Ülkelerin en önemli zenginlik kaynağı iyi yetişmiş, nitelikli
insan gücüdür. Yadsınamaz bir realitedir bu olgu. Yıkılan bir imparatorluğun
kalıntıları üzerine yeni bir devlet kurulduğunda halkımızın okuma-yazma
oranının çok yetersiz olduğu bilinir. Çift basamaklı sayılara erişmeyen bir
oran…
Genç
cumhuriyet Türk Kültürünü çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmayı hedeflemişti. Bunu
için yapılması gerekenler bilimsel yöntemlerle gün gün adım adım uygulandı.
Eğitim Birliği Kanunu ile işe başlanarak yurdun her köşesinde aynı amaç ve
ilkelerle eğitim-öğretim programları uygulandı. Tek kılavuz bilimdi, “Hayatta
en gerçekçi yol ilimdir fendir…” ilkesi
güvenli yol olarak kabul edilip takip edildi. Hayli de yol alındı bu uğurda.
Lakin yeterli değil kat edilen yol günümüz için!
Cumhuriyetin
ilanının 100. yılına yaklaştığımız bu yıllarda durumumuz nasıl? Çağı yakalayabildik
mi? Maalesef bu sorulara olumlu yanıt veremiyoruz. Öğrencilerimiz katıldıkları
çeşitli uluslararası yarışmalarda çok gerilerde kalıyorlar. Acı ama gerçek bu.
Cumhurbaşkanımız durumu: “Eğitim ve sanat alanında başarılı olamadık” diye
betimliyor. Peki, niçin başarılı olamadık? Nedenlerini irdelemeye çalışalım.
Sorunun
yanıtını bulmak için istihareye yatmaya hacet yok! Yanıt çok basit. Bir kere
gelişen çağa ve ülke gerçekleriyle örtüşen bir müfredat programı oluşturmadık
yıllarca. İktidar olan her parti kendi programı doğrultusunda müfredat programı
yapma çabası içine girdi. Milli Eğitim Bakanlarını farklı alanlardan seçildi.
Ve sık sık değiştirildi bu bakanlar. Değişen bakanlar sınav sistemlerini de sık
sık değiştirdi.
Öğrencilerimizi
dershaneciliğe ve test sınavlarına mahkûm ettik. Yeni kuşaklar, çocukluk ve ilk
gençlik yıllarını doya doya yaşayamadı. Kitap okumaya, sosyal etkinliklere
katılmaları olanaklı olmadı. Okul ve dershane arasında geçti en güzel günleri.
Oysa
okuyan, okuduğunu anlayan ve yorumlayan, olayları neden-sonuç ilişkileri
yönünden irdeleyen özgür düşünceli kuşaklar yetiştirmek çağı yakalamış
ülkelerin hedefi. Ülkede izlenen eğitim-öğretim politikalarıyla özgür düşünceli
kuşaklar yetiştirmek olası değil.
Çinli ozan Kuan-Tzu çağlar ötesinde neler
söylüyor. Bir bakalım:
“Bir yıl sonrasını
düşünüyorsan tohum ek
Ağaç dik on yıl sonrası ise
tasarladığın
Ama yüz yıl sonrası ise
düşündüğün halkı eğit.”
Ülke olarak ayakta
kalabilmek için özellikle eğitim-öğretim alanında yüz yıl sonrasını düşünerek
müfredat programlarımızı ona göre yapmak zorundayız. Tutulacak yol çok basit. Yeter
ki irade oluşsun. Şöyle ki:
Öncelikle eğitim-öğretim
alanında başarılı olan ülkelerin müfredat programları örnek alınıp bu
programlar ülke gerçekleriyle harmanlanıp etkili müfredat programları
oluşturulur. Programın elbette tüm ulusu
kucaklayan ulusal değerlere ve çıkarlara azami uygun olması hususu gözden
kaçırılmaz. Ve işin en püf noktası müfredatı işin uzmanı tarafsız bilim
insanlarına yaptırılması çok önemli.
İşin bir diğer boyutu elbette müfredatları
uygulayacak öğretmenleri donanımlı yetiştirmek. Ülke ihtiyacı kadar öğretmen
yetiştirecek Eğitim fakülteleri açmak ve bu okulları en iyi şekilde donatmak
gerekir. Öğretmenlerin bilime inanan, özgüveni tam olarak çalışmalarının önü
açılmalı. Esen rüzgâra göre yön değiştirmek zorunda bırakılmamalı yeni
kuşakları yetiştirecek öğretmenler.
Şimdi yeni kuşakları
yetiştiren paydaşların çalışmaları yöntemlerini irdeleyelim sırasıyla.
Öncelikle toplumun en küçük birimi ailedir. Ailede anne ilk öğretmendir. Ağaç
yaş iken eğilir demiş atalarımız. Çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırmada ilk
görev annelere düşer. Hatta çocuk anne karnında iken ona kitap okunabileceği
bile savlanmaktadır. Bu bakımdan anne bir taraftan bebeğine ninni söylerken
daha sonra uyuturken kitap okumalı.
Çocuk evde anne-babayı
okulda öğretmenleri rol model olarak alır. Aile içinde kitap okuma, okuma
saatleri düzenleme anne-babanın ömür boyu vaz geçilmezi olmadır. Entelektüel
bireyler televizyonu “aptal kutusu” diye adlandırıyorlar. Ülkemizde maalesef
düzeysiz diziler… halkımızın müptelası olduğu programlar olmaktadır. Televizyon
izlemek yerine kitap okuma alışkanlığı toplumun her kesime aşılanmalıdır.
Toplum olarak aşırı
tüketim toplumu olduk. Piyasalarımızı ithal mallar işgal etmiş durumda. Ürettiğimizden kat kat fazla harcıyoruz.
Çocuklarımızın ellerinde telefonlar. Sokakta bile telefonlara dalıp gitmişler
halleri hüzün verici. Avusturya’dan gelen bir öğrencim söylemişti. “Babam on
yedi yaşıma geldiğimde bana telefon alacak.” Bizim çocuklarımızın çoğu telefon
bağımlısı.
Çocuklarımızın rol
modelleri okulda öğretmenlerdir. Öğretmenlerimiz arasında düzenli okuma
alışkanlığı olanlar var. Fakat genelde öğretmenlerimiz az okuyorlar. İdealist
öğretmenin elinin altında sürekli mesleki ve genel kültür kitapları olmalı.
Sınıfta masasında kitaplar bulundurmalı. Türkçe derslerine öyküler, şiirler,
masallar okuyarak başlamalı. Sınıfça halk kütüphanelerine, kitap fuarlarına
geziler düzenlemeli. Öğrencilerini okumayı, kitapsever olarak yetiştirmeli.
Sözün özü yediden yetmişe
okuyan ve üreten bir toplum olma yoluna acilen girmeliyiz. Ancak okuyan aydınlanan bireyler yurttaş olma
bilincine ererler. Yurttaş olma bilincine kavuşan bireyler iradesini
başkalarına teslim etmez. Emeğe saygı duyar, tüketici değil üretici ve
paylaşımcı olur. Aydın yurttaşların oluşturduğu toplumlar bir arada barış
içinde yaşama olgunluğunu gösterirler.
Bu yazıyı ilçemizde
karşılaştığım ortaokul ve lise öğrencileriyle yaptığım sohbetler başımı
ağrıttığı için yazdım. Çocuklarımızın büyük çoğunluğu İlçe Halk Kütüphanesini
bilmiyor! Kütüphaneye üye olan ise hiç yok!