Ve
dedemin radyosundan kısık bir sesle türküler dinliyoruz. Dedem; “Müziksiz
yaşayamam der.” Doğa sakin ve sessiz.
Kahvaltımızı
bitirdik. Büyük büyük dedemden önceki hafta yaptığımız sohbete devam etmemizi
istedim. Boynuna sarılıp, parlaklığını hiç kaybetmemiş yeşil gözlerini yakından
izledim. Benim dünya tatlısı dedeciğim bu güne dek beni hiç kırmadı. Hemen arka
balkona geçip sohbetimize devam ettik.
Güneş Karaköy’ün
sırtlarından hayli yükselmişti. Ta ilerilerde Cin Dağı’nın doruklarındaki
kayalar pırıl pırıl parlıyordu. Evimizin arka balkonundan hem ormanları hem de
bin bir renk çiçeklerle bezenmiş çayırlar faklı güzel. Çayırlardan vızıldayarak
uçuşan arıları sesleri bize kadar geliyor. Gözlerim bir ara havada dans
edercesine uçan bir çift kelebeğe kaydı.
Büyük dedemi sıkmayan
sorularıma başladım:
“Büyük dedeciğim, zaman
zaman dedem öğretmenlik anılarını anlatır. Öğretmenliğe Karadeniz Bölgesi’nin
sahilden uzak bir dağ köyünde başlamış. Çalıştığı köyde insanların bölgeye özgü
kıvrak horonlarını oynamak, kemençe çalmak günahtır diye köy hocalarınca
yasaklanmış! Düğünlerde sadece bol bol havaya silah sıkılıyormuş! Tek eğlence
buymuş halkın eğlenebildiği! Düğün sahibi gençlere mermi dağıtılıyormuş. Bizim
köyümüzde sizler nasıl eğlenirdiniz?” Dedem önce biraz düşündü. Belli ki
anlatacaklarını bir sıraya koyuyordu. Sonra tatlı sesiyle başladı anlatmaya:
“Benim tatlılar tatlısı
Perisu kızım, bu arada adımı da öğrenmiş oldunuz. Köyümüzde ben kendimi bildim
bileli düğünlerimizde cümle insanımız yediden-yetmişe doyasıyla eğlenir.
Düğünlerin üçüncü günü gelinin al duvakla örtülü yüzü açılır. O gün kadınlı
erkekli halk el ele tutuşup büyük bir halka oluşturarak halay çekerler. Ana
çalgı aletlemiz davul-zurnadır. Köyümüzde ünü ilçe dışına taşan büyük çalgıcı
ustalar yetişmiştir. Bu konuda kısa bir hikâyecik anlatmak isterim:
Aşağı mahallede bir düğün
vardı. Daha ilk gençlik yıllarım… Akranlarımla halay çekiyoruz. Yanımıza köyümüzün
yetiştirdiği büyük din âlimi müderris efendi yaklaştı. Bizimle birlikte halaya
katıldı kısa bir süre oyun oynadı. O bakımdan insanların oyun oynamasının,
gülüp eğlenmesinin yüce dinimizce günah sayılmadığının müderris efendinin
uygulamasından bilirim…” ‘ Peki, büyük dede biliyorum köyümüz dağların hemen
yakınında kurulmuş. Ortalama beş ay gibi uzun süren kış mevsimi yaşanıyor bu
topraklarda. Çiftçilik yapmak için ıklım uygun değil. Mevsim mevsim ya da ay ay
hangi işleri yapıyordunuz?’
“Kızım köy demek bir
bakıma işlerin hiçbir zaman bitmediği yer demektir. Cemreler başladığı zaman
tarlalara gübre çekmekle işe başlarız. Bu iş kızak diye adlandırdığımız taşıma
aracıyla yapılır. Yerler alacalanmaya, karlar erimeye başladığı günlerde
gübreleri tarlalara serme işini yapardık. Mart sonu ve nisan başlarında
koyunlar kuzu yapar. Doğum yapan her koyun ya da keçi ile ayrı ayrı imgelenmek
gerekir. Hava bir türlü ısınmaz. Güneşin yüzüne hasret kalırdık çoğu kez bu
aylarda.”
Dedem ilkbaharda karların erimesiyle iyice
coşkun akan köyümüzün çayı gibi coşmuş sürekli anlatıyordu. Yaşadığı eski
günleri adeta yeniden yaşıyordu…
“Karların eriyip
toprakların kurumasıyla tarlaları sürmeye başlardık.”
“Ama dedeciğim ekim işi
ekim ayında yapılmaz mı?”
“Hayır, güzel kızım. Biz
atadan dededen öyle gördük. Tarlaları sürme ve ekme işi ilkbahar aylarında
yapılırdı köyümüzde.”
“Tarlalarınızı
karasabanla mı sürerdiniz?”
“Büyük bir pulluğumuz
vardı. Biz o pulluğu kullandık yıllarca. Pulluğun ilginç de bir öyküsü var.
Rahmetli baban, o aleti Ahıska’dan getirerek pulluğu köyde ilk tanıtan adammış.
Ekim işi ortalama bir ay sürer. En az üç aile işbirliği içinde bu işlerli
birlikte görür. Çekici güç elbette sarı öküzlerimizdi…
Dedim ya kızım köyde iş
bitmez. Ekinler biter yaylacılık başlar. Büyük ve küçükbaş hayvanlarla
yaylaların yolları aşındırılır. Ve mısır, fasulye, patates, kabak benzeri
ürünlerin çapa işi başlar. Bölge bolca yağmur aldığı için tarlalarımızı otlar
sarar. Bu bakımdan üç kez çapa yapılırdı köyümüzde.”
“Ne güzel büyük dede,
şimdilerde ekin ekme, çapa yapma işleri artık tarihe karışmış köyümüzde. Millet
okumuş memur olmuş çoğunlukla. Farklı illere taşınmış. Şimdilerde köye sadece
yazın dinlenmek için dönüyorlar…”
“Tatlı kızım, biz
yıllarca kendimiz yetiştirdiğimiz ürünlerimizi. Unumuzu kendimiz öğüttük köy
değirmenlerinde. Evlerimize sadece gaz, tuz ve şeker alırdık. Kadınlarımız
örerdi eldiven ve çoraplarımızı. Maalesef tüketim toplumu olduk şimdilerde.
Evet, işlerin hangi
aylarda yapıldığını anlatıyordum.
“Biz işimize devam
edelim. Aman işler yarım kalmasın… Çapalar biter bu kez yukarı yaylaya, dağların
yücelerine göç başlar. Bu arada kısa bir süre dinlenmeye vakit bulurduk. Yukarı
yaylaya yerleştiğimiz sekiz-on gün içinde işleri bir tarafa bırakırız. Şimdiki yayla
festivalleri benzeri; üç gün davul-zurna eşliğinde her gün yaylaların farklı
mıntıkalarına gidip vur patlasın çal oynasın eğlenirdik. Kadınlar bir boy
erkekler bir boy yakın aralıklarla dağlara açılırdık. Çalgıcılar erkeklere ve
kadınlara ayrı ayrı çalıp eğlendirirlerdi.
Temmuz ayının ortalarında
tırpanlara sarılırdık. Temmuz ağustos ve de eylül ayları işlerin en civcivli
aylarıydı köylerimizde. Bu aylar içinde geceli gündüzlü, kadın erkek çayırdır,
tarladır hamamda terlercesine ter döker. Bir taraftan otlar kurutulup mereklere
(samanlığım yerel adı) taşınır. Bir taraftan biçilir arpa ve buğdaylar. Harman
yapılır. Günlerce dövenlerle ürünler tanelerinden ayıklanır.
Tahılları yıkar
kadınlarımız. Mısırların kesim işi yapılır eylül başlarında ve ayıklanması.
Değirmencilik işi en az bir hafta sürer.”
Dedemi uzum süre
konuşturmak olmaz. Hem dedemi azıcık dinlendirmek hem yeni sorular sormak için
söze girdim:
“Tatlı dedeciğim,
işlerinizin yoğun olduğu uzun yaz günlerinde işleriniz hiç aksamaz mıydı? İşleri
zamanında bitirmek adına başka neler yapardınız?”
“Yavrucuğum, işleri
yaparken gökyüzünü, bulutların hareketlerini gözlemlerdik. El açıp Allah’a
yalvarırdık. Aman havalar düzgün gitsin. Yağmur yağmasın diye. Köylünün her
dakikasının önemi var. İşleri bir saat aksatmak bir güne mal olur. Bir gün
zamanında yapılamayan işler bazen bir hafta ek çalışmaya neden olur. Biçili
çayırlarda çimenlerin kuruduğunda hemen toplanmazsa bir yağmur yağarsa sonra
bekle ki, hava düzelsin.
Çiftçinin karnını yarmışlar,
"kırk tane gelecek yıl" çıkmış. Derler kızım.
‘Çiftçinin yüzü hiç gülmez, dense
yeridir: Onun ürünü her türlü afete açıktır. Ya kuraklık olur ya da sel
baskını. Bunlar olmasa, ürününü tam olarak değerlendiremez. Oda hep gelecek
yıla ümit bağlar. Durum böyle sürüp gider.’ O bakımdan işlerimi hep
zamanında bitirmeye özen gösterdim.
Mısırlarla
ilgili çalışmaları bitirdiğimiz zaman yayla bozum günleri başlar. Koç katımı
yapılır. Artık günler kısalmış, havalar soğumaya başlamıştır. Kış odunu
tedariki derken az da olsa işler bitmiş olurdu. Genelde kasım ayı başlarında
sabahlara uyandığımız bir gün doğanın beyaz elbiselerini giydiğini kışın
geldiğini gözlerdik.
Ambarında
(kiler) yağı, peyniri, unu depolanmış, mereğinde otu samanı dolu olan bizlerin
günlerce yağan kardan borandan korkusu olmazdı.”
“Büyük
dedeciğim, akraba ve komşular arasındaki ilişkiler nasıldı gençlik
yıllarınızda?”
“Ah,
nerede o yıllar. İşlerden başımızı kaşıyacak zaman bulamazdık fakat yine de
mutluyduk. Komşular karşılıksız birbirimize yardım ederdik. Aramızda sürekli
bir dostluk havası vardı. Gösterişten, riyadan uzak yıllarca barış ve huzur
içinde yaşadık.
Son
olarak şunu söyleyebilirim, alın
terimizi akıtarak elde ettiğimiz kazancımızla yıllarca huzur içinde yaşadım.
Emeğe büyük saygı duydum. Alın teri dökerek kazanılan beş kuruşun haksız elde
edilen binlerden daha değerli olduğuna yaşayarak gördüm. Ömrümün son yıllarında
siz evlatlarımım başarılarını görmek en büyük mutluluk ve huzur kaynağım.”
“Sohbetimiz
çok güzeldi büyük dedeciğim. Sizin sohbetlerinizi dinlemek benim için kıymeti
ölçülemeyecek düzeyde bir yaşam dersi. Teşekkür ederim.”