozmuştum aklımı bir de aşkla. Ötelenen hangi âşık benzeri kelamsa
boyutların ihtiva ettiği o coşkuda… dedim ya; hayatıma girdiğin gibi çıktın
belli ki belirsiz bir imleç olma özrünü geçici olsa da kabul etmiştim yine de
bilemezdim aradan geçen onca zamanı göz ardı edip de yolum yine seninle
kesişecekken.
Adını nazarımda saklı tutuyorum hem
adsız bir mektup iken muhatabı yine karanlıkta dokunduğum şu ışık huzmesi…
Geçen zaman zarfında ben bin yaş
aldım sense ününe ün kattın.
Ne ilginç ki; ilk kez bir yabancıya
sen deme cesareti gösterip sizli bizli cümleler kurmaktan imtina ediyorum hele
ki lügatimde bizli cümleleri teyit etmektense benlere maruz kalan saydam bir
gerçeklik iken sanrılarımı büyüttüğüm o ölü menekşe saksısı.
Baba özürlü bir çocuğun saçlarına
konan kelebek ömürlü bir aşk madem benim günlük ritmim ve coşkum üstelik hizaya
gelmez bir dürtüye de değil mahal vermek düşüncesi bile coştururken.
Kolumdaki tek hazine yine yetim bir
kız çocuğunun babasından hediye aşkına sahip çıktığı ve evrildikçe iklimlerin
geçişinde, tahakkümleri de sırdaş biliyorum hanidir.
Öncemde saklısın ama anlık bir zaman
dilimi ve ben seni sonsuzluğa ışınlamıştım ta ki…
Dünden bir gün evvel aslında zaman
özrümü es geçip ve yarın kaygılarımı da yok sayıp ve hala o ölü menekşe
saksısında büyümeye ve büyütmeye aday iken bir şiir nazarında bir de şehrin
edasında fink atan kaldırım çiçekleri… ne komik, bir kaldırıma serptiğim
umutlardan zehre tekabül eden tozların ıslah ve iflah ettiği aklımın nemi,
oysaki gözlerde nem olması gerekirken ben teğet geçiyorum hüznü hem de uzun
süredir ilk kez.
Yalnızlıktan dem vurmuşsun demek ki
ben de aday olmalıyım Nobel’e yoksa özrümü sunup saklanmalı mıyım sakınıp da
çocuk edalarımı ya da kaldırıp atmalı mıyım sana ait bir kitaptan esinlenip de
düştüğüm satırlarda tutuşan iç sesimi kısıp, büyük harflerle de haykırmalıyım
ismini.
Ne gam, değerli yazar!
Ne de salkım saçak özürler sunacağım
lakin ıslahevinde mutsuzluğun, tef tuttukları mısraları asla bir özür olarak
sunup çatlatmayacağım kafatasımı hele ki en yorgun organımı en büyük hazinem
belleyip aklımla gurur duyduğum günleri yok sayıp duygularımla yaşadığım şu son
zamanlarda belli ki kıstas babında kuşandıklarım.
Görgüsüz bir insan olmaktan asla haz
etmedim ama hep imrendim dünkü başarılarıma kimine göre başarısızlığın dik
alası ne de olsa normlara uymayı beceremedim gittim mademki biz bizeyiz değerli
yazar,o zaman eğri oturalım doğru konuşalım…demektense derlediğim kümülatif
hazan bildirgemi azıcık açayım.
İstanbul’un yedi tepesine âşık
aslında sekizinci tepe olmaya aday bir satır aralığından ibaretim hele ki
üniversiteyi bitirip mülakat öncesi özel olarak hazırladığım CV’ye nasıl da hayran
kalmıştı başarılı mezunları başarılı iş adam/kadınları olmaya sevk eden o beyin
fırtınası mucitleri sayın insan kaynakları yetkilisi kim ise… bingo.
Aslen kıyama durduğumu sanıp da
hayallerime kıyarken sayısız asır önce ve hala aklı beş karış havada snop bir
mezun iken yine hayli şatafatlı bir bölümün de sorumluluğunu taşıdığım.
Geçmişe mazi lakin geçmişin titrinde
titrek bir yaprak olmaktansa kökü kurumuş bir ağaç olmayı yeğledim tıpkı
sevgili bir dostumun hep dem vurduğu o ünlü söylem:
‘’Ağaçlar ayakta ölür.’’
Şimdilerde fırtına mağduru tüm köklü
ağaçlar ve yine hayatı köklü bir mizansende fıtratından da asla yüksünmediği.
Aklımın erdiği hangi düş ise peşinden
gittim iyi ki de ermediklerinin peşinden gitmemişim yoksa nice olurdu halim?
Nice dedim de aklıma düştü o
nihilist.
Yoksa hiççi mi demeliydim?
Hani şu son sözü söyleyen Nietzsche… Ne
mi demişti? Bir düşüneyim. A, evet, hatırladım sanırım bir yere de not
almıştım.
‘’Sevgiyle yapılan her şey iyinin ve
kötünün ötesinde cereyan eder.’’
E, o zaman ben iyi miyim kötü müyüm
şimdi?
Neyse, geçelim bunu.
Dilime işkence eden durağanlığımı
atayım ve geçeyim yine dünü dünde bırakıp… demek isterdim lakin geçmiş ne zaman
düşüyor ki yakamdan yine geçmişte okumadığım kitabını sahafa sattığımı unutup
son kitabını aldım elime.
Parça parça okuyorum zira aklım da
duygularım parçalı aktarımlardan geçip bütüne ulaşma telaşı içinde ve yiten
zamana bakıp, yetinmek şöyle dursun kana kana içiyorum.
Dediklerime mal ettiğim ve denmedik
ne kaldıysa hem üretime geçip bir yandan da tüketimi boykot etmek şöyle dursun,
zaman zaman hesapsız harcamalarımın en temel kaynakçası iken edebiyata hizmet
veren kim ise nemalandığım ve kendimde edebiyatı kurcalayıp doğru frekansı
yakalamak adına dalışa geçtiğim.
Şimdilerin yansıması ya da geçmişin
yanılsaması deyip yarına odaklanmayı da tehir edip düşüşe geçen bir atom
bombasına nazire edercesine küçük ve alçak vuruşlarla hedefi ıskaladığım…
Yeniden görüşmek üzere sevgili yazar.
Okumanı umduğum ama pek de ümitli
olmadığım hem kim bilir bir gün karşı karşıya geliriz.