Nazım’ın dediği gibi bu memleket bizim.

         “Dörtnala gelip Uzak Asya'dan

         Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan

         bu memleket, bizim.”

 

            1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu toprakları biz Türklere açıldı. Büyük Selçuklu, Anadolu Selçukluları derken bu topraklara hâkim olduk. Köse Dağ Savaşı’nın Moğollara kaybedilmesi sonucu belirsizlikler yaşansa da daha sonra giderek Anadolu’ya hâkim olduk.  Osmanlı Devleti tarih sahnesine çıktı.

 

            Osmanlı Devleti, zamanla büyüdü, güçlendi. Osmanlılar, klasik söyleyişle ceddimiz, üç kıtada at oynattı. Kanuni Sultan Süleyman ünlü mektubuyla realiteye parmak basıyordu:

 

            “….  Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Azerbaycan'ın ve Şam'ın ve Halep'in ve Mısır'ın ve Mekke'nin ve Medine'nin Ve Kudüs'ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen'in ve nice memleketlerin”  

 

              Nice memleketlerin hükümranı olduk diyerek; çağının yenilmez armadası olduğunu öz güven içinde belirtiyordu. Osmanlı Devleti kuruluş ve yükseliş dönemlerinde çağdaşlarına göre bilimde, sanatta, mimari ve teknikte çok ileri düzeyde idi.

 

            Ne yazık ki, dedelerimiz bu üstünlüklerini uzun süre sürdüremediler. 2. Viyana Bozgunundan sonra tarih sahnesinde Osmanlıların adı hep yenilgiler ve toprak kayıplarıyla anılır oldu. Keşifler sayesinde batılılar yeni kıtalar keşfetti. Keşfedilen bakir toprakların zenginlik kaynaklarını kendi ülkelerine taşıdılar. Rönesans ve reform hareketleri, matbaanın icadı derken batı sanayi devrimi yaşadı. Bilimde teknikte özellikle de askeri alanda büyük ilerlemeler kaydetti.

 

            Osmanlı tüm bu ve benzeri uygulamalardan bigâne kaldı. Geniş topraklarını korumak amacıyla girmek zorunda kaldığı savaşları kaybetti. Toprakları adım adım adım elinden çıktı. Duraklamayı, gerilemeyi engellemek bağlamında yapılan çalışmalarda başarı sağlanamadı.

 

         En son girmek zorunda kaldığımız 1. Dünya Savaşı’ndan da yenik çıktık. Savaş sonunda imzalanan mütareke ve anlaşma ile son vatan parçası Anadolu’muz da işgale uğradı. Altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu resmen yıkıldı. Başkent İstanbul işgale uğradı…

 

Ve bu işgallere karşı Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir… gibi büyük liderlerin önderliğinde yapılan Ulusal Kurtuluş Savaşı ile anavatan toprakları kurtarılarak yıkılan İmparatorluğun külleri üzerine yeni bir devlet kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti…

 

Atatürk liderliğinde kurulan genç cumhuriyet kurulduğunda ülke nüfusu on milyondan biraz fazlaydı. İnsanımız hastalık, savaş yorgunu, fakirlik ve cehalet içindeydi. Kısaca uygarlık yarışında çok ama çok gerilerde kalmıştık.

 

Uygar dünyayla arayı kapatmak, gelişip kalkınmak için büyük bir seferberlik başlatıldı. Devrimler başarıldı. Örneğin halkın okuyup aydınlanması için Eğitim Birliği ( Tevhidi Tedrisat) Kanunu çıkarılarak kadın-erkek tüm vatandaşların zorunlu olarak okula gitmesinin yolu açıldı.

 

Avrupalılar,  Otuz Yıl, Yüz Yıl savaşları yaparak kendi aralarındaki mezhep anlaşmazlıklarını çözmeye çalıştılar. Kanlı savaşlarla olumlu sonuca ulaşılmadı. Sorunun çözümü olarak inanç olgusunun bireyle Allah arasında olan bir akit olduğu gerçeğine varıp laiklik denen bir anlayışı yaşamlarına kattılar.  Genç cumhuriyet de aynı amaçla laiklik ilkesini benimseyerek ülkemizde mezhep ve farklı inançtaki insanların inançlarını özgürce yaşamalarının yolunu açmak istedi.

 

İşte işin püf noktası burası olsa gerek. Yıllarca halkımızın temiz inançlarını sömüren softa gericiler laikliği din düşmanlığı olarak algıladılar. Çünkü cumhuriyetin aydınlanmacı ışığı kendi karanlık çıkarlarına set çekiyordu. Çağdaş uygarlık yolunda yürüyen cumhuriyetin çarklarına çomak sokmak gerekirdi kişisel çıkarları zedelenenlerce.

 

İşte bu amaçla birleşti karanlık düşünceli Derviş Mehmet ve arkadaşları. 23 Aralık 1930 yılında Menemen’de devlete, cumhuriyete isyan bayrağı açıp şeriat isteriz diye halkı galeyana getirdiler. Olayı engellemek isteyen Mustafa Fehmi Kubilay ile bekçi Hasan ve Hüseyin’i şehit ettiler. Acı olaylar yaşandı. Kubilay ve arkadaşları genç cumhuriyet fidanının kanlarıyla sulayarak bugün al bayrak altında özgür yurttaşlar olarak yaşamamıza olanak sağladılar. “İnandılar, düşündüler, öldüler.”

 

Bu gün Lozan Antlaşması’ndan bu yana ülkemizde toprak kaybına uğramadan özgür yurttaşlar olarak yaşıyoruz. Batıların yüz yıllar içinde kaydettiği ilerlemeleri bizler daha kısa zaman süresi içinde başardık. Demokrasiyi daha da güçlendirip, laik yaşam biçimini içselleştirdiğimizde daha da güçleneceğiz.

 

Şöyle bir beyin jimnastiği yapalım. Cumhuriyetin yaşamasına kast ederek Kubilay ve arkadaşlarını şehir eden Derviş Mehmet’in İslam dünyasında adalet sembolü Hz. Ömer’i şehit eden Ebu Lü’lü Firuz’dan farkı nedir! Ya da Hz. Ali’nin katili İbn Mülzem’in kara zihniyeti ile Derviş Mehmet’in ki, aynı değil mi? Tarihte hak ve adalet düşmanları ne kadar çok! Sırf kişisel çıkarları için giriştikleri hain ve acımasız eylemleri kim affedebilir! Hz. Hüseyin’i şehit eden zihniyeti nasıl değerlendirelim!

 

İhanetler biter mi? Daha dün yaşadık ulusça büyük kâbusu! Ne acıdır! Hainlerin sinsice aramıza girip din kisvesine bürünerek masum insanlarımıza saldırısını yaşadık. 15 Temmuz kalkışmasına kalkanlar devletimize, cumhuriyetimize, bağımsızlığımıza kast etmek için yola çıktılar.

 

Türkiye Cumhuriyetini yıkmaya çalışanlarla yapılan mücadelede başta Kubilay ve arkadaşları olmak üzere, 15 Temmuz kalkışmasında ve ayrıca ayrılıkçılarla yapılan mücadelelerde şehadet şerbetini içip şehit olanları bir kez daha saygıyla anmak her Türk’ün insanlık görevidir.

 

 Bizler Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında olduğu gibi birlik beraberlik duygusunu en üst düzeye çıkarabilirsek çağdaş uygarlık düzeyine yürüme azmimizi hiçbir güç engelleyemez. Tek bir şeye ihtiyacımız var: Bir birlerimizin fikirlerine saygı göstermek ve bizleri birbirine bağlayan bağlara daha sıkı sarılmak…

 

 

 

 

 

 

   

 

 

         

( Cumhuriyet Fidanını Kanlarıyla Suluyanlar, Kubilay Olayı başlıklı yazı sahara tarafından 23.12.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.