Öyle bir diyarmış ki, herkes en
doğrusunu konuşur ama konuştuğu gibi yaşamazmış. Kimse sır saklamaz, bu yüzden
ortalık cehennem gibi olurmuş. Herkes birbirinin kusurunu arar, eğer bulamazsa
hasedinden çatlayacağına, kusur bulamadığına çamur bulaştırırmış. Dürüst olmak,
neredeyse budalalık haline gelmiş. Mal çalmak, havadan para kazanmak ve zevki
sefa yaşam içinde yaşamak, almış başını gitmiş. Herkes biliyormuş ki, bunu
yaşamak anlık ama yinede, ısrarla bu bedbaht yaşama devam ediyorlarmış.
Sırrı, otuz üç yaşlarında,
çalışkan ve zeki, sıra dışı bir gençmiş. Eline ne alırsa en güzelini inşa eder,
eserlerini gören dosta düşmana dudak çatlatırmış. Çok az konuşur ve çok çalışırmış.
Dostluk kurduğu, biriyle özel konuştuğu asla, görülmezmiş. Arada sırada gözlerden
ırak, ortamdan uzaklaşır, döndüğünde neşe içinde ve pırıltılı gözlerle
dönermiş. Çok konuşan ve ortalama bir Müslüman gibi yaşar görünen
çevresindekiler, onu putperest gibi görür, sevmezlermiş de...
Sırrı, sıradışı dinsel
düşüncelerini anlatıp da yaşatamadığı kalabalıktan kaçar, evinde yaşlı annesi
ile yalnız yaşar, çok az uyur ve çok okurmuş. Annesine ne kadar sordularsa, her
defasında oğlunu artık tanıyamadığını ve paylaşamadığını anlatır, çevresinden
duyduğu üzüntülü haberlere ağlarmış.
Ne âşık olduğunu, nede herkes
gibi zevki sefa içinde yaşamadığını görenler, aslında haline de acırlarmış. Çok
kazanır ve fakir bir evde yaşadığını gördüklerinden, cimri olduğunu düşünürlermiş.
Kimileri merak etmiş, bankalara sormuşlar hesabı yokmuş, evine hırsızlığa
gitmişler çalınacak para, altın gibi eşyalar bulamamışlar. Herkes şaşkınlık
içindeymiş, bir insan, bu kadar kazanır da, kazandığını nerede saklar ki, diye merak
eder olmuşlar… Takip etmişler, araştırmışlar, ne yapmışlarsa sorularına cevap bulamamışlar.
Bir gün mahalleye yurt dışından, Amerika'dan, yaşlıca birisi gelmiş. Herkesin gitmek istediği, herkesin yaşamaya can attığı,
herkesin oranın insanı deyip de elinden geldiğince ikram etmekte yarıştığı ve
dilini konuşmaya çabaladığı, küçümsenecek görüntülerini sergiledikleri bu kişi
onlardan Sırrı’yı sormuş. Nasıl olur da böyle önemli bir kişi, bu zavallı ve
anti-sosyal kişiyi arayabilirdi ki… Herkes şaşkınlık içinde onun kaldığı evi
göstermişler. Bu kişi Sırrı’nın evine giderken de arkasında ki kalabalık da
artıkça artmış, büyük bir olay olmuş adeta.
Sırrı’nın annesi ağlayarak açmış
kapıyı. Elinde bir not varmış ve yaşlı adama uzatmış. Misafir notu okuduktan
sonra kalabalığa doğru seslenmiş,
“Ey ahali bu Sırrı kimdir biliyor
musunuz? Sizin beğenmediğiniz aynanızın karası. O Allah dostudur. İyi bir
mümindir. Sizin görmediğiniz, yaşamadığınız yanlışları düzeltmeye çalışan ilim
erbabıdır. O kadar çok bizlere para yardımı gönderdi ki, Sırrı’ya hayır dua etmeyen kalmadı çevremde. Bu kadar bozulmuş bir toplumda Sırrı’nın iyi niyetini anlamayan ne kadar çok insan varmış, gelen yardımlardan anladım. O siz uyuduğunuzda
uyumuyormuş ve her yerden bu yardımları topluyor ve ihtiyacı olana ulaştırıyormuş.
Uyur gibi göründüğüne kanmayın. Bozulmuş çevresine baktıkça uykusu kaçıyor ve
her birinize içtenlikle, düzelesiniz diye Allah’a dua ediyormuş. Bunu daha önce
bize yazdığı mektuplarında ki yazdıklarından okuduk. Şu elimdeki notu görüyor
musunuz, ne yazıyor içinde bilmek ister misiniz, merak ediyorsunuzdur eminim.
Söyleyeyim;
“Sevgili dostum, bu notu
aldığında evimde olmayacağım. Eminim seninle bir kalabalık evime gelecek, onlara
bu notumu okuyunuz. Lütfen anneme de yardım ediniz. Yanıma gelmesini
sağlayınız. Beni merak eden, yaşadıklarımı sır gören, deşifre etmeye çalışan
kişilerden tek istediğim haklarını helal etmeleri. Onlara ne kadar anlatsam ve düşüncelerimi
paylaşsam da sözüm tesir etmedi, düzeltemedim. Doğruyu anlattım ama yaşatamadım. Yunus peygamber
gibi üzülerek, gitmek zorunda kaldım buradan. Eğer kalsaydım, kendimi değiştirmek
zorunda kalacağım, Lut kavminin isteklerini yaşama arzusunda olan bu topluma
benzemek zorunda olacaktım, Allah korusun. Ben fakir ve zayıf bir insanım.
Sabır ettim ama sonunda hicret etmem gerektiğine karar verdim. Bana ihtiyacı
olan başka bir yere gidiyorum. Hoşça kalın. Selamun Aleykum… “
Notu okuduktan sonra, “Siz
aynanın görünen kısmına bakıyorsunuz ve gerçeği sanalla karıştırıyorsunuz.
Madem inandık diyorsunuz, inandığınız gibi yaşamanızı engelleyen ne var ki…
Benimle ilgilendiğiniz kadar, dini yaşamınızla ilgilenseniz, ne kadar çok şey
kazanacaksınız bilseydiniz, ah… Haydi, gidelim ablacığım…”
Dedi ve Sırrı’nın annesiyle
uzaklaşıp sır oldular… Kalabalık şaşkındı. Herkeste dedikodu, dillere dolaşan
yalan ile karışık muhabbetler birbirini kovaladı. Kimse, bu gidişten ders
almadı. Hatta gidene, kendini beğenmiş dediler. Parasını yiyemedik diye
üzüldüler. Sırrı'nın evine girdiler, yerle bir edip talan ettiler. Ama elde avuçta, değerli bir şey yoktu. Evden
aldıklarını da hemencecik satıp bitirdiler. Kısa zaman sonra evde yıkıldı, evin
içindekilerde unutuldu. Ne düzelen oldu, ne böyle düzeltmeye gelen.
Kısa zaman sonra bu yöreye, öyle
bir kıtlık, deprem ve afetler geldi ki, herkes parası olmasına rağmen gıdasız
kaldı, evde oturamaz oldu. İnsanlar birbirini öldürerek, yedikçe öldüler. Şimdi
orası bir harabe… Sessiz ve ıssız bir çöl görünümünde bir yer. Her yel
estiğinde Sırrı diye bağıran bir ses duyar oradan geçmek zorunda kalan
Sırrı’lar. Sanki bu ses ile yeşillik görür gibi olurlar, baktıkların da. Kimse
bilmez ki, her isyankâr, her yoldan çıkmış, her zalim, bu topraklarda ebedi
uykudadır, susuz, hasret ve perişan! Keşke derler, derler ama kim ölmüşte
dönmüş ki…
Saffet Kuramaz