Makale / Araştırma

Eklenme Tarihi : 3.10.2017
Okunma Sayısı : 1829
Yorum Sayısı : 5
Günün Yazısı

Bu Yazı 4.10.2017 tarihinde
GÜNÜN YAZISI
olarak seçilmiştir.


Bu  sitede  her  birimiz  şiirleriyle  ya  da  yazılarıyla  var  olan  insanlarız. Yani  öyle  ya  da  böyle  edebiyatla  meşgul  oluyoruz.  Peki  bize  sorsalar  ''Edebiyat  nedir?''  Diye,  ne  cevap  veririz?

Şimdi  belki  de  kendinizce  nasıl  bir  cevap  vereceğinizi  düşüyorsunuzdur. 

Bu  sitede  bir  şair  ya  da  yazar  değil  de  farzedelim  Galatasaray  Lisesi  gibi  ülkemizin   en  ünlü  ve  saygın  okullardan  birinin  edebiyat dersi  öğretmeni  olsanız  ve  size  bu  soru  sorulsa?  Yani  sizden  edebiyatın tarifini  yapmanız  istense  ne  cevap  verirdiniz?

Gelin  lafı  uzatmadan  1932  senesine  gidelim.

3  Şubat  1932   Perşembe  gecesi  İstanbul - Taksim'de  Maksim  adlı  gazinoda  Darülaceze  yararına bir  balo  tertiplenir.  Baloya  gelenler  arasında  o  tarihte  Galatasaray Lisesinde  Edebiyat  öğretmenliği  yapan  İsmail Habib  Sevük  de  vardır.

Gecenin  ilerleyen  saatlerinde  Atatürk  de  maiyetiyle  birlikte  baloya  gelir.  Bir  müddet  sonra  gözü İsmail  Habib  Sevük'e  takılır  ve öğrenci  olarak  bildiği  bu  gence  sorar:

-Sen  ne  zaman  geldin?  Okulundan  mezun  oldun  mu?

İsmail  Habib  Sevük  cevap  verir:

-Maarif  eminliklerinin  kaldırılmasından  sonra Galatasaray  Lisesi  Edebiyat  Muallimi  oldum  efendim.

Atatürk  sevinmiştir.  Merakla  devam  eder:

-Yaaa,  Edebiyat Muallimi  ha?  O  zaman  bize  edebiyat  nedir tarif  et  bakalım.

Hergün  yüzlerce  öğrenciyi  sorularıyla  terleten  İsmail  Habib  Bey,  Atatürk  karşısında  sözlüye  kalkmış  öğrenci  durumuna  düştüğünden,  bu  sefer  kendisi  terlemeye  başlamıştır.Öte  taraftan  Atatürk,  özellikle   söz  konusu  Tarih  ve  Edebiyat  olduğunda  oldukça titiz  bir  insandır.  Uzun  bir  tartışmaya  girmektense  konuyu  tek  bir  cevapla  kapatmak  ister.

- Vallahi  efendim,  ne şark  kitaplarında  ne  de  okuduğum garp  kitaplarında  Edebiyatın, insanı ikna  edecek  bir  tarifine  rastlamadım.

Evet,  bir  Edebiyat  Öğretmeni,  hem  de  Galatasaray  Lisesi  gibi  bir  okulun  Edebiyat  öğretmeni  Edebiyatın  tarifini  yapamaz.  Onun  yerine  kıvırmaya  çalışır.  Ama  karşısındaki  Atatürk'tür. İsmail  Habib'i  öyle  kolay  bırakmayacaktır.  

-Nasıl  olur  efendim?  Edebiyatın  kendisi  olur  da  tarifi  olmaz  mı?

Atatürk  ne  kadar  zeki  ise  İsmail  Habib  de  bir  o  kadar  zekidir. Kendince  zeka  oyunu  yapar  Atatürk'e

-Efendim,  ben  zevkin de  ne  olduğunu  biliyorum  ama  tarifini  yapamam.

Bu  cevapla  kurtulacağını  sanan  İsmail  Habib Sevük,  yeni  bir  soruyla  karşılaşır:

-Peki  mektepte  ne  okutuyorsun?

Bu,  cevabı  kolay  bir  sorudur.  Hemen  cevaplar:

- Son  sınıfta  muasır ( çağdaş)  Edebiyat,  bir  önceki  sınıfta  klasik  Edebiyat.

Atatürk  parlar:

-Nerede  klasik,  nerede  muasır  Edebiyat? 

İsmail  Habib  Sevük  hâla  mantık  düellosuna  ve  laf  ebeliğine  devam  etmektedir.

- Bendeniz  bunların  varlığını  değil,  sualiniz üzerine  takip  ettiğimiz  programı  arz  ediyorum.

Atatürk  kızmaya  başlamıştır:

-Sen  programı  vekalete  anlat.  Bana Edebiyattan  bahset.  Nedir  Edebiyat?

Ok  yaydan  çıkmıştır  artık.  İsmail  Habib  boynunu  büker.

-Bilmediğimi  arz ettim  gazi  Hazretleri.

Atatürk,  İsmail  Habib  Sevük'ü  bırakmak  niyetinde  değildir.

-Bilmemek  nasıl  olur?

İsmail  Habib  yine  laf  cambazlığına  devam  eder.

- Bilmemek  şüphesiz iyi  bir  şey  değil, fakat  bilmediğini  bilmemek  çok  daha  fena. Ben  hiç olmazsa  bu  ikincisinden  kurtulmuş  oluyorum.

Atatürk  fena  sıkıştırmaya  başlar:

-Peki  hem  Edebiyat  muallimi  olmak,  hem  de  edebiyatın  ne  olduğunu  bilmemek...Bunu  nasıl  izah  edersiniz?  Bu  durumda  sizin  sıfatınız  nedir?

İsmail  Habib  Sevük  açıklamaya  çalışır.

- Okuyana  talebe,  okutana  muallim  diyorlar.  Bana  da  bu  sebeple...

Atatürk,  lafını  tamamlatmaz  ve  öfkeyle  bağırır:

-Vaaayyy,  ben  senin  ne  muallimi  olduğunu  talebene mi  soracağım?  Onlar  talebedir. Ne  derseniz  inanırlar. Sen  onlara  değil  bana  anlat.

İsmail  Habip  Sevük  iyice  bocalar:

- Efendimize  mi?  Ne  haddime.  Bizim  gücümüz  amcak  talebemize  yeter.

Fakat  bu  cevap  Atatürk'ü  tatmin  etmez.  Tekrar  sorar:

-Sen  yarın  mektebe  gidince  ne  dersi  vereceksin?

İsmail  Habib  Sevük derin  bir  ooohh  çeker.

-Efendim !  Yarın  Cuma.  Mektep  tatil.  Herhangi  bir  ders  vermeyeceğim. ( O  tarihlerde  hafta  tatilleri  Cuma  günüdür ) 

Atatürk,  adeta  dalga  geçer  gibi  verilen  bu  cevaba  daha  da  öfkelenir.

-Ben  sana  Cumayı,  Perşembeyi  mi  soruyorum?

İsmail  Habib  kırdığı  potu  tamir  etmek  için  atılır:

-Madem  ki  yarın  dediniz, her  sözünüze  doğru  cevap  vermeyi  borç  biliriz.

Atatürk,  bu  ayak  oyunlarını  yiyecek  insan  değildi  elbette.  Yeni  bir  atak  başlatır.

-Hem  Edebiyatın  ne  olduğunu  bilmiyorsun  hem  de  ''Teceddüd  Edebiyatı  ( Yenilik Edebiyatı )  adlı  kalın  bir  kitap  yazıyorsun?

İsmail  Habib  Sevük  laf  ebeliğine  devam  etmekte  kararlıdır.

-Teceddüd  Edebiyatı  adlı  o  kalın  kitap  aynı  zamanda  benim  cehlimin  de  hacmidir. 

Atatürk,  İsmail  Habib  Sevük'ün  ''  Benim  cehlimin  hacmidir''  dediği  kitapla  ilgili  olarak:

-  Ben  o  kitabı  tam  altı  defa  okudum.

Bu  aslında  hem  çok  büyük  bir  iltifat  hem  de  insanı  ezim  ezim  ezen  bir  tokattır.  Atatürk'ün,bahsi  geçen  kitabı  değerli  bulması  ve  onu  altı  kez  okumasından  daha  büyük  onur  olabilir  miydi?  Ama  aynı  kitap  için  bizzat  yazarı  az  önce  ''  Cehaletimin  hacmidir''  demişti. 

Bu  güzel  itifat  aynı  zamanda  konuyu  değiştirmek  için  de  bir  fırsattı  İsmail  Habib  Sevük  için.  

-Değil  mi ki  bu  sözleri işitiyorum, şu  anda  hiç  bir  faniye nasip  olmayacak bir saadetin  vecdiyle  bahtiyarım.

İlle  velakin  Atatürk  onu  bırakmak  niyetinde  değildi.

- Edebiyat  neye  derler?  Bunu  ille  de  söyleyeceksin

İsmail  Habib  Sevük,  taktik  değiştirir  kendince.

-Biz  tarihimizi  de  bilmiyorduk.  Siz  irşad  buyurdunuz (  yol  gösterdiniz )  öğrendik.  Edebiyatımızı  da  irşad  buyurunuz  öğrenelim.

Ancak  bu  sözler  Atatürk'ü  ziyadesiyle  kızdırır:

-Her  şeyde  biz  mi  irşad edip  duracağız?  Her  şeyde...Her  şeyde....

Vakit  sabahın  dördü  olmuştur. İsmail   Habib  Sevük  tartışmaya  noktayı  koyar:

- Evet.  O  kadar  çok  alıştık  ki.  O  kadar  çok  alıştırdınız  ki,  her şeyde  kendimizi  irşadınıza muhtaç  biliyoruz. 

Buraya  kadar  yazdıklarımdan  Edebiyatın  ne  olduğunu  anladık  mı?  İşin  doğrusu  ben  buraya  kadar  olan  kısımda  edebiyatın  bir  tanımını  görmedim. 

Şimdi...

İsmail  Habib  Sevük  bile  edebiyatın  bir  tanımını  yapamamışken edebiyat  sitelerinde  bir  kaç  yazı, bir  kaç  şiir  yazdığı  ve  2500  Tl  ye  1000  kitap  bastırıp  onları  da  imzalayıp  imzalayıp  eşe dosta  bedava  verdiği  için  isimlerinin  önlerine  şair,  yazar,  eleştirmen,  editör,  organizatör  ve  sair  sıfatları  yapıştıran  zevatın  yaptığı    Edebiyat  tanımları  ne  derece kabul  görür  acaba? 

Ancak,  buraya kadar  yazdıklarımda  ayrıntılarda  olan  şeytan  kulağıma şunları  da  fısıldıyor:

''  Atatürk, ''  Hayatta  en  hakiki  mürşit (  yol gösterici )  ilimdir''  demiştir.  Hiç  bir  zaman  ''  Hayatta  en  hakiki  mürşit  benim''  Dememiştir''    Ama  ne  yazık  ki  İsmail  Habib  Sevük'ün  işaret  ettiği  nokta  da   maalesef  doğrudur.  Bizler  hep  bir  mürşit  beklemişiz,  bir  mürşidin  ağzının  içine  bakmışız.  O  düşünecek,  o  karar  verecek,  bize  ne  yapmamız  gerektiğini  o  söylecek,  biz  sadece  ve  sadece o  ne derse  onu  yapacağız.  Biz  düşünmeyeceğiz,  biz  üretmeyeceğiz,  biz  muhakeme  etmeyeceğiz,  bizim  kendimize  ait  fikirlerimiz  olmasına  gerek  yok (!)  Nasılsa  bir   yol  göstericimiz  var. Bakın  Bizzat  Atatürk'ün  kendisi  bile  ''  Her  şeyde  biz  mi  irşad  edeceğiz''  Diyerek  tepki  vermiş  bu  duruma. 

Neyse...Gelelim  edebiyatın  tanımına:

Atatürk,  Edebiyatı  şöyle  tanımlıyor:

''  Edebiyat  denildiği  zaman  şu  anlaşılır: Söz  ve  manayı,  yani  insan  dimağında  yer  alan her  türlü  bilgileri  ve  insan  karakterinin en  büyük  duygularını,  bunları  dinleyenleri  veya  okuyanları çok  alakalı  kılacak  surette  söylemek ve  yazmak  sanatı...''

Edebiyatın  kısaca  tanımı  budur.

Peki şair  kime  denir?

Atatürk'ün  sofraları  bilindiği  gibi pek  çok  kez    sanatın  her  dalının  konuşulduğu,  tartışıldığı  veya  icra  edildiği bir  platformdur.   İşte  yine  bu  sofralardan  birinde Atatürk  sorar:

''  Şair  kime  derler?''

Çeşitli  cevaplar  verilir  bu  soruya.  Bunlardan  bazıları  şunlardır:

“Gönlünden kopan duyguları, uyumlu bir dille anlatabilen kimse...”

“Uyanıkken, düzgün sayıklamasını bilen adam...”

“Düz yazıya musîki katabilen dil sihirbazı...”

Atatürk,  bu  cevaplardan  hiç  birini  beğenmez  ve  şiirle  hiç  alakası  olmayan  birine  sorar  aynı  soruyu:

-Şair  kime  derler?

Verilen  cevap  oldukça  basit  ve  yalındır.  Bu  sebeple  de  gülüşmelere  yol  açar.

-Şiir  yazana  şair  denir  efendim.

Herkes  bu  cevaba  gülereken Atatürk  ''  Aferin ''  Der  ve  devam  eder.

-  En  güzel  tanım  seninki ama  bir  yanlışın  var.  Şiir, yazılmaz,  söylenir.

Demek ki  neymiş  efendim?

ŞİİR  yazana  değil,  ŞİİR  söyleyene  şair  denirmiş.  Şiir  de  yazılmaz,  söylenirmiş.   

Ben söylemiyorum.  Atatürk  söylüyor.  İtirazı  olan  ona  yapsın. 

Antiparantez  söyleyeyim:  Mesela  Yahya  Kemal  Beyatlı  hiç  bir  zaman  ''  Şiir  yazdım''  Diye  bir  ifade  kullanmazmış .  Hep  ''  Şiir  söyledim''  dermiş.

Ayrıca  gözleri  görmeyen  Aşık  Veysel   için  de  ''  Çok  güzel  şiirler  yazmış''  denmez  herhalde  değil  mi?  

Yani  ''  Şiir  yazdım''  Derken  de  düşünmemiz  gerekiyor  bundan  sonra.

Evet,  ŞİİR  SÖYLENE  ŞAİR  DENİR.

ŞİİR  kelimesinin  altını  çizerek...

( Atatürk'ten Anılarla ''edebiyat Nedir, Şair Kime Denir'' Sorularının Cevab başlıklı yazı Sami Biber tarafından 3.10.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.