Âdem dolaptan bir elma ve üç erik alıp musluğun altına tutup iyice yıkadı. Meyve tabağını göbeğinin üstüne oturtup divana uzandı. Televizyonu açtı, elleri henüz meyve ıslağı olmadan uzaktan kumanda ile kanallara bir göz attı. Belgesel yok, tartışma yok, dağ bayır bir macera filmi de yok; içinde insan gerçeği olan sıkıcı bir aşk filmine bile razıydı; ya da bir maç olsaydı bari? Canlı ve iddialı bir maç olmayınca futbolu da çekemezdi aslında. İşte bir korku filmi; iblisler, vampirler, cadılar hepsi bir arada. Çirkin cadı adamı ağına düşürmek için onun en arzuladığı kadın tipine girip ıssız bir yolda karşısına çıkıyor. Adamın arabası bozulmuş, kasabaya kadar yürüyecek; gecenin yarısı, puslu orman yolunda ve dolunay yürüyor ağaçların dallarında... 

“Bu filmde kesin sıkı bir seks sahnesi de vardır. Madem büyüyle güzel bir kadın olabiliyorlar, neden hep öyle kalmazlar ki bu cadılar?" diye düşündü elmasını soyarken ve güldü filmi ciddiye alan salaklığına. Gülerken göbeğinin üstünde hoplayan meyve tabağını tuttu ve kendi kendine söylenmeye başladı...

-"Ben de mi aptallaşmaya başladım nedir! Sanki cadılar varmış, ya da var olabilirlermiş gibi soruyorum. Ninem de anlatırdı bu cadı hikâyelerini: Daha başağa bile durmadan ekinleri kavurup yatıran kurak bir yaz gecesi cadılar köyün karşı tepesinde toplanmışlar. Yüzyılda bir gün toplanırlarmış, o yüzyılın bir günü işte o günmüş. Kazanların altına yaktıkları ateşler öyle büyükmüş ki horozlar güneş doğdu sanıp ötmeye başlamışlar. Cadı kazanlarının dibi çivili olurmuş; önceden kaçırıp muma sardıkları yaramaz çocukları diri diri çivili kazanlara atıp haşlama yaparlarmış. “Niye muma sarıyorlar ki? Mum ne işe yarıyor nine?” diye sorduğumda, çok önemli bir sır verecekmiş gibi kulağıma eğilerek, “Büyük ayine kadar bozulmasınlar diye çocukları muma sararlarmış” derdi.

Çocukken bizi hep korkuturlardı… "Yalan söyleme, çarpılırsın" derler, bir de üstüne ekmek musaf öptürürlerdi. Gerçi gene de yalan söylerdik ama ne zaman çarpılacağız diye de ödümüz kopardı. Kaldırımlara yatıp dilenen sakatlara sadaka verirken, "bak işte böyle olursun" derlerdi. Büyüdükçe gördük ki bütün aramalarımıza rağmen etrafta yalandan, yaramazlıktan, hatta hırsızlıktan çarpılan kimse yoktu. Polislerin yakaladığı hırsızlar dipdiriydi. Uslu durursam tatilde beni yeni urbalarla giydirip köye göndereceğini söyleyen annem, tatil gelende köye göndermesi bir yana, oyunu bırakıp çeşmeden su getirmedim diye eşek sudan dönünceye kadar dövdü de çarpılmadı maşallah. Çocukluk öcülerinden kurtuldum derken bu kez de ergenlik öcüsü dikilmişti karşıma. Annem iki günde bir tembihlerdi, "Aman oğlum sakın ha yıkanmazlık etme; şeytan rüyana kadın kılığında girer seni cenabet edip ruhunu yutar." Hani bari sıcak su ve banyo olsaydı! Tuvalette yıkanırdık. Ah anam babam ah! Neden yalan söylediniz? Neden yıllarca her an çarpılacağım diye korku içinde beklettiniz beni? Şimdiki korku filmleri nedir ki, ne zaman çarpacak diye beklemiş olduğum öcülerin yanında...
 
Âdem kanallar arasında gezinerek gece yarısını buldu. Sonunda uyku gözlerine basmıştı; televizyonu kapatıp üstüne koltuk örtüsünü çekerek kıvrılıp yattı. Soyunmaya bile üşenmişti. Sabahleyin yüzünü yalayan kaygan ve ılık bir dokunuşla irkildi. Gözleri fal taşı gibi açıldı ve doğrulurken Köpüş’le burun buruna çarpıştı.

-Hav hav!
-Hay Allah seni ne etsin! Cadı dili sandım. Nereden girdin sen? Kapıyı nasıl açtın? Tabi ya, unuttuk; kilidin dili yalamaydı zaten. Çabuk laubali oldun bakıyorum, geç yerine hadi! Ama dur hele, belki ihtiyaç gezisine çıkmak istiyorsundur; konuşacak değilsin ya!

Âdem gerinerek doğrulur. Banyoya geçip yüzüne iki avuç su çarpar. Köpüş'ü alıp yürüyüşe çıkar. Güzel bir gün olacağa benziyordu. Güneşli ve az bulutlu. Az ileride kaldırım kıyısındaki küçük su birikintisinde serçeler vıcır vıcır yıkanıyorlardı. Köpüş o yana bir hamle yapıp kuşları kovalamak istedi, ama tasmanın zinciri onu geriye çekti. "Hav, hav!", "Yok öyle ona buna sataşmak" dedi Âdem.

Genetik korkuların deneyimi ile öğrenilmiş yakalanma içgüdüsünün mesafesine Âdem ile köpeği girdiğinde serçeler hep birden pırlayıp akasya ağacına kondular. Köpüş de aynı ağacı koklayarak çevresinde dolandıktan sonra bacağını kaldırıp çişini yaptı. Öyle koku sindirmek için bir iki atım değil, epeyce yaptı. Akasyanın dallarına dizilen serçeler ona aldırmadan 'vırç vıcır' ötüşüyor ve ıslak tüylerini gagalarıyla didikleyerek kabartıyorlardı. Köpüş serçelerin öcüsüydü; fakat gerçekti. Benim öcülerimse büyüklerin terbiye cehaletiydi…

-Yahu sahiden de sıkışmışsın be Köpüş; dönüşte güzel bir kahvaltı yapalım. Bugün ben ne yersem aynısından sana da vereceğim.  

Sabahın taze havasında 
Kahvaltıda sucuklu yumurta 
Çay da mis gibi demlenmiş 
İşte sana iyi bir başlangıç
*
İki haftalık birliktelikten sonra Âdem “Köpüş” diye seslenince karabaş kafasını kaldırıp dikkat kesilmeye başladı. Bundan sonra, “gel”, “git”, “otur” gibi basit komutları öğretmeliydi artık; ama her şeyden daha önce veterinere götürüp bakımını ve aşılarını yaptırmalıydı. O gün bugüne gelmişti işte.

-Köpüş, bak senin doktorun dükkânı tam karşıda. "SEVGİ VETERİNERLİK". Altında ne yazıyor, buradan okuyamadım. Bensiz şehirde dolaşırsan arabalara dikkat et; yeşil yanmadan karşıya geçme. İnsanlara bakarsın; onlar yürüyünce sen de onlarla geçersin, tamam mı?

Kırmızı yanarken bir adam ve bir kadın arabaların arasından zikzaklar çizerek karşıya geçtiler.

-Boş ver, unut dediklerimi; sen kafana göre takıl. İnsanları taklit edersen kesin çiğnenirsin. Yeşil ne için kırmızı ne için öğrenemesen de yol boş mudur, güvenli midir diye bakarsın artık. Hareketli nesnelere karşı korunma içgüdüsü yani. Hadi geçiyoruz.
 
Karşıya geçince adam kafasını kaldırıp tabelayı okur, "Sevgi Veterinerlik”, altında “Vet. Sevgi Dostelli"  yazıyordu. Kadın ismine göre meslek seçmiş sanki.

Köpüş veterinerde muayene sırası bekletilen kedilerin kokusunu alınca tasmasına abanıp havlamaya başladı. Âdem Köpüş’ün kulağına sıkı bir fiske vurarak, “sus bakim!” dedi. Köpüş sahibinin bacakları arasına sinip sustu. Ne bulduysa takıp takıştırmış genç bir kadının kucağındaki fino efelenip havlamaya başladı. Genç kadın, “Korktun mu, Leyloşum” diyerek köpeğini ağzından öptü. Bir adam ve bir kadın kedilerini getirmişti. Kediler kafeslerinin içinde tedirgin, kocaman açılmış gözlerle dışarıyı kolluyorlardı.
 
Sırası gelince köpeğinin aşılarını yaptıran ve bakımı için gerekli bilgileri alan Âdem dışarı çıkınca Köpüş’e bakarak hayıflanır.

-Çocuklarımıza da size gösterdiğimiz özenle bakabilseydik şimdi daha mutlu bir dünyamız olurdu. Aslında çocuklarımıza görüntüde yeterinden bile çok özen gösteriyoruz da, galiba yeteri kadar sevgi veremiyoruz. En güzel giysilerle, en iyi okullara göndermek ve en pahalı gıdalarla beslemek için çırpınırız da, kaçımız çocuğunu sümüklü burnundan öpmüştür ki? Gördün di mi? Kadın finosunu salyalı ağzından öpüyordu.

Sen de pire torbasına dönmüşsün be Köpüş; eve dönünce kaçarı yok seni ilaçlayacağız. İyi ki sabahleyin yıkamışım seni; yoksa pis kokunla utandırırdın beni. Evde karnını sabunlarken huysuzlaşmıştın; fakat veteriner hanım oranı buranı mıncıklarken yayılıverdin; bak bu sefer yıkanırken uslu durmazsan çarparım tokadı, ona göre. İyi ki o kalın eldivenleri giymeyi akıl etmiştim; çeneni biraz daha sıksan onları da parçalayacaktın ya! Bu sefer seni tahta fırçasıyla yıkayıp ilaçlayacağım. Hırlama koçum, şaka yaptık!
*
Âdem günlerini yiyip içip, kitap okuyarak ve okuduklarını düşünerek geçiriyordu. Kış bitmiş bahar da bitmek üzereydi. En son Hamsun’un Göçebe romanını bitirmiş, J. J. Rousseau’nın İtirafları’nı yeniden okumaya başlamıştı. Köpeğiyle gezerken, küçük bir kâğıda yazıp cebine koyduğu herhangi bir şiirini kafasında yeniden oluşturuyordu.

Yaşanacaksa bir umut ileri
Yolları hayallere kadar yürütmeli

Ancak son günlerde beyninde bir tıkanıklık oluşmuştu. Israrlı bir takınç ile “yollarda mı yürümeli, yoksa yolları yürütmeli mi?” diye soruyordu. Âdem bu son şiirini tekrarlayarak sabahtan akşama kadar köpeğiyle dolaşıyor, fakat değiştiremeden evine dönüyordu. Başka bir şey düşünemez olmuştu. Herkesle selamlaşıp geçiyor, bir küçük sohbetin özlemiyle bile dikilip oyalanmıyordu. Bırakın yeme içme gibi gündelik giden işleri, güncel dünya olayları bile ilgisini çekmiyordu. Ne şiirlerini yazmaktan, ne de müzik dinlemekten zevk alıyordu. Hele bir kitap açıp okumaya hiç hevesi kalmamıştı. Yokmuş gibi yaşıyordu. Etrafındaki dünya zevklerinin dibinde bir tortu gibi yayılıp kalmıştı. Aslında kendini içindeki bulanıklıktan çıkarmak için yapması gerekeni biliyordu. Bir sabah evden çıkacak ve akşam olanda geri dönmeyecekti. Kendini yollara atacak olan barutu ateşlemek için yola kararlı bir adımla basması yetecekti. Barut hazırdı; ateşleyici adımın yere basmadan önceki havayı kesen sesini hissedebiliyordu. Yiyeceklerini bile günlük tüketimi kadar almaya başlamıştı. Bir sabah ansızın gidebilirdi. Bir akşam ansızın kararını verdi ve yazdı…

Yolları hayallere kadar yürütmeli
Ve aşkın geçtiği her yola bir kırmızı gül dikmeli…

 Tüm duygu hücrelerini yenileyip değişerek doğal özüne ermek ve ona özgür benliğini hediye etmek için sabırsızlanıyordu. Bir Buda, bir peygamber, bir ermiş gibi kendini aylar yıllarca kapatıp sonunda kozasından yepyeni biri olarak çıkamayacağını anlamıştı.

Artık zamanıydı; yol hazırlıklarını bitirmeliydi.
O gece oturup bir liste çıkardı.
Uyku tulumu
İki kişilik çadır (havadar olsun diye)
Sırt çantası
Kap kacak
Gerekli giyim kuşam
İlk yardım kutusu ve iğne ipliğe kadar yaşamdan ıvır zıvırlar…
 
Çok işlevli bir çakısı vardı. Uygun giysiler, özellikle ayağına rahat ve sağlam bir çift bot ve pamuklu çoraplar almalıydı. Bir de yağmurluk isterdi. Ertesi sabah alışverişe çıkma kararı aldı ve saati erken kalkmaya kurdu.
*
Kalktığında ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Çabucak hazırladı kahvaltıyı. Hemen peynirli iki yumurta pişirdi sahanda ve büyük fincan kahve eritti kaynamış suda.

-Bu sabah gezintimizi kısa tutacağız, Köpüş. Biraz dolaştıktan sonra seni bahçeye bağlayacağım. Uslu uslu beni bekleyeceksin. Ben bugün yol hazırlığı yapacağım. Sana da minik bir çadır mı yaptırsam, yoksa birlikte mi yatsak? Yıkanmayınca sen fena kokarsın. Boş versene, bir de senin çadırı mı taşıyacağım; sen yatarsın çadırın önünde, yıldızların altında.
*
Beykoz iskelesinde Yeniköy dolmuş motoru kalkmak üzereydi. İskele çımacısı halatları çözerken küpeşteye ancak atlayabildi. Gerisini Âdem'in ağzından duyalım.

"Deniz motoruyla Yeniköy’e geçmenin en keyifli yanı, kıçtaki tahta sıralara oturup su seviyesinden her bir yana bakış ile Boğaz güzelliğinin seyridir. Uzaklaşan yalılar, yaklaşan dev gemiler, uzaklaşırken küçülen gemiler ve karşı kıyıya yaklaşırken dantel gibi açılan yalılar…

Karşımda şişman bir kadın Anadolu bereket tanrıçası gibi kurumla oturmaktaydı. Kadının saç topuzundaki kertenkele biçimli toka ne kadar da gerçek gibiydi. Yanımdaki kadının çocuğu, “anne kertenkeleye bak!” deyince çok kısa bir dikkat sessizliğinin ardından kadınların hepsi çığlık çığlığa ayağa kalktılar; motor sallanmaya başladı. Saç tokası sandığım şey meğer kertenkeleymiş. Ne işi vardı kadının saç topuzunda? Belki kertenkele bile dayanamamıştı Boğaz’ın muhteşem seyrine… Makinist motoru durdurdu, başladık kadının saçından düşen kertenkeleyi aramaya. İş olsun bizimkisi; sinmiştir bir küçük aralığa, bulunur mu kertenkele? Döşemeleri mi sökelim yani. Yeniden hareket ettik, herkes tedirgin oturuyor sağını solunu kolluyordu. Sanki zehirli, sanki bizi yutup yiyebilirmiş gibi tetikte oturuyordu herkes. İskelede motordan inerken hepimizi bir gülme nöbeti sardı ki sormayın; Beykoz’a geçmek için bekleyen yolcular şaşkın kısık gözleriyle ağızları açık bize bakıyorlardı.

Yeniköy’den Eminönü otobüsüne bindim. Karaköy Tophane caddesinde indim. Karaköy’e doğru yürüdüm. Kamp malzemelerimi bir iki dükkâna uğrayarak kolayca tamamladım. Mahmutpaşa’dan kendime bir de avcı yeleği aldım; şimdi Eminönü iskelesinde Üsküdar vapurunu beklemekteyim. Hava çiselemeye başladı; hafif bir lodos esiyor. Bulutların arasından çıkıveren güneşe serilen seyrek yağmur damlaları simit camekânlarında boncuklanmakta; serpinti damlaları insanların saçlarında ve kirpiklerinde pırlanta tanecikleri gibi parıldıyordu. Vapur yanaştı ve yolcularını boşalttı. Bekleme salonunun kapıları açıldı ve yolcular yer kapmak için vapura hücum ettiler. Bense, ruhumu denizden esen iyot kokulu serinliğe asıp sırtında kamp çantası taşıyan bedenimi kalabalığın akışına bırakmıştım.

Doğruca burundaki yanları açık güverteye çıktım. Birçok insan ıslanan saçlarından, yakalarından içeri koyunlarına kayan yağmurdan rahatsız olmuştu. Mendilleriyle saçlarını ve yüzlerini kurularken suratlarını asıyorlardı. Benim keyfim yerindeydi doğrusu; bir de karşımda fındık yiyen adamın keyfi kaçmamıştı. Liflenmiş hasır şapkası, kravatsız yakası, ütüsüz pantolonu, kütleşmiş tırnakları ve gün yanığı suratından anlaşılacağı üzere, ekmeğini ya topraktan ya da denizden çıkartan orta yaşlarında sağlam yapılı bir adamdı. Karşımda oturmuş kabuklu fındık yiyordu. Fındıkları dişleriyle çatır çutur kırıyor, ayıklıyor ve kabuklarını yanındaki çöp kutusuna atıyordu. Fındıkları yerken bir yandan da karısıyla hoş sohbet ediyordu. Ayıkladığı fındıkları uzatırken, “Bendeki dişler sana da yeter hanım” diyordu. Konuşurken çiğnediği fındıklar her an ağzından püskürecek gibi avurtları şişiyor, gene de bir tek kırıntı veya bir zerre tükürük çıkmıyordu. Hem dili hem dişleri ustalıklı bir uyum içinde işliyor ve arada ayıkladığı fındıkları karısına uzatırken gözlerinin içi gülüyordu. Dikkat çekmeden izlemeye çalışıyordum amcayı amma farkına varmış olmalı ki bir avuç fındık ikram etti bana. “Fındık sağlık küpüdür; ama en baba sağlık Kızkulesi’ndeki prensesle birlikte fındık yemektir” dedi. Konuşurken öyle candan ve babacandı ki, onu gözlerken yakalanmanın yüzüme vuran kızartısı çabucak geçiverdi. Hatta nükteli sandığım bir cevap bile yetiştirdim.

“Bir tanecik Kızkule’miz var; herkese yeter mi amca?” diye sordum, “O İstanbul’a ait. Herkes prensesini zaten kendi kız kulesinde ağırlamalı” dedi… Sade fakat derin felsefe…

-Herkes gönül denizine kendi Kız Kulesi’ni yapmalı.
-Tamam, o zaman fındık ve aşk ikilisi sağlığın garantisi…
-Yüzde 90!
-Yüzde ona ne olmuş?
-Arada bazı fındıklar kurtlu çıkabiliyor…

Söylediğine benden önce kendi başladı gülmeye. Gülmesi geçince, “Kusura bakma genç, bu nükteli lâfımı ilk kez duydum da!” dedi ve gene güldü. Vapur Üsküdar’a yanaşıyordu. “Hoşça kal genç adam!” diyerek kalktı ve hanımını koluna takarak alt kata inen merdivenlere yöneldi.
***
Muharrem Soyek
( Yolları Yürütmeli başlıklı yazı M. Soyek tarafından 12.11.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.