Sahip olduğum değil de olma zorunluluğu getirdiğim duygularımı huzurumdan çekip bu sefer başka dünyaların huzuruna sunulan duygularını sorgulama aşamasındayım.

 

Kasvetli günler yakındır hele ki güneş erkenden çekiliyorsa huzurundan dünya ahalisinin-en azından bir yarımküreyi göz önüne alıp-eksi zamanlarda da artıların yalnızlığını buyur ediyorsa gecenin nefsine çok yakındır güz dönümü ve yeşilin gıybete mahal vermeden sarıya dönen tabiata da özür borcu.

 

Katmanlarına serptiğim pudra şekerinden tatlı bir rehavete dönüşen sonra da gıpta ettiğim huzurun pembe beyaz yansıması ve içimin dinginliğine rahmet okuma ihtiyacımdan çıkıp da yola, özdeşleşme ihtiyacıma en yakın kimi hissediyorsam.

 

Açık bir dille ifade etmem gerekirse ilkokulda okuduğum o zamandan ve nasiplendiklerimden çok ayrı kaldım ta ki kutsanan ruhumun bir disiplin güdülmesi ihtiyacına denk düşene değin tıpkı satırlarında İstanbul seyrinin ve yaşanmışlığın da gıyabında ben birkaç satırı borç alıp yine alacak haneme cümleler kondurma isteğime karşı koyamazken.

 

Herkesin çocukluğu; her çocuğun vazgeçemediği aslında biz yetişkinlerin çocuk kalma ihtiyacını zaman zaman göz ardı ettiği.

 

Edebi bir iklimde yaşanan çocukluğunun satır aralarında açan çiçekleri kokladım az önce ve ilk öğretmenimin vefat haberini aldığım güne gitti aklım demek ki kara meleğe bir özür borcum var ve yüce Yaratıcıya da minnet borcum zira hayatımdaki ikinci öğretmenimden çok şey nasiplendim aslında bir o kadar da kızgınım zaman zaman zira ezberci sistemin mimarlarından o güzel ve esmer kadın; belki de bana kelimeleri söke söke öğretmişti.

 

Hatırlıyorum da… Elimde deyimler ve ata sözleri sözlüğü, her hafta sonu annemlerin yatak odasını boydan boya gezip yine çevremde daireler çizerdim zira her hafta bir harfi baz alırdı sınıf öğretmenim ve bize öğütlerdi:

 

‘’Bu hafta sonu C ile başlayan deyim ve atasözlerini bir bir ezberleyeceksiniz.’’

 

Belki de sınıfın üç beş günah keçisinden biriydim ve tabir-i caizse yutar da öyle giderdim hafta başı okula.

 

Sonra da o öğüdü veren kendisi değilmiş gibi, Türkçe dersini atlar ve matematikte alırdık soluğu ve süreç böyle sürer giderdi ta ki hafta sonu tatili gelip bize yeni bir harfte ezberlememiz gerekenleri dikte ederken.

 

Ezberci sistemin mağdurlarındandım belki de kazananlarından yine de hakkını ödeyemeyeceğim ender bir öğretmendi o esmer ve anaç güzel kadın.

 

Yine komşumuz olması itibariyle bayramlarda elini öpmeye giderdim aslında ailecek giderdim ve el öpme merasiminden sonra bana eşsiz ipek mendiller hediye ederdi üstelik mis gibi kokan ve kutu içerisinde.

 

Aslında ilkokula ilişkin çok da muteber anılarım yok belki de belleğimin silmek istediği zamanlardı o günler lakin sebebini asla bilemedim hatta bu gün bile ve serildiği yerde kalmasını umut ediyorum.

 

Derli toplu geçmişinde, değerli yazar; öykündüğüm değil de senin övündüklerin belki de paralel bir zihniyette ben empati kurmanın ötesinde nedenleri ve niçinleri sorgulayıp derlediklerini değil de dertlendiklerini göz önünde bulundurup, kaleminin gizemini çözmek adına şartlanmışken aslında bir arzu belki de hiçliğimin kırıntılarında senin mal ettiklerin değil de halka mal olmuşluğun yine de halka karışmış bir yazar olmadığın gerçeğini vurgulamakla iştigal ettiğim şu cümle itibariyle senden özür diliyorum.

 

Hayatımızın yarım adası belki de batmasını arzu etmediğimiz o çocukluğun güneş gibi aydınlattığı yetişkin dünyamızda bir şeylere tutunma ya da bir baltaya sap olma ihtiyacı: işte beni en zorlayan kıstas hele ki menfi-müspet ayrımlara tabi tutmadan bizden beklenenler ve seninle kıyasladığımda ben ve benim gibi yazmaya gönüllü arkadaşlarımı görünen o ki; hiç birimiz senin eline su dökemeyiz.

 

Yalın bir ifade ile ve asla yalan olmayan yine de ortak gerçeğimiz kelimelere olan düşkünlüğümüz.

 

Bir nebze de olsa dilim çözülmüşken ve bir arpa boyu yol aldığıma dair inanç kuvvetle muhtemel olsa da; görünen köy bazen kılavuza ihtiyaç duyuyor şimdi bu noktada; rahmetli sınıf öğretmenime şükran duyduğumu ifade etmeliyim zira bilinçaltımdaki deyim ve atasözleri listesin bazen flu bazen net bir sunum ile bir şekilde kalemden dökülebilmekte.

 

Çocukluğun ayak izleri.

 

Çocuksu yönlerimizi hala koruyup kollarken.

 

Çocuk kalmakla çocuk gibi davranmak arasındaki o ince çizgi.

 

Belki de çocukluktan çıkamayışımız bir tür nevroz olsa da ve çocuk sahibi olmayı erteleyen nice insana atıfta bulunup hala neyin savunmasını yapıyorsa insan.

 

Elimde aldığım bu yeni kitabında belki de ikram edilen en güzel hediye bizlerin İstanbul aşkına ve İstanbullu oluşumuza dair gelişen o gerçekliğin ve de inancın sundurmasında, kalbimde uçuşan kelebekleri yakalayıp çerçeveletmek isteğim tıpkı resimlerde kalan mutlu gülümseyişler gibi ve yine çocukluğumuzun en büyük kanıtı iken; iki elimizden tutan anne ve babalarımız.

 

Büyüdükçe devinen aslında küçülen iç dünyalarımız ama bir şekilde buna kol kanat geren yapımla-yapımızla-hala nasıl oluyor da hayal kurma özgürlüğümüzü yitirmedik?

 

Daralan boğazlarda geçit vermeyen o Standard sapmalar belki de kuyruk acımız dünün hayallerinden ödün verip günümüzün gerçeğinde artık hangi noktaya savrulduksak.

 

İyimser bir tahminle; insan ömrü 70-80 sene ise demek ki hala zamanımız var yeniden çocukluğa dönüp ve büyük bir kavis çizerek, artık hangi panayır ise hayallerimizin fink atacağı belki de devasa aynalarda eğri büğrü vücutların tahayyülü yine sihirli aynaların bize uçsuz bucaksız ufuklar sunduğu.

 

Derme çatma bir stil hele ki peyda olan okuma isteğimde ben hala neyi ne sıklıkla okumam gerektiği konusunda karar verememişken ve bu yüzden nemalandığım yeryüzü hele ki gözlem gücüme güvenip hayatı ve insanları kana kana içtiğim.

 

Mutlak bir yaptırım gücü olan her kim ise ya da mutluluğa odaklı sunumlarla dolu hayatı bizler inanılmaz önemseyip atıfta bulunduğumuz ideallerimiz ve çevremiz.

 

Boyutsuz sancılarımız ve doğma aşamasında ölümüne çabaladığımız belki de doğmadan ölmesine izin verip günü de ömrü de bozuk para gibi harcarken.

 

Soyutlarda gezinen bir gezegen olmak adına dünyadan somut deliller toplayıp kurguladığım dünyamda asla da taviz vermediğim değerlerime şöyle bir göz geçirip geçkin bir şarkıyı mırıldanırken dokunduğum yüreğimden nakşeden o bitimsiz heyecanım görünen o ki; açlığım asla geçmeyecek ve bu şekilde nefsimi öldürüp manevi açılımlarla ihya edeceğim benliğimi ve serkeş duygularımı.

 

Kapı aralığından seyrettiğim ve gümbürtüye giden ne ise.

 

Ya da seyredildiğim ve seyrelen zamanı tahakküm altında bırakıp kaderciliğin izdüşümünde yol aldığım kadar da sınırları zorladığım ama sınırsız hayal ve umutlarımı da kalp gözümle besleyip büyüttüğüm.

 

Hüzün odaklı ve hüznün baş şehri İstanbul. Geçenlerde kaleme aldığım bir yazıydı ve tam olarak hüzünlerimin baş şehri başlığına denk düşen bir paylaşımdı. Ve şimdi okuduğum satırlarda gördüm ki; hem fikiriz seninle aslında başkaları da aynı hazla yaklaşırken İstanbul’un kırçıl kanatlarına. Öyle ya; bence İstanbul yaralı bir kuş yine de kitabındaki o cümleyi dile getirmek istiyorum:’’

 

‘’İstanbul, hüznü ‘’geçici bir hastalık’’ ya da ‘’başımıza gelmiş kurtulması gereken bir acı’’ gibi değil, kendi seçtiği bir şey gibi taşır.

 

Hüznün bu özel anlamı, ‘’Başka bütün zevkler boş. Hiç biri melankoli kadar tatlı değil,’’ diye yazan Robert Burton’un melankolisine yaklaşsa da Burton’daki kendi kendiyle alay ve mizah, İstanbul’un yaşayışında yerini gurura, hatta mağrurca böbürlenmeye bırakır.’’ (Alıntı)

 

Hüznün izdüşümü belki de öfkemizi sağaltan.

 

Aşkın yarımadası olsa da mizanseni yine yürekten şehre yansıyan belki de şehir insanının tutumlarında özellikle şerh düşülen.

 

Tıpkı şehrin iklimlerinde büyüyen çocuklar gibi belki de önyargılar ve bizler patavatsızca birbirimize yüklenip bir o kadar mahir bellediğimiz duyguların katmanında seyrine daldığımız iç dünyamıza yenik düşen şehir hayatı.

 

Çoğaldıkça azalan aslında azımsanmayacak bir yükümlülükle sükûtu ikrardan belleyip sineye çektiğimiz kadar da unutulmayı dilediğimiz ya da yansıması yine öykündüğümüz şehir kahramanlarına atıfta bulunduğumuz.

 

Ürkünç coğrafyaların hüküm sürdüğü ya da yalnızlığın başkenti yoksa bu da mı bir yanılsama ve ürkek adımlarla çapını bellediğimiz bir daire belki de amirane tabiri ile çaptan düşen biz insan ırkı.

 

Korktuğumuz kadar da korkutmayı dilediğimiz.

 

Sarmalında inancın, körelmekten son anda kurtulduğumuz ve eksen belleyip bin bir edayla haşmetine sığındığımız varlığımız oysaki darmaduman bir eda, noksanlığın izdüşümü.

 

Şehri yaşayan ve yine yaşatan bizler tıpkı hayata dört elle sarılıp bazense pamuk ipliği ile bağlı olduğumuz gök kubbe: ha düştü ha düşecek derken bu kez gözden düşmüşlüğümüz belki de gözümüzden düşen üç beş damla yaş…

 

Kırağı çalan satırlarda seninle sohbet etmek güzeldi sayın yazar.

 

Zaman ne getirir bilinmez bu anlamda bir sonraki randevumun tarihi Allah kerim.

 

Allah’a emanet ol değerli yazar: her neredeysen belki de hiç var olmamış olduğuna inandığım ya da var olduğuma dair ben bile kanıtlar sunamazken şu yazdıklarım dışında ve de hissettiklerimle hala bir dünya vatandaşı olduğum gerçeğine zaman zaman uzak dururken…

 

 

( Büyüdükçe Küçülen İç Dünyalarımız... başlıklı yazı GÜLÜMM tarafından 5.10.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.