Geçmişin tozundan arınmak adına, dünleri ıslıklayan bir yürek ritmi ile müdahil olmak hayata sonra da gecenin ferine yenik düşen bir batıl yörünge…

 

İstiflenen de fazlası aslında zanların muhbir bellendiği; insanların kinayeye doymadığı ki atıl bir yürek daha eklenirken zamana ve uzay boşluğuna, bir terennüm daha yitip gidiyor belki de dengini arayan mutluluğa özlem sonra da sarkacını yitirdiğimiz bir döngüde rahmeti kucaklamak adına boş inançların sahibi ketum varlıklardan nasiplendiğimize dair bin bir güçlükle sahip çıktığımız aslımız belki de aslımızı yitirmekten imtina ettiğimiz asılsız bir düş gücü.

 

Kırıkları taşıyor fazlalık bildiğimiz ne ise. Hoyrat ve muğlâk yörüngeler bazen karınca adımlarıyla sahipleniyor kötüyü.

 

Şirret taarruzuna muhatap olmaksa zulmün, adil düzene de bir uyarı niteliğinde.

 

Yorgun ve perdeli gözler belki de teneffüs ediyor havayı ve soluyan bir yürek değil de kibirli bir safsata yine teyakkuzundan nasiplendiğimiz ölümün anlık izdüşümü ne de olsa ölüm tek ve asal bir sayı olmaktan çok öte bazen atlaya atlaya geçtiğimiz yollar ve yıllar bazense siftindiğimiz yalnızlığın damarına basan bir şahin bakışı.

 

Serzenişine vakıfız madem sessizliğin belki de kıtalar arası yaptığımız yolculuğun sıra dışı tezahüründe bir imge kadar da kibirliyiz ve de kayıtsız.

 

Düşkün mü yoksa müptelası mıyız muğlâk sevgilerin? Her ikisi de aynı kapıya çıkıyor madem ya kapıyı açan mucidi kim ola ki bunca kehanetin erbabı bir insanlık müsveddesine rast geldiğimiz?

 

Bir kuytuyu uyuttuğumuz; uyuttuğumuz iç sesimiz aslında kılıksız bir güncelleme babında bir gölgeden nasiplenmek belki de gölgelik mahiyetinde korunduğumuza delalet hele ki o sıra dışılığı yok mu mücbir sebeplerle kaybolmuşluğun…

 

Haykırışın çatı katında kaynayan bir kazan aslında aslına itibar etmeyen bir yönerge yine benliğinin derdinde aslında dertlendiği değil de dinginliğine haiz olmak mekanizmanın.

 

Surunda ve şuuruna yenik hani olur da bir bir teyelleriz rüyalarımızı uzay boşluğuna belki de boşluğumuza haiz olmanın gücüne ve resmigeçidine de tanıklık yaparken, rüştünü ispatlamak gezegenlerin.

 

Devingen mizaçlardan bir alıntı belki de çekim gücü belli ki aşkın çekim gücüne yenik düşen bir dahi tadındayız her birimiz.

 

Yerçekimi bile yenik düşüyorsa aşka belli ki aşkın ihaneti ve dirayeti sık sık yaftalandığımız bir o kadar afalladığımız…

 

Ebegümeci bir gizem hatta şerrine lanet olsun dediğimiz iblisin kırmızı gözlerinde kazan kaldıran ihaneti yine Yaratanı reddeden o benlikte bir cehennem daha eklenirken iç dünyalarımıza ve kendimizle paslaştığımız aslında vicdanın kuytularında gezinen gezegenler yine ardı ardına kıvılcımlar saçan ve öfkesini savuran evrenden alacaklı olan insan mı yoksa Tanrı mı, demenin sorgusuna bile yenik düşüp, bil mukabil, dercesine zarif bir reveransla gönül gözümüzü hibe etmekten geri durup, sığındığımıza ihanet etmekten kaçındığımız ve kaçırdığımız gözlerimiz hele ki dipsiz kuyularda balon ruhlar cirit atarken.

 

İnce uçlu bir kaleme yenik düşen aşk tadında aslında yazmaktansa yaşamak duyguları ve yaşayıp görmeden sezinlediğimizi sergilerken boş sayfada üstelik üstünkörü bir taarruz da değil: kelimenin manasıyla yenik düştüğümüz hatta ölümün asaleti yeter ki yaşarken nemalandığımız zulüm son bulsun, zihniyetine sarılıp edindiğimizi adlandırmak ya da adı olmayan bir boşluğu şiire boyamak sonra da evreni aşkı ve aşkı pembeye derken pembeyi boca ettiğimiz gecede bir demli yangın misali, közüne, koruna ve özüne sahip çıkan hani olur da gecenin kulağını çekeriz ve kem gözlerden uzak kalmayı dileriz.

 

Naaşında şairin, ıskalanan bir şiir de değil oysa söylemeyi unuttuklarımız bu yüzden serildiğimiz rahlesinde huzurun ve şuur kaybına yenik düşüp de içine düştüğümüz aşkı yaftalayan bir hicvi gönül borcu bilip gönüllü olduğumuz aşkın öldürücü gücü.

 

Gölgeli düşlerimi armağan ederken, alacaklısı olduklarıma belki de demediğimi bırakmaktansa yapamadıklarıma sahip çıkmak adına.

 

Yapamadıklarımdan vardığım varacağım belki de varılacak son noktayı en başta görüp çivileme daldığım o boşluk.

 

Kuytuların sihrine vakıfım tıpkı sessizce sevmek gibi.

 

Aslında yalnızlığın doz aşımında, çalışmayan sileceklerime bile sahip çıkamamanın verdiği esefle usulca kınıyorum kendimi.

 

Kınandığım kadar da kıyamadığım belki de kıymığı çıkmayan hangi acılı organım ise-sözüm ona-kayıtsızlığı ile duygularına sahip çıkmayı beceremeyenler yine sevdalarına.

 

Sevmekten korkar oldum, demenin neresi yanlış oysa?

 

Daha da korkuncu; sevip körelmek kendi içinde ve sevgisine sahip çıkamayan habis bir ruhu pek bir önemseyip limit aşımı duyguları da zapt edemezken.

 

Enerji yüklendikçe lakin çalınan mutluluğumuz ve potansiyel neşenin kinetik hüzne dönüştüğü daha yalın bir ifade ile sahip çıkmaktan aciz bizler sayesinde sahip çıkamadığımız dünya gerçekleri ile sarsılmak şöyle dursun en bitimsiz özlemi ile varlığın, dünya nimetlerini gözümüz görmezken maneviyatın ve duyguların ırmağına yelken açıp bir o kadar geri tepen enerji yükümüz ve sonunda içimizde kuruyan sevgi ırmakları.

 

Ön sözü olmayan romanlar gibiyiz son zamanlarda belki de hikâyesi kayıp bir şiiriz yine şehrin ıssızlığında tüketilmeye dair bir fetva ve kundaklanan cümlelerimize sahip çıkmak adına bir sonra söyleyeceğimizi tehir ediyoruz en azından verdiğimiz en az kayıp bizim için bir o kadar kardır, demenin maliyetini hesaplarken gizli saklı.

 

Sonların son özürlü, hikâyelerin başlangıca bile sahip çıkamadığı kısa cümleleriz belki de her birimiz.

 

Günlük konuşma dilinde kullandığımız kısıtlı kelime sayesinde ve sayısız kısaltma ile duygularımızı bile kısaltıp hala nasıl oluyor da insanız demeye utanmazken.

 

Mağduriyetin en yakıştığı hep mi kadınlar ve çocuklar? Ne can yakıcı bir terim, yine mağduriyetin hiçbir canlıya yakışmadığı şöyle dursun bunu nasıl oluyor da kadınlar ve çocuklar için kanıksamış bir toplum olduk?

 

Söz öbeklerinde ne çok yanılgı var. Sevgiyi nefrete dönüştüren belki de kalabalığın en çok yalnızlığa şerh düştüğü sözüm ona varlıklı ve asil ruhlarımızla sefil ihtiraslarımızı pay ediyoruz kimi zaman sessiz kimi zaman kuru gürültü ve genelde kimsesizliğimizi boykot ediyoruz söylediğimiz yalanlarla ve kendimize kurduğumuz sanal dünyalarda iç geçiriyoruz kıskandığımız hayatlara.

 

Yetinmeyi unuttuğumuz nicedir aslında kendimize yetemediğimizi bile itiraf edemezken ve sözüm ona mutluluk rollerine bürünmüş ve mutsuz insanları aşağılamayı da görev edinmişken.

 

Sebepsiz sevebilirken sebepsiz nefret edebiliyoruz ve sebepsiz kahkahalarımızı satıyoruz hazan yüklü yüreklere kör nokta muamelesi yapıp.

 

Kanıksadıkça çevremizi ayrı düştüğümüz özelimiz.

 

Özel bellediklerimizi ifşa etmekten kaçınmayıp çevre şartlarına müsait olmasak da hızlı bir değişimle uyum gösterdiğimize kani oysaki kendimize ve çevremize yabancı.

 

Körebe oynayan hangi zihniyet ise içinde çırpındığımız ve asaletin ayak sesi olan kabullenmişliği yediremeyip kendimize, isyan bayrağını çektiğimiz önyargılarımız ile alet olduğumuz ne çok kumpas.

 

Kıyılardan çekilen deniz gibi belki de deli fıtratı ile esen rüzgara paye vermezken bizi bize sunanlara çektiğimiz rest ile aslında kendi kuyumuzu kazdığımızın farkında bile değilken.

 

Kuru sıkı bir tebessümü ilah belleyip, kara kuru bir imgeyi gerçek sanıp aslında içimize ayna tutanlardan kaçıp kendimizi dev aynasında gördüğümüz…

 

Kim bilir nedendir bunca anlamsızlık, demenin bile bir anlam olduğuna vakıf ve yenildiğimizi kabul etmeden hala içimizdeki gizi de sonsuza kadar saklama kaygısıyla kendimize bile itiraf edemediklerimiz.

 

Gün özürlü bir düş görüp…

 

Güne çıkmayan bir aşkı nefrete dönüştürüp…

 

Sakındıklarımızla saldırdığımız aynı noktada buluşurken…

 

Ve en büyük düşmanımız yine biz iken bizi bize yanlış sunan bir fermanmışçasına hala çözümleyemediklerimiz ve süreci sonlandırmaktansa kendimizi kandırdığımız.

 

Boynumuz ne kıldan ince ne de ensemiz kalın… deyişlerinden üreyen o tedirgin mizaç değil mi tek tabanca yine kararan gözlerinde mutluluğun, büyüyen gözbebeklerinde hidayetin belki de geniş mezhepli bir ilham perisinden alıp da nasibini tüyme vaktidir buralardan.

 

Arka pencerenin ışığı mademki hala yanıyor belki de nöbeti devretmenin zamanı gelmiştir de geçiyordur son vapurun ötmeyen hengâmesinde kaptan rotasını çoktan kaybetmişken.

 

Basit bir yalıtım aslında hayatın reveransı ile tutunduğumuz hatta çocukça tutturup bir imayı, bir simgeyi, bir rehaveti belki de en asilinden sessizliğe mahkûm olduğumuz.

 

İçimin iplerinde asılı yorgunluklarım var madem ve mademki gücümü katladığım güzel insanlar görüyorum yol aldıkça… sap(ta)ma bazen anlık bazense ömürlük ve ilhamlarla yolumun kesiştiği sanırım sakıncalarını da görmezden geliyorum ve sevdalandığım hayata peşkeş çekiyorum onca duyguyu.

 

Abartı olma ihtimali de yok hani belki de sakil bir rüzgârın kuşattığı tedirginliğimdir ansızın da çağlama ihtimali ile yörüngemden yaptığım o oynama ile istişare ettiğim iç sesim.

 

İmlerin teyakkuzu mu ne yoksa aklıma ihanet edip aptalca düştüğüm sevdalar hatta katıksız şerh düştüğüm belki de bir martaval niteliğinde sonra da kayıplarımın izini sürüyorum.

Katıksız bellediklerim belki de atık bir mahsulüyüm günün ve ömrün. Atıl gücümle kavrulduğum; yanık sesi ile muteber düşlerin ben hala çetelesini tutarken rahmetin ve rehavetin sonra da soytarı bir imgeye takılıp düşme ivmemi sınırlandıran üç beş şiir kazıntısı.

 

Demekten yorulmadığım belki de densizlik derecesinde tekerrür eden duygular hatta harmanladıkça günün teyakkuzunda kuru sıkı bir ilah tarzında yine gecenin nöbetini aldığım bu da yetmedi öfke nöbetlerine aldırış etmeden geçmişin, geleceğin taslağı ile günümü yardığım belki de kıyımdan alıp nasibimi çöreklendiğim batıl sanrılar.

 

Tutmaksa hayatın nabzını…

 

Tutturmaksa çocuk gibi…

 

Tutunmaksa sevdiklerime…

 

Tutkuluyum madem sevgiye…

 

Gönülden süzülen yaşların mademki hükmü kalmadı, geceden arakladığım karayı boca edip şu beyaz boşluğa sonra da rimeli akan palyaçoyu görmezden gelip ben de ahkâm kesebilirim ahvalim gibi…

 

Dürtükleyen mizacın kalıp yargılara itirazı sonra da tensiye ettiğim güzelliği koruma altına alıp delisi olduğum hoyrat rüzgâr…

 

Dumanı üstünde öfkelerden muzdaripim belki de geniş açılı yalıtımın dar açılara kinayesidir bu sıradanlık.

 

Dogmalarla büyümüş bir çocuğum ve evet, iddia ediyorum çocuk olduğumu sonra da yetişkinlerin titrine uyumsuzluğum sorgulanıyor.

 

Dünden evveldi aklımı badana yaptırdığım sanırsın ki gazozla pişmiş bir kek içimin sancıları. On aylık hamile kadınlara taş çıkartır göbeğim hani. İçmediklerimi bile öğütüyorum sonra da kibirli dokuma atıfta bulunuyor içimin boyacısı. Zamk benzeri bir elem bizimki zehir zemberek dokunuşlara da yok sabrım sonra çörekotu pişiyor aklımın fırın ötesi kızgınlığında ben hala neyin derdindeysem…

 

Şehir çok suskun bugün belli ki şaibeli dokusunda yorgunluğun ıskartaya çıkmış mutluluk sonra da kıvamını tutturamıyorum, deyip denemekten vazgeçiyoruz.

 

Öfkesi burnunda belli ki şehir eşkıyalarının sonra da ayakkabılarının arkasına basıp hep bir ağızdan şakıyorlar geceyi tetikleyen mermilerden de almışken payını şehir ve eşkıya ve azap üçlemesi.

 

Şimdi bir tekerleme uydurma vaktidir ve geceyi ebeleyen ellerinde kaderin, tınısı kayıp bir şiirden de nasiplenip ötelenmenin mimari hangi zalim ise gelip de nara atma vaktidir.

 

 

( Ön Sözü Olmayan Romanlar Gibiyiz... başlıklı yazı GÜLÜMM tarafından 21.01.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.