Neyin farklı neyin farkındalık
çarkında ne gibi bir ölçüte denk düştüğünü bilmediğim… bildiğimle örtüşen ise
sadece hulasa bir boşluk. Özendiğim değil de özümsediğim belki de özrümü
kabahatimden büyük gösterdiğim…
Asla da göz ardı edemediklerim.
Külçe çeken kalbim belli ki
damarlarımda pompalanan kandan fazlasıdır kanadığım. Kandığımdan geçtim ya da
kandırıldığıma dem vurup bir suçlu aramaktan hele ki tek muvaffakiyetim bir
özür borçlu olduğum Tanrı ise.
Göstermelik bir sevinç de değil
üstlendiğim zaten üstelediğim ne kaldı geride? Önce yaş alıp yaşlarımı
görmezden gelenler sonra yaslandığım dağlardan bana yağan yaslar.
Kelime oyunlarını seviyorum aslında
kelimeleri seviyorum aslında yuvarladığım tüm nümerik göstergeyi somut bir
varlığa dönüştürmeyi sanırım matematiğin soyut evriminden çıkıp da yola edebi
mahiyette ebediyete yuvarladığım iç sesimin katmanlarında neye denk düştüğümü
tahmin edip bana boca edilenleri de biriktirdiğim o sulak araziyi seviyorum.
Kayıtlarda sürünen hatıralarım
aslında bilinçaltımı çözme özürlü olmayı unutup bilincimde yarattığım sayısız
tsunami ve bir edimde yoldan çıkıp tevafuk bildirgesi bir izlekte eşleştiğim
kayıp yarım bir o kadar ayıp bir sağduyu ne de olsa yoldan çıkmış o ışık
huzmesinde kendime yarattığım ışıldağın perspektifine buyur ettiklerim.
Zamanın sırdaşlığında aman vermekse kâinatın
devrelerine atıfta bulunup; sonra da son vermekse gelip geçici duygulara ben
baştan kaybettim hele ki dağ tepe aşıp ulaşmayı beceremediğim o vahada bir
kemirgen kadar duyarlı iken kemirilmeye müsait duygularımı, bir bir ben
eşelerken.
Vasıflarımdan yansıyan üç beş kelamda
söz birliği ettiklerim sonra da yandaş bilip içimin coğrafyasına buyur ettiğim
kalburüstü düşlerim.
Makul ölçülerde izah etmekse yürü ya
kulum, diyen eksenimde hala kayıp bir uydunun peşinde sonra da uydurduğum
masallara ben bile inanıyorum.
Pamuk ellerinde büyükannenin, derin
bir iç geçiren o küçük kız sanki efkârın baş yolcusu ve kötülüklerden dem vurup
geri durduğu sanırım eşleştiğim ilk ve tek masal kahramanı hele ki o kırmızı pelerinine
bir ölçüt getirmişken, komşumuz terzi teyzemin yufka yüreği kadar yumuşacık
ellerinde şekillenirken kırmızı paltom.
Nereden nereye?
Neyim değil de ne olacağım demeyi
asla unutma, diyen kaçıncı kişi idi kim bilir benim manevi teyzem ve ben tüm
afacanlığımla bir türlü rahat durmazken ve ellerinde iğne kâh batan kâh yere
düşüp kaybolan ve kıkır kıkır gülerken en sevecen bakışımla sıkılmaktan dem
vurup.
Hazırlık öğrencisiydim altı üstü ama
altı üstü yaramaz bir kız çocuğu. Büyük özenle seçmişti kumaşı annem ve
becerikli ellerine teslim etmişti tonton komşumuzun.
Sakın sormayın bana; nasıl şimdi diye
hele ki yatağına bağımlı, kalan ömründe beni her gördüğünde hala ilk aklına
düşen o kırmızı palto iken.
Ne ilginç hele ki bilincin
katmanlarında; yeni öğretiler ve yeni izlekler ilk unutulmaya aday lakin bir
asır evveli, tüm detayı ile hatırlanmakta ise.
Ve hala bana sorar da; okulun ve
derslerimin ne âlemde olduğunu sanırım büyümeme ket vuran en durağan ve en sert
mizaçlı sahne; ikimizin söz birlikteliği ettiği o sessizlik.
Sessizliğin damarlarında koşuşturan o
özlem belli ki eskiye dair bir iç geçiriş ve hala nasıl oluyor da kopamıyoruz
evveliyattan. Mazi demekten imtina ediyorum zira mazi dediğimde ilk aklıma ölüm
gelir.
Mazideki babam.
Mazideki öfkem.
Mazideki hayallerim.
Mazide hala yaşamayı beceren
hayaletler.
Maziden an’a ulaşamadığım belki de
an’da kayıtlı acıları yok sayıp yarını bile mimlerken anda koşutluk sadece
huzur benzeri bir duygunun arayışı iken.