Zaman aralığı olmasını tahayyül ettiğim, yine saadet zincirinde kopan bir halka misali…

 

Gün özürlü düşlerimi yaktığım ve yıktığım nasıl da aşikâr ve az sonra kırılacak iç sesimin çıtırtılarına haiz olduğum…

 

Gönül küpeştemde sakil bir duvar: hulasa eksenin namert ve kaygan zemini ve az sonra öleceğimin de bilincinde.

 

Gözlerimde ne nemrut ne de yanlı bir isyan sadece Allah, diye inleyen benliğim. Vakur bir düşü sahiplendiğim; bir yüreği kundakladığım mı aşikâr ölümüne sevdiğim insanlar ve değerler mi yoksa tek maktul?

 

Şimdilerin acısını örtüyorum sonra ilişiyorum bir dostuma belki de dost bildiğim her terennümü şahsıma yöneltip ben de sevgimi sunuyorum boyutsuzca.

 

Zaman, dirilen bazense dimdik ve kaskatı kesildiğim bir külfet.

 

Alışkanlıklarımın esiriyim tıpkı gözüme eşlik eden o hoyrat günce tutanağım.

 

Esiriyim de çoğu şeyin ve çoğu insanın.

 

Yangınım ben: hem de ta kendisi kıvılcımın.

 

Yılgınım fazlasıyla ve çok yorgun, çok da hicap yüklü lakin kendime yönelttiğim eleştiri okları ile evrenin sessizliğine şerh düştüğüm aslında hayatın bana attığı çelmeye karşılık ben hala nasıl oluyor da yenilmedim ve ölmedim?

 

Düne gidiyorum dünümdeki iki sene evveline…

 

Aslında an itibariyle ve bir dakika sonrasını da dünün çengeline takacakken. Ne yani: maziye tutunmak bir hastalık mı ya da dünde kalan dostları ve sevgiyi anmak bir obsesyon mu belki de günde kaç kez elimizi yıkadığımız değil de gün boyu kaç kişiyi göz hapsine almadan gönül kafesimize hapsettiğimiz… hani olur da kanatlanır; hani olur da terk eder bizi…

 

Giden gittiğiyle kalsa keşke ve ne yazık ki iki sene evvel o günü yeni bir milat bildiğime tanık sadece İlahi Güç.

 

Bir bilinmezin yanındayım aslında dostane bir sohbetten de öte aslında kimliğimi sorguladığım yetmezmiş gibi objektif bir açılıma ihtiyaç duyup dertleştiğim bir yabancı yoksa o da mı bir hayaldi?

 

Tek düşen payıma sadece hayatıma odaklanmadan odaklandığım güzelliklerden nasiplenmek/miş bir zamanlar ve evin kapısı vurulduğunda koşa koşa açtıklarım aslında yüreğimin kapısına bir ömür kilit vurup yine konuk ettiğim nice insanı şimdilerin…

 

Ne yani, durduk yerde mi yazıp deşiyorum dünümü ve ölgün yanımı sonra da süzülen cümlelerden nasiplenip yeni bir ben diliyorum yine benden asla ben bile bıkmışken benden, deme lüksüne sahip çıkıp yine dirayetimi sınıyorum belli ki Allah da sınamakta beni ve ben tüm gücümle sahip çıkıyorum kayıt altına aldığım rahmete de şükredip insanlardan yeni bir şeyler öğrenmek bir o kadar sunumunu hayatın hafife almadan ağır aksak yürüdüğüm yılların öcünü alıyorum her yeni günden gelin görün ki; bir arpa boyu da yol almıyorum yazdıklarıma binaen bir bir dokunmakla iştigal oysaki dokunduğum değil de dokunulduğum.

 

Dokunulmaz değiliz ki hiç birimiz ve ne yazık ki;  birbirimizle örtüşmediğimiz hangi nokta ise sadece örseliyoruz aslında kaçırıyoruz gözlerimizi hem de sevgiden ve samimiyetten sonra da koşullu cümleler kuruyoruz.

 

Kuruntu diyen kaç kişi?

 

Kurum kurum kurulan hangimiz değiliz de kurcalıyoruz birbirimizi oysaki benim tüm inkılâbım sadece kendimi kurcalamak adına yine de yaranamıyorum işte kendime.

 

Yaradan nasıl da muazzam bir sistem kurmuş ve bizler sadece ayarını bozuyoruz sistemin.

 

Mevsim tabiri artık rafa kalkmışken ve insanlar durduk yerde birbirini lanetlerken ve alay konusu yapmak adına kusurları işlerken karşısındakinin kimliğine…

 

Oysaki alışkanlıklarımız böyle olmamalıydı.

 

Sevgiyi şart koştuk madem… inkar ediyoruz sevmediğimizi lakin gözlerimizde cirit atan koyu gölgeler bunun aksini iddia ediyor.

 

Durduk yerde birbirimizin gözünü oymak çok mubahmışçasına muğlâk terimlerle boyuyoruz evreni aslında gözünü boyadığımızı sandığımız değil de gerçeklere hâkim ve İlahi Adaletin dengesini koruyan tek olgu var ve tek güç.

 

Acılarımız çoktan rüştünü ispat etti.

 

Kötülük diz boyu, demek bile bir isyan değil mi?

 

Severek yüceltmek yerine kusurları ile dalga geçtiğimiz ve yine dalga geçildiğimiz oysaki dalgalar aşındırmamalı sadece okşamalı usul usul bazense hırçınca sevmeli.

 

Şimdi öldüğümü biliyorum ve akabinde göz pınarlarımda çağlayacağımı da ve aheste aheste satırla sızıyorum çünkü içim sızlıyor aslında kuramlar ve kurallar bağnaz esaretinde olduğum.

 

Ayaklarıma basmaksa söz konusu olan ya da olmayan ayaklarıma kulp geçirip uçtuğuma dair bir yanılsama ve olmayan gözlerimde iki çukura tekabül eden o koyu tabirler yine göz göre göre kendimi ateşe attığım ve büyüyen acılarım, bitimsiz dogmaları evrenin hanidir yoksunluğumu yok sayıp ve yok sayıldığımı bile şükür bilip… sınandığım kainatın hangi boyutsuzluğunda, sahip olduğum şu minicik zerreyi kime ispatlayabilirim ki eğer yazmasaydım yoksa kuru kuruna yazıları biriktirip de yakmalı mıyım kendimi üstelik bir bidon benzini de üstüme boca edip?

 

Kararsızlığım…

 

Karamsar addedilen cümlelerim.

 

Âşık olduğum göreceli ve fakir kelimeler üstelik birbirine eklediğim ve yakama diktiğim ismimden bile şüphe ederken ve ben tüm samimi duygularımla yaklaştığım kim ise yediğim darbelerin üstüne aydınlığa ve feraha çıktığıma dair bir kehanet geliştirmişken.

 

Bir furya belki de.

 

Bir şehir efsanesi imiş aşka ve sadakat.

 

Birbirine dost insanların cıvıldadığı bir gönül bahçesi arayışım ve uykudan uyanmanın verdiği rehavetle ben düşlerimi gerçeklerle eşleştirip yine yaşlarıma teslim olduğum ve devrildiğim aslında devirdiğime kani yine de devinmekten kendimi alıkoyamazken.

 

Sevdikçe sevesi geliyor insanın oysa.

 

Sevilmeden de hâkim olduğumuz bir evren.

 

Nefreti denemediğimi mi sanıyorsunuz?

 

Bingo!

 

Nefret ettiğim kim ise kendime yöneldi tüm sıkıntılı nefret silsilesi ve hislerimi uyuşturmayı becerdim sonunda: ne sevgi ne nefret ne de kinaye.

 

Ya, sevdiklerim?

 

Akla zarar.

 

Akla zararım çünkü.

 

Belki de uçuk kaçık kimliğime sahip çıkıp nasıl oluyor da ağırlığımı koyuyorum ve nasıl oluyor da hafife aldığım iç sesim gecenin bir yarısı infilak ediyor?

 

Sormuyorum da üstelik ve evet, kimseden izin istemiyorum.

 

Seviyorum sadece.

 

Ve inanıyorum.

 

Ve yanılıyorum.

 

Ve sessizce ağlıyorum.

 

Ama seveceğim ve sevdiğim bunca şeyi bir hiç uğruna terk edemem ötesinde Yaratanı terk edemem ötesinde O’nun beni terk etmesine izin veremem.

 

Koşulsuz cümleler kuruyorum sadece belki de emir kipleri.

 

Gel, diyebileceğim kaç kişi mi?

 

Git, demeyi destur bellemiş hangi yürek mi?

 

Yürek yürek atan evrenin nabzını dinleyip can çekiştiğine tanık olduğum kaç uydu mu etrafımda dolaşan oysaki benim tek uydum var: isteyen uyar isteyen reddeder.

 

Uydurduğum değil bilakis evrenin bahşettiğini özümsediğim.

 

Uyar ya da uymaz sizlere lakin uyduğum tek şartı hayatın ve çoktan geçse de hükmü üstelik kimseden izin almıyorum.

 

Sevdiğim kadar sevilmediğimi bilsem de lakin bu, beni asla alıkoymadı sevmekten ve inanmaktan. Tıpkı iki sene evvelimin miladı o cümle:

 

‘’Hala ayaktayım ben.’’

 

Sivrildiğim değil bilakis huylarımı törpülediğim ve sevgiyi layığıyla yaşayan iyi bir insan olmak adına.

 

Üstelik ben de herkes gibi alışkanlıklarımın esiriyim ve çocuğuyum da ve tek kusurum ve tek vazgeçilmezim ve hürmet ettiğim o hulasa duygu birikiminin çıktığı yol.

 

Ayaktayım her nasılsa ve sevdiğime dair hiçbir şüphe de taşımıyorum ve bu sayede hidayetine teslim olduğum İlahi Güç üstüne üstük kendimle zaman zaman kavgalı olsam da nefsimi terbiye etmekten büyük haz duyduğum ve düştüğüm yerden kalkmasını da bildiğim aslında O’nun tuttuğu elime kötülüğün ve nefretin dokunmasına asla izin vermeyeceğimin de bilincinde belki de tüm günahlar ve tüm sevaplar yine insanın kendisine çıkarken…

 

 

 

 

( Ayaktayım başlıklı yazı GÜLÜMM tarafından 24.01.2018 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.