YAŞLILAR TUTUK-EVİ…(1)
Bakışları hep aynı noktaya takılı kalmıştı. Öylece kımıldamadan, yüzündeki
donuk ifadeyle pencereden bakmaktaydı. Yaşının 70, ya da 80 olduğunu tahmin
ettiğim yaşlı kadını o an, incelemeye koyuldum.
Yüzündeki derin oluklar, her iki yanağının dudak kenarından çenesine doğru iki
nehir halinde uzanmaktaydı. Aynı benzer derin çizikler dudaklarını da
çevrelemişti. Dikine taranmış teraslı topraklar gibi ince ince aşağılara doğru
uzanmaktaydı. Üç derin çizgi de alnındaydı. Elmacık kemiklerinin üzerindeki
ince deri pembemsiydi. Yaşlı kadın, pamuk renkli saçlarını başının arkasına
tarayıp ensesinde küçük bir topuz halinde toplamıştı.Kulaklarında beyaz inci
küpelerle oldukça zarifti.
Pencere kenarındaydı. Üzerinde yakası ve kolları beyaz biyeli siyah bir elbise
giyinmişti. Sade ve çok şıktı. Sanki birini bekler gibi sıkıntılıydı. Öylece
kıpırtısız oturuşu dikkatimi çekmişti. İçeriyle hiç alakalı değildi. Dışarıdaki
hava güz mevsimini muştular derecesinde kapalıydı. Sağanak halinde yağan
yağmura gök gürültüsü eşlik etmekteydi. Yağmur kesintisiz son hızıyla devam
etmekteydi.
Pencere kenarında küçük vazoda iki kırmızı, bir pembe olmak üzere üç karanfil
vardı. Acaba hangi ziyaretçi, kime getirmişti o karanfilleri?
Gördüğüm öyle güzel bir kareydi ki...
Pamuk saçlı kadının bakışlarının rotasını takip etti gözlerim. Onun görünmez
izlerinde yol alırken bakışlarım, az ilerideki yolcu terminaline takılınca
ürpermişti yüreğim. Pamuk saçlı kadın, demek birini bekliyordu. O an bir sesle
sıçramıştım yerimden;
" Boşuna vakit kaybetmeyin. O kadın tırlatmış. Tam 5 gündür hep orada.
Galiba geçmişe daldı yine. Haydi, gelin çayımızı soğutmadan içelim."
Yanıma gelen kişi huzurevinin yöneticisiydi.
"Acaba kimi bekliyor?"
Fısıltım dudaklarımdan yüksek çıkmıştı ki yanıt buldu:
"Kimi kimsesi yok ki... Bir kızı vardı. O da yok artık... Beklediği inle
cin olmalı..."
Müdüre hanımın esprisi hiç de hoş değildi. Röportaj için geldiğim huzurevinde
düşüncelerimi açıp işimi bulandırmak istemiyordum.
"Belki de kızını bekliyordur…" diye tamamladım yarım kalan cümlemi.
Bakışlarımdaki şaşkınlığı yakalayan kadın gülerek yanıt verdi.
" Ölmüş kızını mı? Ha ha ha… Size anlatmaya çalıştım ya az önce...”
Müdüre Hanımın ne demek istediğini o an kavramakta zorluk çekmekteydim. Üstüne
basa basa sordum:
“Bana anlatmak istediğiniz neydi ki?”
Kuru kemikli elleriyle dirseğimden yukarısını sıkıca tutup beni kendisine doğru
sürükledi:
“ Dedim ya... belki de in cin bekliyordur, diye... Öldü onun kızı öldü, anlıyor
musunuz? Bırakın o moruğu şimdi. Haydi, gelin çaylarımızı soğutmayalım…"
İçimden 'la havleler ' çekiyordum. İnsan denen varlığın, bir diğer insana
verdiği acı, doğadaki en vahşi hayvanın keskin dişlerinden bile daha acı
vericiydi.
Duymak istemediğim yanıtı alırken çok sarsılmıştım:
" Adı Mesude... Beş gün önce ölen kızının vasiyetini noter gelip okuduktan
sonra her gün o pencereden saatlerce ayrılmaz."
Müdüre hanımdan bu sözleri duyar duymaz yüreğimdeki üşümeler, aşağılara doğru
kaydı. Aynı ürperti bedenimin tüm hücrelerine yayılmıştı. Hani soğuk alırsınız
da her yanınız kırılır, ateş öncesi üşürsünüz ya, ben işte aynı öyleydim.
Hikâyenin devamını dinlemek üzere müdüre hanımın odasına ayaklarım titreyerek
gidiyordu.
Emine Pişiren/ Kocaeli-2017