Zanlı bir tebessümün kıyısından
sesleniyorum belki de zehrolmuş defolu ömrün yeknesak tutumudur kıstırıldığım
kapan; düşen yaşlarda yakarışın da hezimet olduğu ama kaypak bir nidadan çok
çok fazlası.
Islak tuğlaları köhne evimin; yoz
satırları üçüncü sayfa haberlerinin; kara kuru gölgelerde meşk eyleyen geceye
iken sitemim hele ki asılı soluk resimlere düşen bir ışık adına yine yoksun
kılındığım ama varlık kadar da başa dert iken aymaz bir sanrı.
Kuralsız cümlelere sığdıramadıklarım
hele ki kurallara riayet eden bir derviş edasıyla salındığım ve köstekli
saatine dün mizaçlı ölü öfkemin de basireti bağlanmışken yine bel bağladığına
bir çentik daha atan.
Zamanı öldürmek aslında zaafların
sunumunda Tanrı’nın öne sürdüğü bir kıyam yine debdebeli vazgeçişlerden kesip
de umudu, zaman tarhında nöbete durmuş korkuluk vazifesi gören nefsinde
beşerin, bir de atan yüreğinde evrenin, soyut bir telaffuz yine sona ramak kala
ve güneşe de teğet geçen ön sözü kayıp hikâyelerin bir rivayet olduğu
gerçeği/sanrısı.
Kinayenin indinde solan çiçekleri
yeniden diriltme kaygısı. Aşkın gıyabında bir de özlemin, üslubun dahi bir
kaygan zemin hazırlama ihtimaline boyun eğip.
Düşlerden kasıt yine günü ritüel
bellemenin dışında sahip olduklarımızla yetinmeyip bir mizansenden an’a uzanan
o sarkıt yine debdebeli bir aşk masalı yine ölümün bir rivayetten öte olduğu.
Heybetli omuzlarında şehrin;
kaynakçasında rahmetin; dumanında yanık hayallerin hele ki kazık kakmak
dürtüsüne rest çekerken evrenden sonsuzluğa meyyal…
Önsözü ölüm olmalı hayat denen
tutanakta kayıt altına aldığımız gün özürlü soluklarımızda gülüş zikreden
deyişlerden derlediğimiz.
Tümden gelen bir varsayım, kilitli
notaların bağrında not misali yeknesak cümleler.
Doğurgan günbatımında, süzgün gök
kubbede bir de insanoğlunun pervasızlığından payımıza düşen ne ise.
Hanidir işkillendiğimiz, bayadır
eşelediğimiz toprağı bağrımızın ne de olsa miladımız da toprak sonumuz da sonra
ruhun özgür kanatlarında beklentilerimizin sonlanacağı.
Bir rivayeti parçalara bölmek.
Öncesini ve sonrasını sunmak artık
hangi mizansen ise bir fotoğraf karesi şeffaflığında resmetmek: kâh hayatı kâh
perdelediğimiz duyguları kâh ölüme yolculuk bellediğimiz o uykulu fıtratımızı.
Günün üçte biri uykuda geçerken kim
iddia edebilir kalan zaman diliminin en verimli algılama ve baş etme süreci
olduğunu?
Ya da kim iddia edebilir mükemmel
olduğunu belki de yaymakla meşgul iken o hitap edilesi kitle de merakla
dinleyip esefle yererken.
Zanların muteber bir ölçekle
belirlendiği kriteri ne kadar doğru ve ya da doğruların kıstas bilinen
doğrulara denk geldiği mi kanıksanası yoksa kayıp bir iklimin böğründe yine
bağrımıza taş basıp bu da yetmezmiş gibi taş üstünde taş kalmamışken.
Ritmi duyumun ve tolerans
gösterdiğimizden de fazlası yine iyi niyeti yüksek ölçekli bir seyir babında en
büyük boyuta getirdiğimiz lakin önyargıları ve söylemleri minimalize edemezken.
Usturuplu görünen nice kusuru
rötuşlamak ve karalarken doğru şık seçeneğini, bilememek az sonra vurulacak
gonk nazarında neyin neye tekabül edip de nerede hata yaptığımızı.
Tüm esnekliği ile sevecen duyguların,
erişilmez rütbesiyle gizemin arka odalarına dolan ve çetrefilli o çatal sesini
de duymamak adına zaman ve iblisin iş birlikteliğinde, kulaklarımıza pamuk
tıkadığımız ve yeri geldi mi kendimizi bile duymaz olduğumuz.
Ait olduğum/uz yer neresi peki?
Bir kaldırımda ayağımızın takıldığı o
tümsekte aldığımız derin bir nefes ve yerleşik bir maske ile:
‘’Her şey yolunda.’’demek mi?
Ya da dostların arka tezgâhında bir
şeyler saklama ihtimalini asla akla getirmeden, umutlarımızı ve hayallerimizi
sunmak mı hatta ölçüsüz sevdiğimiz kim ise ansızın duyduğumuzla irkilip tolere
etmek mi iç sesi?
Soruların girizgâhında hep ama hep
muğlâk önyargılar ama kesinleşmiş dogmalarla kalemin kırılmasına tanıklık eden
evren.
Ayak sesleri yakınlaşırken usulca
sığındığımız bir kuytuda ettiğimiz dualarla yok olmayı dilemek mi yoksa
birincil maruzatımız?
Aklımın iplerinde oynattığım
kuklalara bakıyorum da… ve gerisi gelmiyor hiçbir şeyin.
Adımlamaksa önem arz eden, evet,
adımlamak ama gerisin geri.
Bir geçiş.
Bir çöküş.
Bir yanılsama.
Oysaki az evvel pembe beyazdı
gökyüzü.
Meleklerin kırılgan kanatlarına
kondurduğumuz umut kelebekleri ve sayım başlamışken geriye.
Üç, iki…
İnfilak eden sadece yarattığı
tahribat anlamıyla görünmez bir iklimde müphem bir sunumda ve bizler üstü
kapalı cümleler kurup ofsayt hakkı bile vermezken.
Şaibeli hayatlar… lakin bize ne?
Debdebeli ne çok vazgeçiş?
Eyvallah o zaman.
Bozuk saatin bile günde en az iki kez
doğruyu gösterdiği gerçeğine atıfla özendiğimiz sihirli değneği maharet yüklü
ellerde ve yüreklerde boykot etmekse acıyı buyurun önden.
Ama tıkış tıkış içimizin iklimleri.
Yazı kış yapan kara bulutlar; kış
beyaza boyayan o narin kar taneleri aslında soğuğun kutsalı; sıcağın arazı bir
de içimizin ayazları eklendi mi…
Kurulu bebeklerden olsa keşke
farkımız ve keşke farkımızı boykot edeceklerine bir Allah’ın kulu da helal
olsun, dese.
Mevsim ne olursa olsun içimizin
baharında solan çiçekler varsa şu yaz günü mimlerken sıcak yeryüzünü ve göz
göre göre yalnızlığımı bir ebabil kuşuna emanet ederken ve göçerken mutlu
kelam.
Mutlu imla hatalarımız nerede?
Mutlu edebiyattan ne zaman alacağımız
payımızı?
Mutlak yolculuk mu yoksa muğlâk bir
döngü mü ve pervazında hiçliğin kuramını varlıktan soyup biz hala bodur
yalanlarımızla mimlerken dostu düşmanı…
Sevsek de sevilsek de sevmeyip
örselensek de belki de miadı dolmuş duyguları inzivaya çekip en katı mantıkla
devam etsek yolumuza.
Sadece önümüze bakıp.
Belki de yerimizde saymaya mahkûm
iken.
Ölüm gelse ne gam aslında tutsaklığın
boyutsuzluğunda hangimiz ifade edebiliriz ki mutluluğun hayatla doğru orantılı
olduğunu?
Hep ama hep mantık hatası ve yine
atıklarında beynin atıl bir istihdam iken yüreğin makberinde solan gülüşler
üstelik solumuzdan çalınan ve solmaktan gayrisi de beyhude.
Zamanda asılı kaynakçası günce erbabı
şiirlerde, kenetli duygu terennümleri sonra da asilce yoksunluğuna alışmak
bilinmezin belki de bilindik bir zuhur edinmek adına peşine düştüklerimizin.
Hayli hoyrat bir tefrika zamanda
asılı zanlar bir o kadar asık yüzlü oysaki tebessüm tadında olmalı her
fiiliyat.
Gönlün zembereğinde çıtayı yüksek
tutmaksa sevda masalları…
Ufkun açılımında yoklamaksa yüreğin
kalıcı olup olmadığını…
Bir de gölgeleri yaftalayan
gerçekleri nasıl ki görmezden geliyoruz…
Ebedi bir uyku çekmek belki de
mizansende kayıtlı olan ve ani uyumsuzluklara perde çeken kasvet yüklü maskeler
oysaki şen bilirdik insanı ve mutlu bellemiştik kâinatı hele ki akıllarda soru
işaretleri iken vesile onca dogmaya sonra da saygıda kusur etmeksizin soluksuz
kabullendiğimiz…
Sözcükler de yorgun benlikler de
aslında evren yorgun ve hayli yüklü ve bir mülteci ime rast gelip sorgularken
nedenlerini, niçinlerini bunca yorgunluğun… insanca ve yüzüne suyuna hürmeten
insanlığın.
Bir kelamsa bazen uzaktan sırıtan ve
bir zümre iken çoğunluğun azınlığa taktığı o çelme.
İsyankârız aslında ve uyumsuz.
Zaruri bellediklerimiz kadar da
gereksiz ithamlar üretiyoruz ve yere göğe koyamadıklarımızı bir kenara ayırıp
bir işkenceye tabi tutuyoruz aklın kancası artık kime/neye takılı ise.
Gülden ibaret olmasını dilediğimiz
cennet bahçesi ve vebali dikenlerden çıkıp da yola, delinen her balon üstelik
hava kaçıran bir seyir izlemese de ilk etapta tıpkı boş söylemlerle dolu
torbadan çekip çıkardığımız imleri ve noktalama işaretlerini evrene armağan
ederken.
Gönülden bir coşku ya da yürekte
saklı derin bir çukur ve ebabil kuşlarına özenen bir nesilden kopup da dünü
mimlediğimiz ama yarını da rahat bırakmazken kehanetleri yorgun falcının.
İçimizin zümrelerine kenetli.
Dışımızın bağcıklarında
tütsülediğimiz ne çok yargı ne çok öngörü belki de safsata babında hele ki
yüksündüğümüz değil de yükümlü tutulduğumuz.
İmleçler dahi tedirgin.
Kayıt dışıyız zaman zaman ama asla
kanıksamayı da ihmal etmeden, debdebeli bir varsayımda aklımızı tokatlarken
hele ki üstelediğimiz o zincirleme kazanın faili iken gizemin seyrinde bir
tufanda savrulduğumuz belki de kapanan bir kapının ardından açık kalan hava
boşluğunda biz gönül gözümüzle sevmeye devam ettiğimiz en nemli şarkılarda bile
esrarengiz bir tabuya da geçit verirken.
Muteber bir deyiş belki müstesna bir
yoksunluk yine akıl fukarası beşerin de zihniyetine bir şekilde ters düşen ve
bulup bulacağımız tek gerçek yine benliğin çalkantılarında beylik bir tezahür
iken gecenin güneşi hele ki en asil o asılı izlekte bilfiil kendimizle
yüzleştiğimiz…
Öykünmekle savrulmak arasında bir
salınım aslında alıntı mahiyetinde her yeni gün ve adına yeni denen her ne/kim
ise.
Bir şarkıdan üreyen hüzün belki de
elemin tefekkürü, yüreğin de teamülü sonra da salkım saçak topladığımız
dağınıklarımız-kimine göre dağıttığımız bize göre dağıldığımız ve darılsak da
dama taşı gibi oynamalarına izin verdiğimiz.
Kıvamında olmalı her duygu tıpkı
muhterem şeflerin uyduruk yemek tarifleri gibi ya da muteber bir sunumunda ünlü
bir akademisyenin; ruhumuzun ölçümünü yapıp kibarca yaşamalıyız üstelik bir
ömür reddedilmişliği kale almadan ve geçmişte bırakıp ne de olsa geçmişin kırık
plağına uyumsuz şimdiki akıllı cihazlar tıpkı bizlerin rağbet görmediği
emsalsiz terk edilişler gibi.
Neyin derdidir diye yaftalandıkça ya
da husumete uğrayan benlik tefrikasında bir nebze de olsa dostane bir
telaffuzun özlemini çekmek.
Kimine göre umarsız kimine göre ruh
hastası belki de üretmeye âşık sevdalı bir abdal mahiyetinde arşınladığımız
şunca tümsek.
Bayırlar aşıp da ya da dağların
paralelinde belki de en tepesinde Kaf dağının, hatta bir kardelene rast gelme
ihtimalinin pek de olası olmadığı şehrin tam da göbeğinde.
Deryalar aşmaksa sadece kalp gözüne
vakıf.
Aşk acısı çekmekse yine yüreğe özgü.
Bağırıp çağırmadan seslendiğimiz
belki de melekler bile bıkmışken bunca günahı ve sevabı ayırt etmekte zorlanıp
beşerin İlahi Güce yakarışında asla da samimiyet görmediği hele ki birbirimizin
nazarında kâh günaha bulaştığımız kâh sevabı göz ardı etmediğimiz belki de
kılık kıyafetimizle yargılanıp sözcüklerimizin bile seçiminde hak sahibi
olmadığımız tıpkı mutluluğu kovalayıp hazanla rastlaşan şu sefil kimliklerimiz
gibi.
Kim kimin nazarında iyiye tekabül
ediyorsa ya da günaha bulanmış ruhunu nasıl aklayacaksa.
Gün ve gün.
Yıl ve yıl.
Devingen olan sadece salınım aslında
o da ritmik bir teyit merkeziyle evrene eşlik etmekte ve ölümün doğumla
buluştuğu bunca ruh transferi hele ki bir pergelle çizdiğimiz sanal dairenin
sanat eseri olmasını sağlayan yine duygu sağanağı ile nakşeden bunca öznel
tebessüm kıvılcımı: yine insana dair yine Hakkın sunumu yine öznel ve de şaşalı
bir var oluş sancısı.
Sevmelerden geldik madem günümüze,
nefretin bucağında nedir işimiz belki de kerrat cetveline özenen biz aklı
evveller türettikçe düşünceleri, duygu cumhuriyetlerinden savuruyoruz içi boş
nidalar belki de içi asla dolmayacak bunca boşluk, bunca safsata ve bunca isyanı
biriktirip de evrene negatif enerji yüklemeyi görev bilmişken.
Aşkın nüansında hiçliğimizle
yüzleştiğimiz.
Maneviyatın bağrında içliğimizle
yükseldiğimiz.
Kursağında iyi niyetin takılmış bunca
hüzün ne de olsa çetrefilli yolculuklarda her daim kaybeden tarafız oysaki
tarafsızlığımızla sahip çıktığımız değerlerimize de asla toz kondurmazken.
Gönül gözünde asla da olası değil
şaibeli bir şarkı ya da egonun devindiği o kayıp rakım hele ki doyumsuz bir
inançsa bize eşlik eden ama olumlu anlamda zira maneviyat yine inancın
aktarımında sonsuzluğun nüansına hep arka çıkan bir mefhum. Sevmeye dair hatta
karşılığını bulmadığımız hikâyelerin mahzun kahramanları olsak da ve düştüğümüz
aşkı peşi sıra bütünleştiğimiz İlahi Güç.
Bir kapının hep açık tutulduğu aslında
her şerde bir hayır olduğuna dair geliştirdiğimiz inanç sayesinde hayatın
tırabzanlarına tutunup bunca kaygan zeminde nasıl oluyorsa artık, değil düşmek
manen yükseldiğimiz ve pekişen tüm duyguların da kazanımı iken huzurun frekansı
üstelik eşlik edenlerin de yüreklerinde hep bir tebessüm saklı olduğuna dair
hem fikir olduğumuz.
Bir esinti, bir nida ve öncelik.
Seçimlerin arzında, kırık bir name
tadında, zamansız bir aşkı ölümün rahlesine gizlerken.
Sandıkların dibinde biriken…
Sanmadıklarımızı da örttüğümüz ve
gece örtünürken biz de kıbleye dönük yüreğin minvalinde, sessizliği öğütürken
belki de övünürken içimizin kırıklarını almakla yükümlü ve erbabı yoksun,
sancısı tok, sevdasını da bilfiil sahiplenmişken…
Ebabil kuşlarından arakladığım
çığlıklar belki de ürkünçlüğün somut izleği ve bilinmezi giyinip asla da
sırtımı dönme olasılığının olmadığı.
Duyumsamakla mükellef kılındığımın
ötesinde dünle örtüşen sonra da an’ı sıvıştırdığım bir de kaygı yüklü edimlerin
merkezine konduğum yine bir kuşun kurşundan ağır o varlıkları taşıma
zorunluluğu.
Kayıtlarda geçen ama tortusu henüz
çökmemiş ve İlahi rahmeti boca etmekle iştigal etmenin ötesinde zaman zaman
mızmızlandığımdan bihaber iken evren…
Evren… Evrelerin girizgâhında en
yorgun denklem ve ben soyutladıkça mutluluğu, düşkün kıyımların da atağa geçip
hala saklı tuttuklarımı bölüştürememekle, hala ıslah olmayı beklediğim ve
beklediğim yetmezmiş gibi beklettiklerim.
Safi hüzün.
Kâfi, demek nasıl ki metazori bir
imdat çığlığı ve yüce Yaradan dışında bir hal çaresi bulmaya yönelik hiçbir
çabamın da olmaması ki durduk yerde kim dinler derdini insanın hele ki beyhude
bildiklerime ekleme özrümle, ben bir başıma belki de saf tutmaktan ne hale
geldiğimi göstermekten de imtina ettiğim.
Hali hazırda boş bir belge ve
kayıtların başıbozuk düzene isyanı öyle ya; belleğimizden çok daha kuvvetli
bilmem kaç şiddetinde yargılandığımız yetmezmiş gibi, tüm bilgilerimizi o
ufacık soyut kimliğe sığdırdığımız ve kayıt altına alındığımız yetmezmiş gibi
mahremiyetin de çarçur edildiği ve savunma hakkımızın da ihlal edildiği.
Son sürat yaşamlar.
Patavatsız istirhamlar.
Soyut zamirlerin öznele ve özele
tavrı gelin görün ki; hiciv yeteneğimizin bile örselendiği.
Lav etmekse, dünden hazırım.
Son vermekse, nedir bunca kayıtsızlığım?
Zamkla yapışan merhalesi yine şafakta
saklı ama şafağımızın da atma ihtimaline anlam yüklemekle iştigal ne çok
tantana.
Sırnaşık ya da mesafeli belki de
özrünü yüklenip, öznesine sirayet eden bir fiiliyata rest çektiğimiz.
Dediklerimizdense demediklerimize
rest çekip bir de şölen sofralarında yediğimiz onca hak hatta bir yetimin
hakkını yemekten de geri kalmayıp doymayı bilmez ego yüklü uçuşlarımız; hala da
son vermektense sükuta bürünüp hiçliğimizin mertebesinde dolduruşa
geldiğimizden bihaber.
İbreler kayıp nizamların tek şahidi
ve dokunaklı kafiyeler bile borcumuzu ödemekten aciz hele ki sınandığımızı
unutup isyana bürünen benliklerimiz sonra da zora koşulduğumuza biat, tövbe
özürlü insan izlekleri ve mütemadiyen tekerrür eden ihaneti biz insanoğlunun.
Zan altında belki de… Aşkın rahlesine
konarken edası günün ve zahmetli ömrün de şeceresini tutarken zaman zaman…
Adımlarını korkak alıştırmışsın
madem, son sürat bükmelisin esneyen zincirlerini.
Şanlı bir soyağacı, bir kuram belki
de hiçliğin mertebesi.
Bir kıyamda bir de rüyalarda mutlu
kılındığın ve mutlak gerçek bildiklerin.
Ayrışan sancıları evrenin, çocuk
büyüten kaygıları yine şanlı şiirlerden ve şairlerden araklarken iblis.
Güncesinde hazan, güftesinde solan
bir gül belki de perde perde yükselen sessizliğin iç burkan fısıltısı üstelik
duymazlığın basiretini bağlarken evren.
Saklı ya da ifşa edilesi hatta
sunumunu geri çekerken ama atlas yorganını asla üstüne çekemediğin korkuların.
Çentikler büyüdükçe, yara deşildikçe,
mevsim eskidikçe ve büyüttüğün yalanların eprirken hatta usul’un koynunda rest
çektiğin ne ise.
Zan altında bir zaman aşımı.
Zamansız aşkların zanlı mağdurları.
Evren hükmederken insanın hükmüne
dair; solarken gece güne saniyeler kala, yine şairin kalbinde atan.
Efsunlu kimi zaman ve çattıkça
kaşlarını.
Kinaye yüklü genelde ve görmezden
geldiğin ne ise.
Dendiklerine toz kondurulmadığı,
yüreğin de açan çiçeğinin solmak bilmediği…
Kayıtlar sırasız; kayıplar asılsız;
zamirler biteviye ve körelen duyguların rotasında kayıp bir talimat iken yine
yüreğin güvertesinde haykıran bir kaptan edasına bürünmüşken.
Zafiyetleri artan bir zaman aralığına
dokunan bir mızrap yine şarkıların niyazında saklı tuttuğu özlemi ve aşkı ifşa
eden ve ansızın solan bir gonca gibi, görüntülü telefonların bile kabul
etmediği ne çok isyan yine Hak nezdinde bir boyutsuzluğa bir de isyana şerh
düşmüşken evren.
Bizler ki; satılmışlığın yükünü
taşımaktan aciz ve bizler ki sizsiz yükümlülüklerin son damlasına kadar kayıt
dışı tutulduğumuzdan bihaber üstelik sonlanmaya müsait bir hikâyeden
aşırdığımız o karanlığa bile sahip çıkmaktan aciz sefil yalanlarımızla
sefaletimizi idame ettirmek adına zulmün baş döndürücü ikramını kabul etmişken
karanlığın da celbine yenik düşmüş gölgeleri kayıp varlıklar olmaktan asla
hicap etmediğimiz.